|
|||
Tarih Karşıtı İrlanda Milliyetçiliği Partinin 6 ve 7 Mayıs 1989 tarihli toplantılarında sunulan rapor ve ’Il Partito Comunista’ dergisinin 1986 tarihli 144-147 ve 1989 tarihli 175-178. sayılarında yayınlanmıştır. |
|||
2020’deki İngilizce Çeviri’ye nsöz 1 Kısa bir Özet 2. Atalardan Kalma Kültürel Birlik 3. İlk Modern Sömürge 4. Amerikan ve Fransız Devrimlerinin Dalgasına Kapılmak 5. Marksizm ve Milli Sorun 6. İrlanda Üzerine Marx ve Engels 7. İmha ve Sanayi Devrimi 8. 1800lerden 1900lere 9. I. Dünya Savaşında İrlanda’daki Burjuvazi ve Proletarya 10. Dublin’deki Ayaklanma 11. Ulus Devlete Doğru 12. Ulster 13. Güney’de Burjuvazinin Karşı Devrimi 14. “İhanete” Uğrayan Milliyetçilik? 15. Yıpranmış Pankartlar Altında Toplumsal Mücadele 16. Silahlı Kurtuluşçuluk 17. Mermiden Sandığa 18. Sonuç |
2020’deki İngilizce Çeviri’ye Önsöz
Üç yoldaşımızın çalışmalarını birleştiren bu makale, 1989 yılında İtalyanca basınımızda ve aynı yıl içerisinde Communist Left’te “İrlanda-Sinn Fein: Mermiden Sandığa?” başlığıyla yayınlanmıştı. Şimdiyse makalenin tümünün çevirisinin yayınlanmasından memnuniyet duyuyoruz.
Kendi başına bu başlık, milli mücadeleye her zaman karşı olduğumuz izlenimini verse de işin aslı bu değil. Bu makalede ne İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesinin her zaman karşı devrimci veya anlamsız olduğunu belirten; ne İrlanda’nın Büyük Britanya’nın bir parçası olarak kalmasının daha iyi olacağı; ne de adanın nihai olarak birleşmesine karşı çıktığımız hakkında bir şey yazmıyor. Ancak, bu makalenin yazıldığı zamanda, İrlanda’da enternasyonalizm neredeyse bir hakaretken, milliyetçiliğe karşı güçlü bir saldırı gerektiğinden, kullanılan başlık yerindeydi. Kısacası, Marx’ın dönemindeki İngiliz İşçilere değil, 1989’daki İrlanda proletaryasına hitap eden bu makale, yazıldığı zamanın şartları altında ele alınmalıdır.
32 yıl sonra metnin İngilizce olarak yayınlanmasına hazırlarken, kaçınılmaksızın orantısız birkaç ifade, birkaç yanlışlık ve dâhil edilebilecek veya daha iyi ifade edilebilecek birkaç nokta bulduk. Bu sebeple, bazı noktalarda ufak tefek değişikliklerde bulunsak da kuşkusuz bazı yanlışlıklar devam edecektir. Ama bunlar hariç, yazının içeriğinin bütünüyle arkasında duruyoruz.
Kuzey İrlanda’da iki yabancı arasındaki rastlantıyı betimleyen eski bir şaka: İlk yabancı “Protestan mısın, yoksa Katolik mi?” diye sorar. İkincisi de “Ben Ateistim.” diye cevap verir. “Haa!” der ilki, “O zaman Protestan ateist misin, yoksa Katolik ateist mi?”.
Kökleşmiş mezhepçilikten çıkışın olmadığı duygusu, biraz körelmiş olsa bile,
bugün Kuzey İrlanda’da hala hakikatini koruyor. Ancak Marksizmin dikkatini bu
görünüşte içinden çıkması zor olan çıkmaza çevirmek, bu çıkmazın
kırılabileceğini ve bağlılıkların sınıf temeline yeniden ele alınmasının sadece
mümkün değil, aynı zamanda acil bir gereklilik olduğunu da ortaya koyuyor. Bu
yüzden 1989’da yazılan bu makalenin çevirisinin bu denli gecikmiş olması
nedeniyle bu yeniden tanımlama sürecine katkıda bulunacağını umuyoruz.
Altmış yıldan uzun bir süredir akımımız, doktrinimizin bütünlüğüyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olan bir dizi programatik ve taktiksel pozisyona sıkı sıkıya bir bağlılıkla sadık kalmıştır. Bunun sebebi soyut bir tutarlılık için olan aşkımız veya nihai mantıksal tutarlılık arayışı değil, komünist hareketin ilerleme ve geri çekilme aşamalarının kafa karıştırıcı değişimi esnasında bunu sağlamanın tek yolu olduğuna dair güvenceyle yapıyoruz. “Gelecek ancak şimdiki zamanda geçmişi koruyarak ve onu geleceğe yansıtarak korunur.”
Daha önce Marx ve Engels’in üstlendiği, Lenin’in devam ettirdiği ve daha sonra Komünist Sol ve ufak da olsa partimiz tarafından ele alınan ırksal ve milli sorunlara dair araştırmayı devam ettirme gereksinimimiz, yakın zamandaki ayaklanmaların ışığında İrlanda sorununu yeniden ele almamızı gerektiriyor. Bu, devrimci cepheyi zayıflatan sızıntıları tıkayarak gerçeklikle bir yüzleşme meselesidir.
Yazılarımızın birinde “Bağımsız bir proleter hareketin geçici olarak yokluğuyla karakterize edilen mevcut durum, bizi pratik faaliyet alanında klasik metinlerimizin bütünleyici doğasını savunmaya, tağşişleriyle mücadele etmeye, kaçınılmaz olarak değişen koşulların program ile proleter mücadeleler arasında pratik bağlantı kurma sorununu yeniden ortaya çıkaracağını hatırlamaya, bu mücadelelerin yerine aklımızı koymamak ve onu burjuvazinin dokuzda on kere dile getirdiği sorunları çözmek için kullanmaya kısıtlıyor.” diye yazmıştık.
İrlanda hakkındaki rapor, partinin İrlanda sorununa ilişkin çok daha geniş çaplı bir çalışmasının başlangıcı oldu.
Tarihsel determinizmin neşterini İrlanda’ya uyguladığımızda tüm talihsizliklerine rağmen bu kadim halkın tarihsel zorluklarla nasıl mücadele ettiğini gözden kaçırmamız zordur. Bunun en büyük nedeni, ekonomik ve sosyo-politik seviyelerde önceden gelişmeye olanak bulmuş daha büyük bir adanın yakınında bulunmanın talihsizliğidir.
Eğer burjuva kapitalist sistemin ilk olarak ortaya çıktığı millet olarak İngiltere’yi kabul edersek, ilk kolonisinin İrlanda olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. İrlanda’nın İngiltere tarafından işgali 1170 civarına tarihlendirilebilir. Oysaki İngiliz halkının İskoçlar ve Gallilerle birlikte Büyük Britanya Birleşik Krallığı’nı kurması, gelecek yüzyıllardaki şiddetli iç mücadelelerden sonra bir boyun eğdirme olarak değil gerçek bir birliktelik olarak gerçekleşmiştir.
Yüzyıllar boyunca İrlanda halkı ilk önce feodal derebeylerinin ve daha sonra da İngiliz burjuvazisinin ayaklarının altında ezilmiştir. Açlık, salgınlar ve zorunlu göçler bu halkın doğal gelişimine olanak sağlamayıp, en acil sorunları çözmek için bile hiçbir işe yaramayan yarım yamalak demagojik önlemler eşlik etse bile en acımasız vahşetler ve zulümlerin öznesi haline gelmesini sağlamıştır. Konuşmacı, demokratik-popülist ve burjuva yüzünü her geçen gün daha da net bir şekilde gösteren IRA’nın (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) son seçimci evrimi üzerinde durduktan sonra, İrlanda’nın son iki yüzyıl boyunca yaşadığı iniş ve çıkışların sentetik bir tanımını yaptı.
Amerikan devriminden 19. Yüzyılın ilk on yıllarına kadar olan bu dönemin cömert mücadelelerin tümü başlıca olarak İrlanda’nın İngiltere’nin yanı başında olmasının talihsizliğiyle başarısız olmuşlardı.
1840’lardaki büyük kıtlığa, aslen böcekler veya patateslere bulaşan mantarlar değil, hızlıca gelişmekte olan bir kapitalizmin acımasız ekonomik kanunları sebep olmuştur. Ulster’in (Kuzey İrlanda) endüstriyel gelişimi de bu döneme denk gelmektedir ve bu, ülkenin iki parçası arasındaki farklılaşmanın ilk adımına işaret edecek ve şu andaki bölünmenin asıl sebeplerinin anlaşılmasının anahtarı olacaktır. Fakat İngiliz hükumeti ancak 1800’den itibaren Katolikler ile Protestanlar arasındaki farklardan sistematik olarak, adanın Kuzeyi ve Güneyi arasındaki büyüyen ekonomik farklılıkların yansımasından yararlanmak için kullanacaktı. Bu politika, Londra hükumetinin İrlanda’nın tamamına hükmetmeyi sürdüremeyeceğini anlamasından sonra şiddetlenmiştir. Bundan böyle de, öncesinde pek çok Protestan’ın seçkin bir rol oynamasına rağmen bağımsızlık mücadelesi giderek Katoliklerle özdeşleştirilmeye başlanmıştır.
İkiye ayrılmış bir İrlanda’da iç savaş kaçınılmaz olmuştu. Dublin’de 1916’daki cesur fakat başarısız bir ayaklanma harici, I. Dünya Savaşı sebebiyle geçici olarak ertelenen bu iç savaş, savaşın hemen ardından patlak verdi.
Londra tarafından kısa bir süre sonra sunulan resmi bağımsız devlet statüsü, Ulster’den yoksun kalınmışsa da çoğu bağımsızlık yanlısı lider tarafından kabul edilmişti. 1922’de yeni hükumet, birleşik bir İrlanda talep eden hoşnutsuzları kontrol etmek amacıyla kendi ordusunu kurmaya başladı. Eski silah arkadaşları arasında çatışmalar daha da şiddetli bir şekilde patlak verecekti ancak İrlanda burjuvazisi ülkeyi “yatıştırmayı” başaracaktı.
Endüstriyelden çok tarımsal olan İrlanda kapitalizmi, “kendi” devletini kurmayı başarmıştı, ancak bu politik veya askeri bir güçle değil, Londra’yla yapılan savaş dışı bir uzlaşma sayesindeydi. Üstelik bu, adanın en zengin kısmından vazgeçme pahasınaydı. Onun “devrimci” şiddeti, her şeyden önce korkakça anlaşmayı kabul etmeyen isyancılara karşı ifade edildi.
Sinn Fein bugün birleşik bir İrlanda’dan, bir kez fethedildiğinde sihirli bir şekilde ülkenin tüm sorunlarını dünya üzerindeki bir cennetmiş gibi çözebileceğinden bahsetmeye devam ediyorsa da bunlar aslında küresel çaplı bir ekonomik durumdan kaynaklanan sorunlardır. Gerçekteyse bu, İrlanda burjuvazisinin proletaryanın yıkıcı gücünü savuşturmak için önünde salladığı sahte bir amaçtır ve proletarya, kendi adına ve yalnızca kendisi için savaşma özgürlüğüne sahip olabilmesi için bunu görmezden gelmelidir.
Eğer uzun zaman önce devrimci burjuva Marksizmi bağımsız bir İrlanda umduysa,
bu aslında İngiliz işçilerinin de kendi özgürlükleri için mücadele etmelerine
olanak sağlayacağındandı. Bugün ulusal yeniden birleşme amacı, dikkatleri sınıf
tabanlı bir ekonomik ve politik mücadeleden uzaklaştırmaktadır.
2. Atalardan Kalma Kültürel Birlik
Son buzulların yavaşça çekilmesinden sonra insanoğlu doğal bir zorunlulukla sürekli gezintilerini, toprağın yeniden canlandığı ve dönüştüğü, belirli bitki ve hayvan türlerinin ortadan kalktığı ve diğerlerinin bunların yerini aldığı bölgelere doğru yöneltmek zorunda kalacaktı.
İrlanda’daki ilk komünist topluluklar hakkında konuşmak zor olsa da, yaklaşık olarak M.Ö 3. ve 2. binyıllar arasında var olmuş bir taş devri medeniyetinin kalıntılarının da göstereceği üzere, adanın Keltler yerleşmeden önce de iskân edilmiş olduğu kanıtlanmıştır.
Orta ve güney Almanya’da yaşayan Kelt kabileleri aslında M.Ö 2. Binyılın ilk yüzyıllarında Doğu’ya doğru Balkan Yarımadası üzerinden Anadolu’ya ve batıya doğru Britanya Adalarına ve Fransa’yı geçerek İber yarımadasına (burada yerli halklarla karışarak Kelt-İberyalıları oluşturmuşlardır) doğru yavaşça yayılmaya başlamışlardır. Keltler hiçbir zaman siyasi bir birlik sağlayamamış olsalar da, kendilerine özgü bir dili ve yüzyıllar boyunca tek bir dini, Druidizmi paylaşmışlardır.
Çeşitli kabilelere bölünen Keltler, akla M.S 390’da Po vadisini işgal ettikten sonra Roma’yı ateş ve kılıçtan geçiren Boiileri getiriyor. Günümüz Fransa’sını oluşturan topraklarda yaşayan kabileleri Romalılar Galyalılar olarak adlandırırken, geri kalanların bazıları ise Britanya Adalarına doğru ilerlemişlerdir ve Cantii, İceni, Cornovii, Brigantlar, Piktler, Caledonyalılar, İskoçlar, Galliler gibi isimler almışlardır.
İrlanda’nın antik tarihine dair çok fazla kanıt yoktur. Bunun sebebi kısmi olarak, yüzyıllar boyunca gelecek medeniyetlerin öncüleri olacak halkların büyük genişlemelerinin etki alanının dışında kalmalarıydı. Yunanlar belirsiz imalarda bulunuyorlardı. Neredeyse dört yüzyıl boyunca Britanya’yı mesken eden Romalılar ise, sürekli olarak isyanlar ve baskınlar sebebiyle büyük zorluklar çekiyor olsalar da kendilerini İrlanda’dan ayıran denizi geçecek ne zamanları ne de meyilleri vardı. Aslında “Büyük Ada”nın tamamına da hiçbir zaman tam anlamıyla boyun eğdirdikleri söylenemez.
Yüzyıllar boyu, bir çok kabile arasında bölünmüş olan İrlanda’nın kompakt,
merkezi veya politik olarak organik bir birim olmadıklarını, hatta kabileler
arasında sıkça mücadeleler ve savaşlar yaşandığını biliyoruz; Roma Lejyonlarının
beklenmedik gelişinden önce İngiltere’de de durum aynıydı. Hatta birçok durumda
Britanya’nın kıyılarına inip hızlıca geri çekilmeden önce Roma Lejyonlarına
şimşek gibi saldırılarda bulunanların İrlandalılar oldukları söylenebilir.
1169-1174 yılları İngiliz istilasının ilk aşamasını işaret ediyordu. Savaşlar, gerilla savaşları, isyanlar ve takip eden kan gölleri; ihanetler, el koymalar, soygunlar, yağmalar ve genel bir yıkım birbirini takip etti ve İngiltere’nin Roma’yla olan bağlarını koparmasından sonra daha da şiddetlendi. Aralarında birçok rahibin de bulunduğu savaştan sağ kalanların kılıçtan geçirildiği Drogheda katliamıyla andığımız Cromwell dönemi de bundan daha iyi değildi.
Bu dönem 1800 yılına kadar sürmüştür.
Burada birkaç açıklama gerekmektedir: 1) Her şey Cermenlerle Keltler arasındaki ilk çarpışmanın kendine özgü bir ırka yol açtığını gösteriyor. 2) İngilizler, İrlandalılarla olan ilişkilerinde acımasız olmasına rağmen, İskoçlar ve Gallilerle yüzyıllardır savaş halindeydiler ancak onları kısmen asimile etmeyi başarmışlardı. 3) İrlanda’nın endüstriyel ve kapitalist gelişimi, fabrikaları için et, süt ürünleri ve yün için sömürdüğü ve proleterlerini savaşlarında kurbanlık koyun olarak kullandığı bir koloni olarak gördükleri kadar destekleniyordu.
İngiltere’nin İrlanda’daki sekiz yüzyıllık baskısını iyi bir şekilde bilen
Marksizm bu milli sorunun İrlanda’nın İngiltere’nin askeri ve politik etkisinden
kurtarılarak çözüleceğini umuyordu.
4. Amerikan ve Fransız Devrimlerinin Dalgasına Kapılmak
İrlanda ve İngiltere’yi ilgilendiren siyasi ve ekonomik olayların daha detaylı bir incelemesi zamanı geldiğinde yayınlanacaktır, ancak şimdilik İrlanda’nın tam bağımsızlık kazanma ihtimalinin iki büyük olay tarafından ortadan kaldırıldığını söylemek yeterlidir: on sekizinci yüzyılın sonunda Birleşik İrlandalıların isyanını takip eden katliam ve 1800’de İngiltere ile Birlik Yasası.
Bu dönem sırasında mücadele, çıkarları İngiltere’nin emperyalist çıkarlarıyla çelişen kapitalizmin hem toprak sahibi hem de ticaretle uğraşan kesimleri tarafından yürütüldü. Gelecekte Amerika Birleşik Devletleri’ne dönüşecek olan On Üç Koloni, isyanlarının başarıyla taçlandırıldığını görecek, fakat İrlanda, bir kez daha coğrafi konumunun İngiltere’ye çok yakın olmasının trajik sonuçlarına maruz kalacaktı.
1 Ocak 1801’de Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı resmen ilan edildi (Galler 1240’ta çoktan birleşmişti ve 1283’te İngiliz Krallığına boyun eğmişti. İskoçya ise İngiltere’yle 1707’de birleşse de bu iki bölge en azından kısmi olarak asıl Kelt dillerini muhafaza etmişlerdir.) Londra hükumeti özerk İrlanda parlamentosunu dağıtsa ve ülkeyi daha da bağımlı hale getirse de, 100 İrlandalı üye Avam Kamarasına ve 32 üye de Lordlar Kamarasına kabul edilmişti.
Mücadele sürmeye devam etti ve 1820’lerde parolası “Birliğin İptali” oldu. Ancak bu milliyetçi hareketlere asıl amaçları bu kışkırtmaları kullanarak İngiliz hükumetine baskı kurup, Katoliklere küçük tavizler vermesini sağlamak fakat çoğunlukla İngiliz ve İskoç kökenli Protestan kapitalistleri ve toprak sahiplerini kayırmak olan İrlandalı liberal burjuvazi liderlik ediyordu.
Yüzbinlerce İrlandalı isyan etmek için harekete geçti ama ne yazık ki sadece kendi siyasi çıkarlarını düşünen vicdansızlar tarafından yönetiliyorlardı.
İki yüzyıl öncesinin ortak cephesi, tarımsal ve ticari çıkarların birliği çok geçmeden bozulacaktı ve feci sonuçlarından biri de 1840’lardaki kıtlık olacaktı. Ancak patates kıtlığı büyük ölçüde Mısır Yasalarının yürürlükten kaldırılması nedeniyle Britanya Adalarındaki geniş tarım arazilerinin terk edilmesinin ardından gelişen sanayi kapitalizminin etkilerini maskeliyordu. Fakat İngiltere’de mali felaket olan bu durum İrlanda’da, adanın tamamında, sadece Ulster ile sınırlı kalan bir sanayi devrimiyle birlikte bir ölüm fermanına dönüştü. İrlanda’nın güneyinde toprak sorununun çözülmesi için bir 50 yıl daha gerekecekti, ancak bu arada Ulster’in endüstriyel gelişimi onu İngiltere’nin ekonomik mekanizmasına kilitlemişti.
Eğer son iki yüzyıl tamamen ekonomik bir bakış açısıyla incelenirse, var olan
bu trajik olaylara materyalist bir açıklama getirilebilir: Bu aslında din,
kabile veya mezhep farklılıklarıyla değil, farklı ekonomik çıkarlar arasındaki
bir mücadeleyle ilgilidir.
Marx ve Engels, ezilen halkların sorunlarını diyalektik bir şekilde çözmek için işçi sınıfının uluslararası birliğinin gerekli olduğuna her zaman inanmışlardır ve İrlanda’nın bugünkü durumu, dünyadaki diğer birçok ulusunki gibi, ne kadar haklı olduklarını göstermektedir.
Marksizm, İrlanda’daki ulusal sorunun, sınıf mücadelesinin milli mücadele tarafından engellenmeden ilerlemesine izin verecek şekilde çözüleceğini umuyordu. Marx’a göre İrlanda’nın bağımsızlığı İngiliz burjuvazisinin kalbine doğrultulmuş bir hançerdi ve bağımsızlık kazanıldıktan sonra İngiltere ve İrlanda yeniden bir federasyonda birleşseler bile, İngiltere’deki devrimin de önünü açacaktı.
Öte yandan Marksizm her zaman milliyetçiliği başlı başına bir amaç olarak küçümsemiştir. Lenin için ulusların kendi kaderini tayin hakkı, gericilikle ve emperyalizmle savaşmakta hayati bir önem taşıyordu ancak bu, milliyetçiliğin başlı başına bir amaç olduğu anlamına gelmiyordu. Lenin çok sayıda örnek vererek ulusların kendi kaderini tayin hakkının soyut bir adalet meselesi olmadığını, yerel burjuvazinin bağımsızlık kazanma kapasitesine dayandığını açıkça ortaya koymuştu. Örneğin İsveç Parlamentosu’nda İsveç işçilerinin temsilcilerinin Norveç’in bağımsızlığı için oy kullanmaları yeterli değildi; Norveç burjuvazisinin kendi parlamentosunu oluşturabilmesi ve ardından kendi başına bağımsızlığını kazanması gerekiyordu.
Lenin, bu temel sorunun nasıl incelenmesi gerektiğine dair Ukrayna örneğini vermiştir. Rusya Ukrayna’ya hükmediyordu; O halde proletaryanın eylemi, milli feodaller ya da burjuvazinin baskısının ağırlaşmasıyla sonuçlanmaz mıydı? Lenin kesinlikle hayır der. Proletarya hareketi ulusal baskıya karşı savaşmalıdır, aksi takdirde yalnızca gericiliği güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda emperyalizmin işçi hareketine dayattığı ayrılıkların bölünmelerin de kabul edilmesi anlamına gelir. Ukrayna’nın kendi kaderini tayin hakkı, kesinlikle! Ama Rus ve Ukrayna milletlerinin işçi hareketlerinin canice ayrıştırılması, asla! Marksizm işçilerin ulusal olarak ayrıştırılmasını sadece maddi anlamda işçilerin vatanı olmadığı için değil (Komünist Manifesto) aynı zamanda ulusal sınırlar insan türünün tarih öncesinden kalan bir miras olduğu ve komünizmle birlikte ortadan kalkacağı için de asla kabul etmemiştir. Biz Marksistler için İrlanda’daki proleterler (ezilenler ve mülksüzleştirilenlerle beraber) bizim kardeşlerimizdir ve onların kaderi bizleri de ilgilendirir. Biz burjuvazinin “bizim ülkemiz” kavramını paylaşmıyoruz: Biz uluslararası sınıf çıkarlarımızı izleyerek, tek bir partide örgütlenmiş bir şekilde dünya çapındaki bir devrimi başarmak istiyoruz.
Peki ya milli burjuvazi tarihi görevini yerine getirmekten acizse? O zaman burjuvazi adına bu görevi tamamlama şerefi, sosyalizm mücadelesine geçişi sonraya, yani burjuva devriminin sonrasına erteleyerek proleter harekete mi devrediliyor? Bu sorunun yanıtı, proleter hareketin kendini burjuva aşamasına kısıtlamadan mücadelesini ivmelendirmesi ve başarısız bir burjuvazinin bıraktığı boşluğu doldurması gerektiğidir.
Lenin, Rusya’da burjuvazinin demokratik devrimi getirmekte başarısız olduğunu ve bunun proletaryaya burjuva siyasi iktidar aşamasını atlayarak direkt olarak sosyalist devlet için mücadele edebilme fırsatını verdiğini fark etti. Benzer bir şekilde, eğer İrlanda burjuvazisi milli bağımsızlığını kazanmaktan acizse, kendi çıkarlarını savunmak için mücadele eden proletaryanın görevi çifte devrime hazırlanmaktı. Proletaryanın kendi devrimi için mücadele etmeye başlamadan önce burjuvazinin iktidara yerleşmesini beklemesi gerekmez çünkü sosyalizm mücadelesi sanayi burjuvazisinin ve ücretli emekçilerin yükselişiyle ateşlenir ve bunu yapacak güce sahip olduğu her yerde proletarya iktidarı kendi adına alır.
Marksizm, dolayısıyla, demokrasi ve özgürlük mitlerine duyduğu saygıdan ötürü değil, yalnızca toplumda ulusal burjuvazi ile proletaryası arasında devam eden mücadelenin başlayabilmesi için burjuva demokratik aşamasının tamamlanmasını desteklemiştir. 1848’de yaşananlar açık bir şekilde göstermiştir ki proletaryanın kendi çıkarları için savaşmaktan başka gidebileceği bir yol yoktur. Marx, 1846’da Krakow’daki ayaklanmaya atıfta bulunarak, ayaklanmanın 2. yıldönümü vesilesiyle 22 Şubat 1848’de yaptığı bir konuşmada bazı önemli noktalara değindi:
«Tarihte çarpıcı benzerlikler var. 1793’teki Jakoben bugünün komünisti haline gelmiştir. 1793’te Rusya, Avusturya ve Prusya Polonya’yı bölüştüklerinde bu üç kuvvet, Jakoben ilkeler içerdiği iddiasıyla fikir birliğiyle kınanan 1791 anayasasını tekrar yürürlüğe koydu. Peki, 1791’deki Polonya anayasası ile ne ilan edilmişti? Bu, meşrutiyetten başka bir şey değildi: yasamanın ülkenin temsilcilerinin elinde olması, basın özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, kamusal yargı, serfliğin kaldırılması vs. ve tüm bunlar o zaman saf Jakobenizm olarak adlandırılıyordu! Böylece görüyorsunuz ki baylar, tarih ilerlemiştir. O günlerin Jakobenizmi bugün, liberalizm söz konusu olduğunda, hayal edilebilecek en ılımlı hale gelmiştir.
«Bu üç kuvvet de tarihle birlikte ilerlemiştir. 1846’da Krakow’u Avusturya’ya bağlayıp, Leh milletinin son kalıntılarına da el konulurken, bir zamanlar Jakobenizm dedikleri şeye artık komünizm ismini vermişlerdi.
«Peki, Krakow Devrimi’nin komünizmi neydi? Leh milletini yeniden kurmak istemek komünizm mi demekti? Bunu demek, Napolyon’un Avrupalı koalisyona karşı milletleri kurtarmak için verdiği savaşın komünist bir savaş olduğunu ve Viyana Kongresi’nin taç giymiş komünistlerden oluştuğunu söylemek gibidir. Yoksa Krakow Ayaklanması demokratik bir hükumet kurmak istediği için mi komünistti? Kimse Bern ve New York’un milyoner vatandaşlarını komünist eğilimlerle suçlamayacaktır. Komünizm sınıfların varlığının gerekli olduğunu reddeder; tüm sınıfların ve sınıf ayrımlarının feshedilmesini ister. Krakow’daki devrimciler yalnızca sınıflar arasındaki siyasi farklılıkları ortadan kaldırıp, farklı sınıflara eşit haklar vermek istiyorlardı.
«Peki, kısaca, Krakow Devrimi ne ölçüde komünistti? Belki de feodalizmin zincirlerini kırıp, haraç mülkiyetini özgür mülkiyete dönüştürmeye çalıştığı için mi? Eğer Fransız mülk sahiplerine “Polonyalı demokratların ne istediğini biliyor musunuz? Onlar sizin zaten sahip olduğunuz türden bir mülk sahipliği istiyor.” diye sorulsaydı, onlar da “Çok haklılar” diye yanıt verirdi. Ama Mösyö Guizot ile birlikte Fransız mülk sahiplerine “Lehler sizin 1789 devriminde kurduğunuz ve ülkenizde hala var olan mülkiyeti ortadan kaldırmak istiyorlar” derseniz, “Ne!” diye bağırırlar. “Onlar devrimci, komünist; bu alçaklar ayaklar altına alınmalı!” (...)
«Daha da geriye gidelim. 1789’da insan haklarına ilişkin siyasi sorun, serbest rekabet sorusunu da içeriyordu. Peki, o zaman İngiltere’de ne oldu? Reform Yasası’ndan Mısır Yasaları’nın kaldırılmasına kadar tüm sorunlarda, siyasi partiler mülkiyet haklarındaki değişiklikler, mülkiyet sorunları, sosyal sorunlar dışında herhangi bir şey için mücadele ettiler mi? Burada, Belçika’da bile liberalizm ile Katoliklik arasındaki mücadele, sanayi sermayesi ile büyük toprak sahipleri arasındaki mücadeleden farklı bir şeydir».
Çeşitli ülkelerin egemen sınıfları arasında demokratik reform sorunu hakkında bölünmeler mevcuttur. Hâlihazırda iktidarda olanlar bakış açılarında muhafazakâr ve reformlara şiddetli bir şekilde muhaliflerdir. İktidar mücadelesine girişen yeni varlıklı sınıflar, kendi taleplerini bütün ulusun çıkarlarını yansıtıyormuşçasına göstermekteydiler. Fakat yeni alt sınıflar seslerini duyurdukları gibi hükümdar sınıflar ve burjuvazi bir bütün olarak aniden yeni bir dayanışma keşfettiler ve içgüdüsel olarak işçilere, yoksullara ve mülksüzlere karşı saldırdılar ve onları, çoğu zaman ortalığı bir kan gölüne çevirerek, susturuldular. Bu, Fransa’daki 1848 devriminin ve diğer tüm burjuva devrimlerinin tartışılmaz dersiydi.
Bir kez daha Marx’tan, 29 Haziran 1848’daki “Haziran Devrimi” başlıklı Neue Rheinische Zeitung makalesinden, alıntı yapacağız.
«Fraternité (uhuvvet), birinin diğerini sömürdüğü karşıt sınıfların kardeşliği, Şubat’ta ilan edilip, Paris’in her kışlasının ve her hapishanesinin cephelerine büyük harflerle kazınan bu fraternité, gerçek, saf ve yavan ifadesini iç savaşta buldu. En korkunç görünümüyle iç savaş, emeğin sermayeye karşı savaşıydı. Bu kardeşlik, proletaryanın Paris’i yanarken, kanarken ve ölüm sancıları içinde inlerken, burjuvazinin Paris’inin aydınlanmalar yaptığı 25 Haziran akşamı Paris’in tüm pencerelerinin önünde alevlendi.
«Bu kardeşlik yalnızca burjuvazi ve proletarya arasında çıkar kardeşliği olduğu sürece var olabildi. 1793’ün eski devrimci geleneklerine yapışıp kalan bilgiçler; burjuvaziden halk için sadaka dilenen ve proleter aslan uykuya daldığı sürece uzun vaazlarına ve kendilerinden ödün vermelerine izin verilen sosyalist doktrinerler; eski burjuva düzenini taçlı başı olmadan aynen korumak isteyen cumhuriyetçiler; şansın kendilerine hükümet değişikliği yerine bir hanedanın çöküşünü sağlama görevini dayattığı hanedan içi muhalefetin üyeleri; üniformalarını atmak değil, sadece tarzını değiştirmek isteyen meşruiyetçiler - bunlar halkın Şubat devrimini birlikte gerçekleştirdiği müttefiklerdi (...)
«Fransız burjuvazisinin 1789’dan beri gerçekleştirdiği çok sayıdaki devrimin hiç biri mevcut düzene saldırmamıştır; çünkü bu devrimler, sınıf egemenliğini, işçilerin köleliğini, burjuva düzenini, bu egemenliğin ve köleliğin siyasi biçimi sık sık değişse de muhafaza etmiştir».
Kapitalist çağı, keskince bir duvarla ayrılmayıp çeşitli bağlantılarla bağlı olsalar da, iki döneme ayırmak gereklidir. İlk dönem feodalizmin gerileme dönemidir ve yerini yavaşça her ulustan her sınıfın var olduğu geniş kitle hareketlerini siyasi sahneye çeken demokratik burjuva sistemine bırakır. İkinci döneminde kapitalist devletler tamamen gelişmiştir ve burjuvaziyle proletarya arasındaki çatışma giderek daha büyük önem kazanır.
Proletarya için tüm ulusların proleterlerinin birliği her şeyden önce gelir ve her ulusal talebi işçilerin sınıf mücadelesi açısından değerlendirir. Bu nedenle hem ezen ulusun burjuvazisine hem de ezilen ulusun burjuvazisine karşıdır.
Irk ve Millet Unsurları Bölüm 3 Kısım 7’den:
«Eski ve yeni polemik deformasyonlar, komünist proletaryanın programatik ve enternasyonalist pozisyonu ve mücadelesinin bazı ilk aşamalarındaki biçimsel olarak ulusal doğası arasında kafa karışıklığına yol açmıştı. Tarihsel olarak proletarya, ancak ulusal çerçevede bir sınıf ve bir siyasi parti haline gelebildi; benzer bir şekilde, kendi burjuvazisinin devletiyle savaşma eğiliminde olduğu ölçüde, iktidar mücadelesine ulusal bir biçimde girmiştir. Proletarya iktidarı ele geçirdikten sonra bile, bu güç, belirli bir süreliğine ulusal arenada kısıtlı kalabilir. Ancak bunların hiçbiri, burjuva ulusları oluşturmayı amaçlayan ve bunları “genel olarak” milletler olarak sunan burjuvaziyle, belirli bir aşamaya kadar ulusal birlik talebinin kullanışlı, ancak her zaman bir burjuva talebi olduğunu tam olarak anlamakla birlikte, uluslararası bir toplum kurmak istediği için yurtsever dayanışmayı ve “genel olarak” milletleri reddeden proletarya arasındaki zorunlu tarihsel karşıtlığı azaltmaz. "Enternasyonal ve Milliyetler Sorunu" başlıklı bölümde şunlar belirtilmektedir: Birinci Enternasyonal Genel Konseyi içinde ve Marx’ın kişisel önderliği altında yapılan ilginç bir dizi tartışma, milliyetlerin tarihsel mücadeleleri sorunundaki ilke hatalarını düzeltmemizi sağlayan gerçekleri ortaya koymaktadır. Bu mücadeleleri materyalist bakış açısıyla açıklamak yerine görmezden gelme eğilimi, ileri bir enternasyonalizmin kanıtı olmaktan ziyade, Marksizmin bir kenara bıraktığı ütopyacı ve özgürlükçü teorilerden türeyen tikelci ve federalist pozisyonların bir tezahürüdür».
Ve yine "Emperyalist Çağ ve Kurtarımcı Kalıntılar" bölümünde açıklanmaktadır:
«Devrimci burjuva bağımsızlık savaşları ve ulus devletlerin oluşumu çağında, Avrupa’da bile, daha küçük milliyetlerin başka milliyetten devletlere tabi olduğu birçok vaka vardır; yine de proleter Enternasyonal, kurtarımcılık nedeniyle devletler arasındaki savaşları haklı göstermeye yönelik her girişimi reddetmeli, her burjuva savaşının emperyalist amaçlarını açığa çıkarmalı ve işçileri bu tür savaşları her iki taraftan da sabote etmeye çağırmalıdır. Bunun hayata geçirilememesi, iki dünya savaşına eşlik eden oportünist dalgalar altında devrimci enerjilerin yok olmasına neden olmuştur; ve eğer kitleler oportünist liderliği (sosyal demokrat ya da kominformist) zamanında terk etmezse, bu başka bir savaşla sonuçlanacak ve böylece kapitalizmin şiddetli ve kanlı krizlerini bir kez daha atlatmasına izin verecektir».
Yüzlerce başka alıntıyla devam edebilirdik, ancak bunu ulusal ve ırksal
soruna dair -gelecek makalelere bırakacağız.
6. İrlanda Üzerine Marx ve Engels
Genç bir devrimci olan Engels, 1843 yılında Londra’dan yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
«Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, üçte ikisi paçavralar giyen hakiki proleterler ve sans-culottes (baldırı çıplaklar) ve dahası İrlandalılar, vahşi, dik kafalı, fanatik Galliler. İrlandalıları hiç görmemiş biri onları tanıyamaz. Bana iki yüz bin İrlandalı verin, ben de tüm İngiliz monarşisini devireyim. İrlandalı doğanın kaygısız, neşeli, patates yiyen bir çocuğudur. Yıkık dökük bir çatı altında, zayıf çay ve yetersiz yiyeceklerle doğup büyüdüğü topraklardan aniden bizim medeniyetimizin içine atılır. Açlık onu İngiltere’ye sürükler. İngiliz fabrika kentlerinin mekanik, egoist, buz gibi telaşında tutkuları uyanır (...)
«Ama İngiltere’de pek çok şey öğrendi. Toplantılara ve işçi derneklerine katıldı, feshin ne olduğunu ve Sir Robert Peel’in ne anlama geldiğini biliyor; kesinlikle birçok kez polisle savaştı ve peelers’ın [polislerin] acımasızlığını ve kötülüğünü iyi biliyor. O’Connell’ı [Liberallerin lideri] da duymuştur.
«Şimdiyse tekrardan, arazisinde patates ekili olan eski kır evine dönüyor. Patatesler hasada hazırlar, onları kazar ve artık kışın geçinebileceği bir şeyi var. Ama burada asıl kiracı ortaya çıkar ve kirayı talep eder. Allah aşkına, para nereden gelecek? Asıl kiracı kira için toprak sahibine karşı sorumludur ve bu nedenle mülküne haciz konmuştur. İrlandalı direniş gösterir ve sonrasında kodese atılır. Sonunda tekrar serbest bırakılır ve kısa bir süre sonra asıl kiracı ya da mülkün haczinde rol alan başka biri bir hendekte ölü bulunur.
«Bu, İrlandalı proleterlerin yaşamında her gün rastlanan bir hikâyedir. Yarı vahşi yetiştirilme tarzı ve daha sonraki tamamen medenileşmiş çevre İrlandalıyı kendisiyle çelişkiye düşürür, kalıcı bir kızgınlık ve sürekli yanan bir öfke durumuna sokar ve bu da onu her şeyi yapabilecek bir hale getirir. Ayrıca beş yüz yıllık baskının yükünü sonuçlarıyla birlikte taşır. Diğer yarı vahşiler gibi her fırsatta körü körüne ve öfkeyle saldırması, gözlerinin sürekli bir intikam susuzluğuyla yanması, saldırıp yok edebildiği sürece neye yöneldiğinin tamamen önemsiz olduğu yıkıcı bir öfke duyması şaşırtıcı mıdır? Fakat hepsi bu kadar değil. Keltlerin Saxonlara karşı şiddetli milli nefreti, ruhban sınıfının Protestan piskoposluk kibrine karşı beslediği ortodoks Katolik fanatizmi – bu unsurlarla her şeye ulaşmak mümkündür. Tüm bu unsular ise O’Connell’in ellerindedir. Ve emrinde ne kadar çok insan var! Evvelsi gün Cork’ta 150,000 adam, dün Nenaph’ta 200,000, bugün Kilkenny’de 400,000 ve böyle devam ediyor.
«İki hafta süren bu zafer alayı, hiçbir Roma imparatorunun sahip olmadığı türden. Ve eğer O’Connell gerçekten halkın refahını göz önüne alıyor olsaydı, eğer gerçekten de sefaleti ortadan kaldırmak isteseydi – eğer Repeal için olan bütün yaygara ve protestolarının arkasında zavallı, önemsiz orta yolcu amaçları olmasaydı - Sir Robert Peel’in şu anda sahip olduğu gibi bir gücün başındayken talep ettiğinde onu neyi reddedebileceğini gerçekten bilmek isterdim. Ama tüm gücüyle ve milyonlarca cesur ve çaresiz İrlandalıyla ne elde ediyor? Sefil birliğin yürürlükten kaldırılmasını bile başaramıyor; elbette bunun tek nedeni bu konuda ciddi olmaması, Muhafazakâr Bakanları zor durumda bırakmak ve orta yolcu dostlarını yeniden göreve getirmek için yoksul ve ezilen İrlanda halkını kötüye kullanmasıdır. Sir Robert Peel de bunu yeterince iyi biliyor ve bu nedenle 25.000 asker tüm İrlanda’yı kontrol altında tutmak için yeterli. Eğer O’Connell gerçekten halkın adamı olsaydı, yeterli cesarete sahip olsaydı ve kendisi de halktan korkmasaydı, yani ikiyüzlü bir Whig değil de dürüst, tutarlı bir demokrat olsaydı, son İngiliz askeri de çoktan İrlanda’yı terk etmiş olurdu, artık tamamen Katolik bölgelerde boşta gezen bir Protestan rahip ya da şatosunda oturan bir Eski Norman baronu olmazdı. Ama işte sorun da burada. Halk bir an için bile özgür bırakılsa, Daniel O’Connell ve paralı aristokratları, Muhafazakârları zor durumda bırakmak istediği gibi, kısa sürede zor durumda kalacaklardır.
«Daniel’in Katolik din adamlarıyla yakın ilişkisinin nedeni de budur. İrlandalıları tehlikeli sosyalizme karşı uyarmasının ve görünüşte demokrasiden bahsetse de Çartistlerin sunduğu desteği reddetmesinin nedeni de budur - tıpkı Louis Philippe’in zamanında Cumhuriyetçi kurumlardan bahsettiği gibi - ve bu nedenle İrlanda halkının siyasi eğitiminden başka bir şey elde etmeyi asla başaramayacaktır ki bu da uzun vadede hiç kimse için kendisine olduğundan daha tehlikeli değildir».
O sırada henüz 23 yaşında olan Engels’in bu mektubu, 1843 yılında
İrlanda’daki durumun nasıl olduğu hakkında iyi bir fikir vermektedir. Sonraki
yıllarda hem o hem de Marx İrlanda sorunuyla bir bütün olarak giderek daha fazla
ilgilenecek ve diyalektik ölçütlerle yüzyıllardır süren Anglosakson egemenliğine
karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin önemini geliştireceklerdir.
Nüfus istatistiklerine bir bakış, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında İrlanda’yı vuran trajedinin boyutlarını bize göstermektedir:
1801 5.319.867 1811 6.084.996 1821 6.869.544 1831 7.828.347 1841 8.222.664 1851 6.623.985 (!) 1861 5.850.309
Bugün bile İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda’nın toplam nüfusu dört buçuk milyondan biraz fazladır!
1845’ten 1848’e kadar üç yıl süren ve özellikle patates mahsulünü etkileyen kötü hasatlar sonucu 1 milyon İrlandalı öldü ve yaklaşık olarak aynı sayıda insan ise göç etmek zorunda kaldı. Aslen Orta Amerika’da yetişen patates bitkisi, Avrupa’ya sadece botanikçilerin ilgisini çeken nadir bir bitki olarak tanıtılmıştı. Ancak İrlanda’da, 1663’teki korkunç bir kıtlıktan sonra gıda bitkisi olarak kullanılması yaygınlaştı.
Bu sırada Kuzey İrlanda’da (Ulster) İngiliz sanayi devrimi, sadece birkaç yıl
önce ayrılıkçı olan Protestan burjuvazinin talihini İmparatorluğunkine bağladı.
Ancak İngilizlerin sömürgeci politikaları işçi sınıfının Protestan kesimini de
kazanmayı başardı ve böylece proletaryanın kalbinde çözülmez bir bölünme yarattı.
Protestan işçilerin patronlarının çıkarlarıyla özdeşleşmelerinin sağlanması
mezhepçiliğe kuşkusuz katkıda bulundu ve buna ekonomik ayrıcalıklar da eşlik
etti. Bunların tamamının sömürgeci aristokrasinin bir ürünü olan Orange
Mezhebi’nden (İsmini, Katolik II. James’i yenip 1688’de Büyük Britanya tahtını
Protestan paralı asker Orangelı William’dan alır) etkilenmişlerdir.
Sınıflararası bir yapısı olan bu teşkilat Katolik ve Protestan proletarya
arasındaki mezhepçi anlaşmazlıkların körüklenmesinde son derece aktifti.
İrlandalılara emperyalizmin ve büyük toprak sahiplerinin amansız zulmünün kesin kanıtını gösteren kıtlığın travmasından sonra 70’lerde, İrlanda’yı yabancıların hâkimiyetinden özgürleştirmek için güç kullanmaya kararlı cumhuriyetçi Fenian hareketi ortaya çıktı.
Kaçınılmaz olarak İngiltere ile açık bir çatışma anlamına gelen uzun bağımsızlık mücadelesi, on dokuzuncu yüzyılın sonunda İrlanda Milliyetçi Partisi’nin İngiliz egemen sınıfının iki partisi olan Muhafazakârlar ve Liberaller arasındaki rekabetten yararlanmayı başarmasıyla yeniden canlandı. Parnell liderliğindeki İrlandalı milletvekilleri, İrlanda’ya Home Rule (Özerk Yönetim), yani kendi kendini yönetme sözü veren Liberal Parti’yi desteklemeye karar verdiler.
1886’da İngiltere’deki Liberal hükumet İrlandalı milletvekillerinin zorlaması sonucu İrlanda’ya kısmi özerklik veren Özerk Yönetim Yasası’nı öne sürme kararı aldı. Muhafazakârların desteklediği Ulster Protestanları bu tasarıya öylesine bir şiddetle karşı çıktı ve hükumet düştü. Tasarı, daha sonrasında Avam Kamarası’nda (Birleşik Krallık Parlamentosu Alt Meclisi) hem Liberal Parti’deki gericilerin partiden ayrılması hem de doğal olarak Muhafazakârların muhalefeti nedeniyle bir çok kez yenilgiye uğrayacaktır.
Muhafazakârlar, 80’lerden sonra ülkenin kuzey ve güneyindeki ekonomik farklılıkların bir yansıması olarak Katolikler ve Protestanlar arasındaki dini uyuşmazlıkları sistematik olarak istismar edecektir.
Lord Randolph Churchill, 1866’da Belfast’ta dini farklılıkları istismar ederek Protestan azınlığın İngiltere’yle olan ekonomik bağlılıklarını korumak için “Orange kartını oynamaya” karar vermiştir. Bu aslında İngiltere’nin artık İrlanda’nın tamamına hükmetmeyi umut edemeyeceğinin ve gerektiğinde İrlanda’nın sadece bir kısmına tutunmaya hazır olması gerektiğinin kabulüydü.
Dini anlaşmazlıkları körükleme politikası, bağımsız ve birleşik İrlanda için mücadele eden son Protestan lider olan Charles Stewart Parnell’in düşüşünün ana sebeplerinden biriydi. İrlanda Milliyetçi Partisi’nin çöküşü, birleşik ve bağımsız İrlanda sorununun ertelenmesine sebep olsa da toprak reformu için olan mücadele tüm ada boyunca hızlanacak ve Katolik toprak sahibi sınıfın öz yönetim için olan mücadelelerine yeniden hayat verecektir.
Parlamenter yolun başarısızlığı ve Westminster’daki İrlandalı milletvekillerinin aşırı popüler lideri Parnell’in ölümünden sonra, siyasi sahnede bağımsızlık için daha radikal yollar kullanmaya kararlı örgütler yeniden ortaya çıkmıştır.
Liberal Parti, 1914’te sonunda kabul edilene kadar, yeni Özerk Yönetim tasarılarının da engellendiğine tanıklık edecektir. Yine de İngiliz burjuvazisi arasındaki anlaşmazlıklar devam etmiştir. Bazısı İrlanda’ya bağımsızlık vermek isterken, diğerleriyse İrlanda’dan feragat etmek yerine savaşa gitmeyi tercih etmiştir. Winston Churchill İrlanda’nın tamamen bağımsızlığını savunan akımın konuşmacısıydı ve hatta 1912’de Ulsterli Protestanları Özerk Yönetim hareketinin başına geçmeye ikna etmek için Belfast’a gitti ancak tavsiyesi ölü bir mektup olarak kaldı.
Ulster’de yasaya karşı bir ayaklanma tehlikesini Deniz Kuvvetleri Birinci
Lordu olan Churchill “Eğer ki Belfast silahlı direnişi kafasına koymuşsa,
donanmam şehri 24 saat içerisinde yerle bir edecektir.” diyerek doğrulamıştır.
İmparatorluğun iyi bir hizmetkârı olan Churchill’e göre her türlü direniş
ezilmeliydi ve eğer Ulster’de bir ayaklanma çıksaydı, tıpkı işçilerin grevleri
ve protestolarıyla karşılaştığında ne yapacağını bildiğini gösterdiği gibi, bu
ayaklanmaları ezmekten kesinlikle çekinmezdi. Özerk Yönetim yasasının
yürürlülüğe girme ihtimali, ülkeyi 1914 Yazına kadar olan dönemde gerçekten de
iç savaşın eşiğine getirmiştir. Yalnızca Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi
güneydeki İrlandalı Gönüllüler ve Edward Carson’ın yönettiği kuzeyli Ulster
Gönüllülerin arasındaki yüzleşmenin önüne geçecekti. Ancak savaş yalnızca
kaçınılmaz olanı ertelemişti.
9. I. Dünya Savaşında İrlanda’daki Burjuvazi ve Proletarya
Birinci Dünya Savaşı öncesi yaşanan protestolar ve grevler sırasında Sinn Féin’in resmi yayın organı, grevi affedilemez bir günah olarak değerlendirdi. Arthur Griffith, bağımsız işçi hareketlerini bizzat kınamış ve devrimci lider James Larkin’e kin ve nefret kusmuştur. Griffith, Larkin’in sınıfı ulusun önüne koymasını hazzedemiyordu. Savaş çıktıktan sonra ise İngiliz işçi sınıfının birçok enternasyonalist liderinin birdenbire aşırı jingoist olmasının hazzını yaşayacaktır.
1913’te Griffith aşağıdaki pozisyonları formülize etti:
«Sinn Féin, bölümsel değil ulusal bir harekettir ve ulusal olduğu için de
ulusun içindeki baskılara ve haksızlıklara tahammül edemez. En azından benim
sesimle, kendisini herhangi bir sınıf savaşıyla ya da sınıf savaşı girişimiyle
ilişkilendirmeyecektir. Birçok sınıf olabilir ancak sadece tek bir ulus olabilir.
İrlanda’nın bir isimden ibaret olduğuna ve başka bir şey olmadığına, İrlandalı
emekçilerin çıkarının ulusu yaşatmaktan değil, yok etmekten geçtiğine,
insanlığın kurtuluş yolunun evrenselcilikten, kozmopolitizmden ya da
milliyetçilikten başka herhangi bir -izmden geçtiğine inananlar varsa, ben
onlarla birlikte değilim (...) İnanıyorum ki, hiç kimse bütün insanlığı eşit derecede sevdiğini
söylemeyecektir, çünkü biliyorum ki bütün insanlığı eşit derecede seven kimse
özel olarak birisini sevemez. Biliyorum ki komşularının çocuklarını kendi
çocuklarıyla eşit derecede seven bir adam, kötü bir babadır». (Sinn Féin, Kasım 1913)
Griffith’in öne sürdüğü “Özgür Ulus” kavramı çoğunlukla kendisinin Macaristan’ı bir model olarak incelemesi ve ulusal bir ekonomiyi geliştirmek için korumacılığı savunan Alman burjuva ekonomisti Friedrich List’in ekonomik fikirleri üzerine kuruluydu. Fakat bağımsız ulusal ekonomiler, eğer böyle bir şey varsa veya var olmuşsa, birdenbire ortaya çıkmaz. Ulusal bir ekonomi yalnızca içsel sosyal saldırılardan ve yabancı burjuvaziye karşı üretim ilişkilerinin devamlılığını garanti eden bir devlet tarafından bir arada tutulabilir ve bir devletin ortaya çıkması için öncelikle bir temeli olması gerekir. Ancak süreç başladıktan sonra devlet otoritesini yeni iktidar gücünün ekonomik çıkarlarını savunma yetkisini kullanır; bu aynı zamanda yeni düzene tehdit oluşturduğunu kanıtlayanları da baskı altına almak anlamına gelir.
Milliyetçi özlemler ile Eire "Özgür Devleti "ndeki karşı-devrimin örtüşmesi
konusunda iki ünlü kişiden bahsedeceğiz. Bunlardan ilki, James Connolly’nin
anlattığına göre, kendisini yol kenarında taş kıran bir İrlandalıyla konuşurken
bulan, on dokuzuncu yüzyılın başlarında seçkin bir milliyetçi olan Daniel
O’Connell’dır. O’Connell, İrlandalı’nın sorusuna yanıt olarak, gelecekte
bağımsız bir İrlanda’da hala taş kırıyor olacağını inkar edememiştir. İkinci ve
daha açık bir örnek, Sinn Féin’in kurucusu ve yirminci yüzyılın başlarında
milliyetçi hareketin "teorisyeni" olan Arthur Griffith ile ilgilidir: bu sıfatla
İrlandalıların kendi ülkelerinde yaşama ayrıcalığı için daha az paraya çalışmaya
razı olmaları gerektiğini ilan etmiştir. Yerel burjuvazinin ulusal inancın bu
kısmına son derece hevesli olması ve daha sonra Griffith’in Birleşik Krallık ile
yapılan ve İrlanda Özgür Devleti’nin kurulmasına yol açan anlaşmanın
yazarlarından biri olması şaşırtıcı değildir.
1894’te o zamana kadar bağımsız hareket eden çeşitli sendikalar bir araya gelerek İrlanda Sendikalar Kongresi’ni oluşturdular. 1908’den 1913’e kadar işçi hareketi istikrarlı bir şekilde güçlendi. Zor kriz dönemlerine grevler ve protestolarla karşı koyarlarken, aynı zamanda İrlanda İşçi Partisi ortaya çıktı. Bu sırada 1905’te, İngiliz hukukuna açıkça meydan okuyarak, İrlandalı milletvekillerinin Westminster’dan çekilip Dublin’de bir parlamento kurulmasını öneren Sinn Féin (Yalnızca Kendimiz) kuruldu.
1914’te James Connolly liderliğinde İrlanda işçi sınıfı, İngiliz polisinin zulmüne rağmen, emperyalist savaşa karşı topyekûn bir mücadeleye girişti.
Temmuz 1916’da yazılan “Kendi Kaderini Tayin Etme Tartışmasının Özeti” başlıklı makalesinde Lenin:
Mart 1916’da Amerika’da, orada yaşayan yaklaşık 3.000 İrlandalının katıldığı bir Kongre düzenlendi. Kongre İrlanda için bağımsızlık talep eden bir kararı onayladı ve İrlanda Özgürlüğünün Dostları adını alan bir örgütün temelini attı.«İrlanda’daki bir isyanın İngiliz emperyalist burjuvazisinin iktidarına indireceği bir darbe, Asya veya Afrika’da indirilen aynı güçteki bir darbeden siyasi açıdan yüz kat daha önemlidir.” diye yazacaktı». Ve devam ediyor: «İrlandalıların talihsizliği, proletaryanın Avrupa’daki isyanının olgunlaşmasına zaman kalmadan ayaklanmalarıdır. Kapitalizm, çeşitli isyan kaynaklarının geri dönüşler ve yenilgiler olmaksızın hemen kendiliğinden birleşebileceği kadar uyumlu bir şekilde inşa edilmemiştir. Öte yandan, isyanların farklı zamanlarda, farklı yerlerde ve farklı türlerde patlak verdiği gerçeği, genel hareketin geniş kapsamını ve derinliğini garanti eder».
Çalışan kitleler arasında bir başka örgütlenme daha gelişiyordu: İrlanda Yurttaş Ordusu, proleterleri polisin saldırılarından korumakla görevli bir işçi milisiydi. Aynı dönemde sınıflar arası örgütler de ortaya çıktı: Belfast’ta sendikacılar tarafından Britanya İmparatorluğu’nun üyeliğinin devamını güç kullanarak savunmak için kurulan Ulster Gönüllü Gücü (UVF) vardı; diğer tarafta ise İrlanda Gönüllüleri.
Dünya savaşı sırasında milliyetçi hareket İngiltere’ye karşı mücadele konusunda büyük ölçüde sessiz kaldı, çünkü Home Rule fiilen kabul edilmişti. Ancak savaş sırasında aktif bir yol izleyen iki eğilim vardı. Roger Casement ile bağlantılı olan birinci eğilim, Almanya’yı özellikle silah sağlayarak (bazılarının İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sına baktığı gibi) destek ve yardım kaynağı olarak görüyordu: bu senaryoda Almanya, İngiltere’ye karşı savaşında bağımsız bir İrlanda’dan destek alacaktı, ancak İrlanda sadece bir efendiyi diğeriyle değiştirmiş olacaktı.
Connolly’nin başlıca temsilcisi olduğu ikinci eğilim, nefret edilen İngiltere’nin zor durumda olduğunu görmüş ve İrlanda genelinde başarılı bir isyan başlatmak için bir fırsat olduğunu öne sürmüştür.
1916 Paskalya Ayaklanması, İrlanda halkının tarihinde bastırılma vahşeti ile uzun süre hatırlanacaktır. İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği’nin son anda çekilmesi nedeniyle ayaklanma esas olarak Dublin’le sınırlı kalmıştır. İngiliz işgal kuvvetlerini gafil avlayan isyancılar Dublin’in bir bölümünü ele geçirmeyi başardılar. Tecrit edilmiş olmalarına rağmen cesurca direnen ve 20,000 askerden oluşan bir güçle karşı karşıya kalan isyan, büyük bir katliam ile bastırıldı. Bir mahkeme parodisinin ardından Paskalya isyanının liderleri İngiliz idam mangaları tarafından idam edildi: ayak bileğinden yaralı olan Connolly’ye, kurşuna dizilmeden önce bir sandalyeye bağlanma lütfunda bulunuldu.
Connolly özellikle ileri fikirleriyle öne çıkmıştı: sosyalist bir
cumhuriyet kurmak için sınıf mücadelesini ulusal kurtuluş mücadelesiyle
birleştirmek; bunun için de İngiliz ordusunu kovmak gerekiyordu. Bir başka
önemli sezgisi de İrlanda’nın bölünmesinin (o dönemde zaten ilerleme kaydeden
bir öneriydi) Ulster’deki ve tüm Ada’daki proletarya için trajik sonuçlar
doğuracağıydı: işçi hareketi içinde Protestanlar ve Katolikler arasındaki birlik
zaten kırılgandı ve Kuzey ve Güney arasında bölünmüş bir İrlanda ile bir «gericilik
âlemi»serbest bırakılacaktı.
Savaşın bitmesiyle beraber İrlanda’nın bağımsızlığı için verilen mücadele yeniden kuvvetlendi ve Londra hükumetinin tepkisi her türlü isyan teşebbüsünü kanla boğmaya çalışmak oldu. Black and Tans’in vahşeti ve Auxilaries’in daha rafine terörizmi bağımsızlık mücadelesini daha da alevlendirdi. Ateşe verilen İrlandalı kasabalar ve köyler, kırsaldaki pusular, sokaklarda infaz edilen bireyler; tutuklanmalar, gözaltılar ve açlık grevleri; İngiliz İstihbarat Servisi’nin kötü şöhretli ’Kahire Çetesi’ ile Michael Collins’in şebekesi arasındaki gizli savaş, savaş sonrası İrlanda’da her gün yaşanan olaylardı.
1918’de savaşın bitmesiyle beraber, Birleşik Krallık genelinde yapılan genel seçimlerde Sinn Féin Avam Kamarasındaki 105 İrlandalı sandalyenin 73’ünü ele geçirdi. Askeri yenilgi - seçim zaferi.
21 Haziran 1919’da demokratik bir şekilde seçilmiş delegelerin oluşturduğu İrlanda Parlamentosu Dáil Eireann kuruldu. Bu parlamento, cumhuriyetin burjuva anayasasını onaylayacak ve milli bağımsızlığı ilan edecekti. Demokratik bir program benimsendi ve bir kabine atandı, mahkemeler kuruldu ve IRA Savunma Bakanı’nın kontrolü altına alındı.
Son olarak Londra hükumeti, Kuzey’deki 6 ilçeye özel statü verilmesi koşuluyla 26 ilçeye ayrı bir parlamentonun teklif edildiği gizli görüşmelere başlayacaktı. Bunun temeli, Ada’nın iki bölümü için ayrı parlamentolar öneren 1920 tarihli İrlanda Hükümeti Yasası’nda zaten ortaya konmuştu.
Britanya Hükumeti, 11 Temmuz 1921’de tüm İrlandalı mahkûmların serbest
bırakılacağı ateşkes için gerekli koşullar sağlanmadan önce bazı tavizler vermek
zorunda kaldı. Orta ve güney İrlanda’nın bağımsız devlet olacağı bir bağımsızlık
biçimi için müzakereler de başladı. Londra’yla yapılan antlaşma, Güney’de kendi
ordusu Ulusal Orduya ve polis gücüne sahip olacak bir Parlamento için seçimler
yapılmasını öngörüyordu. Nitekim 1922 yılında, İngilizlere karşı savaşmış olan
Gönüllülerin silahlı birlikleri hala yerindeyken Ulusal Ordu kurulmaya başlandı.
Yeni kurulan orduda hem acemi hem de tecrübeli askerler vardı; bu askerlerin
kökenleri farklıydı ama çoğunlukla Amerikan, İngiliz ya da İrlanda ordularının
eski mensuplarıydı.
Eğer biraz geriye gidersek, Eylül 1919’da bir İngiliz askeri bildirgesiyle Dáil Eireann yasa dışı ilan edilmiş, tüm cumhuriyetçi gazeteler yasaklanmış ve İngilizler Temmuz 1921’deki ateşkese kadar süren bir terör saltanatı sağlamıştı. Bu dönem esnasında ülke silah zoruyla güneyde sözde bağımsız (kendi kendini yöneten, İngiltere kralının şahsına bağlı, ancak kendi hükümeti ve ordusu olan, İngiliz Milletler Topluluğu üyesi) bir devlet ve kuzeyde Birleşik Krallık’ın bir eyaleti (Ulster) olarak bölünmüştür.
Kilit nokta, 26 iliyle birlikte Éire’nın (İrlanda Cumhuriyeti), ağırlıklı olarak Katolik ve tarımsal bir bölge olarak kalması ve iki bölge arasından fakir olan olmasıydı. Öte yandan kuzeydeki Ulster’ın 6 ili, ağırlıklı olarak Protestan’dı, daha çok sanayileşmişti, verimli bir limana sahipti ve Büyük Britanya Birleşik Krallığına bağlı kalmıştı. İrlanda’nın kaderi çizilmişti ve proletarya bölünmüş ve yenilmişti. Yenilmiş, ama kırılmamıştı!
Connolly’nin önsezisi doğru çıkmış, İngiliz Burjuvazisi Protestan ve Katolik proletaryayı bölmüş ve birbirlerini boğazlamalarını başarmıştı. Ancak Britanya Ulsteri’nin kurulması, 1800’den beri var olan İngiliz emperyalist çıkarlarıyla güçlü bağları olan, ülkenin kuzeyinde yoğunlaşmış birlikçi burjuvazinin çıkarlarını da korudu.
Orangeist ideolojinin sınıf işbirlikçiliği Katolik azınlığa göre maddi olarak ayrıcalıklı bir konumda bulunan Kuzey’in Protestan işçi sınıfını yerel burjuvazinin çıkarlarına bağlamayı başarmıştı. En başından beri Ulster, açık bir dini ayrımcılığa dayalıydı ve dini mezhepçilik de elbette emperyalist sınıf egemenliğinin gerçek yüzünü gizleyen çarpıtıcı bir aynadan ibaretti.
Birlikçi burjuvazinin Stormont parlamentosunda ve hükumette sahip olduğu güç, Protestan işçilerin Katolik işçilerden ayrı tutulmasını sağlayacak maddi koşullar üzerinde tam bir kontrol sağladı. Protestan olmak, konut ve iş tahsisinde öncelikli olacağınız anlamına geliyordu. Dolayısıyla Protestan olmak, birlikçi olduğun, Büyük Britanya ve onun egemen sınıfıyla özdeşleştiğiniz ve Katoliklere karşı, Amerika’daki yoksul beyazların Afro-Amerikalılara karşı beslediği hislere benzer hisler beslediğiniz anlamına geliyordu. Devletin yapısına içkin olan mezhepçilik, daha sonra dünyadaki en baskıcı kamu düzeni yasalarından bazılarıyla pekiştirilecek ve korunacaktı.
1922’deki Özel Yetkiler Yasası Kuzey İrlanda hükümetine yıkıcılığa karşı olağanüstü yetkiler verdi. Bu güçler arasında arama emri olmaksızın tutuklama, dolayısıyla yasal savunmanın ortadan kaldırılması; toplantıların ve siyasi yayınların yasaklanması, yargılama olmaksızın ve belirsiz sürelerle gözaltında tutma; ateşli silah ve patlayıcı bulundurmanın ölüm cezasına çarptırılması ve mahkûmların kırbaçlanması ve eşyalarına el konulması vardı. Askeri düzeyde, sadece Protestanlardan oluşan ağır silahlı bir polis aygıtı, Ulster’in gerçek polis gücü olan Ulster Kraliyet Polis Teşkilatı (RUC) ve Birlikçi partiyi destekleyen B-Özeller adlı Orangeist gönüllülerden oluşan silahlı bir birlik vardı. Ve bir de görevi Protestan üstünlüğü duygusunu tabanda canlı tutarak Protestan siyasi coşkusunu uyandırmak olan sosyal örgütler olan Turuncu Localar vardı.
Katolik azınlıktan olanlar tıpkı Amerika’nın güney eyaletlerindeki siyahiler
gibi siyasi temsilden mahrum, özgürlükleri yok eden yasalarla baskılanmış ve
barınma, eğitim ve her şeyden önemlisi istihdam konularında ayrımcılığa
uğramışlardır.
13. Güney’de Burjuvazinin Karşı Devrimi
Fakat antlaşma, İrlandalı Cumhuriyetçiler tarafından oybirliğiyle kabul edilmedi. Hatta İrlanda’nın bölünmesine sebep olması büyük anlaşmazlıklara yol açmıştı. Birkaç ay boyunca güneydeki yeni devlet antlaşmayı destekleyenler ve antlaşmanın Kuzey’e genişletilmesi için mücadele etmeye devam etmek isteyenler arasındaki çatışma sebebiyle ülke adeta felç geçirmişti. Aslında antlaşmayı imzalayanlardan biri olan Michael Collins’i potansiyel rakipleri susturmak amacıyla yeni devleti ve orduyu düzenlemesi için ısrar eden, Sinn Féin’in kurucularından ve bir diğer imza sahibi olan Arthur Griffith’ti
Kısa bir süreliğine eski yoldaşlardan oluşan iki taraf, anlaşmazlıklarını şiddetli yollarla çözmeye isteksiz görünüyorlardı. Fakat bu durum daha fazla süremezdi. Adına yakışır her devletin ekonomiye öncelik vermesi, kamu güvenliğini koruması ve kendisine karşı çıkan herkesi silahsızlandırması gerekir ve 26 ilçeden oluşan yeni devlet de diğerlerinden farklı değildi. Dolayısıyla bu ulusal devlet ile muhalifleri arasında açık bir çatışma kaçınılmaz hale geldi.
İngilizlere karşı savaşan güçler olarak bilinen İrlanda Cumhuriyet Ordusu ortadan ikiye bölünecekti. İngiltere ile yapılan Antlaşmaya bağlı kalanlar Griffith’in Başkan olduğu Hükümet etrafında toplanırken, Ulster yeni İrlanda Devletine dâhil edilene kadar Kuzey’deki mücadelenin devam etmesini isteyenler yeni devletin dışında kaldılar.
Antlaşma karşıtı tarafın karargâhı Dublin’deki Four Courts’ta bulunuyordu. IRA’nın bölünmesinin ardından antlaşma karşıtları tarafından yeniden başlatılan Belfast’taki işyerlerinin boykot edilmesi politikasını uygulamak amacıyla yerel bir garaj basıldı ve misilleme olarak boykotu organize eden kişi tutuklandı. İsyancılar buna Ulusal Ordu’dan bir generali kaçırarak karşılık verdi. Bu süre zarfında antlaşma karşıtları Dublin’deki diğer kilit noktaları ele geçirdiler. Öfkeden gözü dönen Collins durumun derhal çözülmesini talep etti. Ertesi gün, 27 Haziran 1922’de, isyancılar teslim olmaları için bir ültimatom aldılar. Gece yarısı isyancılardan "Cevap Yok" yanıtı geldi. Ertesi gün saat sabah 4’te Ulusal ordu, İngilizlerden ödünç aldıkları toplarla Four Courts ve etrafını bombalamaya başladı. 3 gün süren bombardıman sonrası kuşatma altındaki isyancılar ağır kayıplar verdiler. Kıdemli bir cumhuriyetçi asker olan Cathal Brugha için bu başka bir 1916’ydı. Birçoğu eski yoldaşları tarafından esir alınmaktansa ölümü tercih etti, diğerleri ise rehin alındı.
Bu rehinelerden dördü aslında kısa bir süre sonra, bir Dáil üyesinin vurulmasına misilleme olarak, Free State (Özgür Eyalet) kabinesi tarafından önerilen ve onaylanan bir infazla kurşuna dizildi. Rory O’Connor, Liam Mellows, Joseph McKelvey ve Richard Barrett olmak üzere dört mahkûm seçildi ve hepsi ertesi sabah idam edildi. Bir duruşmanın taklidi bile yoktu. Seçilen dört kişi İrlanda’nın dört ili Leinster, Connaught, Ulster ve Munster’i temsil ettiği söylenmişti. Fakat her şeyden önemlisi çok fazla şey bildikleri için öldürülmüşlerdi. Bu, devlete karşı isyan etmek isteyen herkese karşı bir savaş ilanıydı ve İrlandalılara baskı yapabilecek olanların sadece İngilizler olmadığını gösteriyordu. Bunu, eski işgal güçlerinin tarzında, genellikle gece yarısı gerçekleştirilen bir tutuklama dalgası izledi. Harry Boland gibi bazı mahkûmlar "kaçmaya çalışırken" vuruldu.
Sonrasında iç savaş, köyden köye bütün kırsala yayıldı. İsyancılarla baş etmek için Flying Columns (hızlı kara birlikleri) kuruldu ve Collins de bu saldırılardan birinde pusuya düşürülüp öldürüldü. Genel olarak eski silah arkadaşlarına karşı yapılan eylemlerin sayısı oldukça fazlaydı. Burjuva devletinin savunulması gerekiyordu. Düzeni korumak gerekliydi!
Peki, bu olaylar dizisi diğer burjuva devrimlerinin deneyimlerinden farklı mıydı? Hiç de değil! Her zaman olduğu gibi, burjuva devrimi gerçekleştirildikten sonra geriye kalan tek devrimci potansiyel, burjuva rejimine karşı proleter mücadeledir
1923’ten bu yana İrlanda hem Kuzey’de hem de Güney’de şu ya da bu türden toplama kamplarıyla doludur. Aralarındaki farklılıklara rağmen, Belfast, Dublin ve Londra’nın çıkarları, mevcut devletlere karşı her türlü muhalefetle mücadele edilmesi ve bunların yenilgiye uğratılması konusunda birleşmiştir.
İrlanda’daki egemen sınıf kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir ve bunu bu şekilde sürdürmek niyetindedir.
İrlanda hakkında eklememiz gereken başka bir şey varsa, hala özel mahkemeler, toplama kampları, devlet karşıtlığını suç sayan yasalar, sansür vb. ile donatılmış olduğunu hatırlayalım. Arthur Griffith’in öngördüğü "Özgür Eyalet" için hiç de fena değil!
Peki, 1921-23 İrlanda İç Savaşı’nı nasıl değerlendiriyoruz? Hala tamamlanması
gereken bitmemiş bir burjuva devrimi mi var? İrlanda’nın ulusal birleşmesi,
başka bir şey yapılmadan önce gerçekleştirilmesi gereken kaçınılmaz bir aşama
mıdır?
14. “İhanete” Uğrayan Milliyetçilik?
Sinn Fein ve benzerleri tarafından bugünlerde hala kullanılan bir argüman, milliyetçi özlemlerin "ihanete uğradığı "dır. 1798 anayasası ve 1919 Dail bildirgesi yerine getirilmemiş demokratik ilkelerin mükemmel örnekleri olarak anılmaktadır. Meydan okunması gereken eski yanılgılar.
Her ülkede burjuvazi, tutkuları alevlendirmek ve halkı, özellikle de proletaryayı savaşa teşvik etmek için her zaman özgürlük, demokrasi ve milli birlik hakkında coşkulu sloganlar atmıştır. İşçi sınıfının feodal mutlakiyetçilik ve emperyalist hâkimiyete karşı mücadelede kendi burjuvazisiyle ortak düşmanlarına karşı belli bir noktaya kadar ortak bir cephe oluşturması doğruydu; Fakat bu sadece yerel burjuvazi ve proletaryanın çatışan çıkarlarının, "ulus" içerisinde sınıf mücadelesinin patlak vermesine ve onu ikiye bölmesine neden olana kadardı. Napolyon’un Paris sokaklarını yaylım ateşiyle temizlediği Fransız Devriminden İrlanda Cumhuriyeti’nin ilanına ve müteakip iç savaşa kadar her burjuva devrimi aynı yolu izlemiştir. Burjuvazi demokrasiye “ihanet” etmez, sınıfların üzerine kurulduğu ve çıkarları sürekli çelişki içinde olan ulusal ekonomiyi temsil eden ve savunan devlette kişileşmiş sınıf egemenliğini savunur. Bu türden değişiklikleri getiren bireysel kararlar değil, yüzyıllar süren insanlık tarihinin ve son olarak sayısız işçi kuşağının mücadele ve acılarının ürünüdür. Burjuvazi, tüm özgürlük ve ulusal uyum söylemlerine rağmen, despotik rejimlerini savunmak için savaşan feodal baronlar gibi koşulların esiridir.
Burjuvazi iktidarı ele geçirdiği gibi devletini organize etmek, mülkiyeti korumak, bir polis gücü ve ordu kurmak ve proletaryanın çıkarlarına karşı, henüz yeni devrilmiş olan devlet gibi işlev görmek zorundadır. Çok geçmeden muhalifler hapse atılır, rehineler alınır, jürisiz özel mahkemeler ve toplama kampları kurulur vs.
Hiç kimse Eire olarak bilinen İrlanda Devleti’nin böyle bir devlet olduğunu inkâr edemez. Hatta Devlete Karşı Suçlar Yasası (1939), Özel Mahkemeler vb. gibi bazı yasal önlemler konusunda İrlanda öncü olmuş ve Ulster’deki yetkililerin kısa bir süre sonra taklit ettiği yenilikleri getirmiştir. İki devletin bu ortak çıkarı aslında, nüfusun dizginlendiği birleşik İrlanda’nın burjuva biçimi olan Anglo-İrlanda anlaşmasına da yansımıştır. Burjuva demokratik yönetiminin mucizeleri sayesinde, tüm Ada artık polis/garda’nın sıkı kontrolü altındadır.
Ancak elbette burjuvazinin içinde, hem devrim sırasında hem de sonrasında,
devrimin ne kadar ileri gitmesi gerektiği konusunda her zaman ayrışmalar ve
anlaşmazlıklar olmuştur ve bu da milliyetçiler arasında yoğun iç çatışmalara yol
açmıştır. Burjuvazinin "ihaneti" yanılsamasına yol açan da işte bu şiddetli
çatışmadır. Kuşkusuz burjuvazi tarafından reddedilen, kovulan, hapsedilen ve
bazen öldürülen bireyler vardır ve bunlar için bu olaylar ne yazık ki fazlasıyla
gerçektir, ancak yeni egemen sınıf bir bütün olarak sağlam bir amaç birliği
duygusu oluşturmakta hızlıdır. Burjuvazinin saflarında disiplin kavramı ve işçi
sınıfına karşı savaş ilanı, karşı devrimin belirtileridir.
15. Yıpranmış Pankartlar Altında Toplumsal Mücadele
Dini motivasyonları olan karışıklıklar 30’lu yıllarda da devam edecek ve daha da şiddetleneceklerdi.
70’lerdeki karışıklıklar sırasında hem “sağ” hem de “sol” yeni siyasi eğilimler ortaya çıktı. Bir tarafta ellili yıllarda işçiler arasında kök salan ve Özgür Presbiteryen Kilisesi etrafında örgütlenen Katolik karşıtı aşırı hareketin lideri olan Rahip Ian Paisley ile RUC (Ulster Kraliyet Polisi); diğer taraftaysa barışçıl yollarla birleşik İrlanda’nın kurulmasını amaçlayan bir kampanya.
Hem Kuzey İrlandalı reformcular hem de İşçi Partisi milletvekilleri Katolikler lehine girişimlerde bulunulmasını beklemelerine rağmen, Ekim 1964’te İşçi Partisi hükümetinin kurulmasından sonra da bu gerilimler azalmadı. Fakat İşçi Partililerin reformist projeleri gerçekleşmedi ve ortaya çıkan çıkmaz birçok kişiyi Şubat 1967’de kurulan Kuzey İrlanda Sivil Haklar Derneği’ne (NICRA) bağlı kalmaya itti. Olağanüstü bir saygı duyulan ve ağırlıklı olarak burjuva üyeleri olan bu dernek, “sol” tarafından desteklenmesine rağmen, Stormont’ta son derece anayasal protestolarıyla hiçbir şey elde edemedi ve Westminster’daysa hiçbir şekilde desteklenmedi. Ekim 1968’de Derry’deki çatışmalara kadar her girişime yerel Birlikçiler karşı çıkıyordu. Bu şartlar altında genç entelektüeller tarafından kurulan “Halk Demokrasisi” adlı yeni bir “sol kanat” grup ortaya çıktı.
O’Neill liberal reform politikalarıyla Ulster’in başbakanı olmuş olsa da şartlar hala gergindi ve bir tarafta RUC ile Rahip Ian Paisley’nin takipçileri, diğer tarafta ise Sivil Haklar Hareketi ve Halk Demokrasisi’nin olduğu bir dizi çatışma bu gerginlikleri takip etti. 17 Nisan 1969’da Halk Demokrasisi’nin adayı Bernadette Devlin bağımsız bir aday olarak Westminster’a seçilmişti. O’Neill aynı ay içerisinde istifa edecekti
Temmuz ve Ağustos’ta yıllık Protestan törenleri şiddetin körükleyicileri oldular. RUC ve B-Özeller şehrin Katolik bölgelerini işgal ettiler ve 7 kişinin ölümüne, 400 kişinin yaralanmasına ve 500 evin hasar almasına veya yıkılmasına sebep oldular. Bir İngiliz askeri müdahalesi için koşullar bundan daha elverişli olamazdı.
14 Ağustos’ta 6,000 İngiliz askeri Derry’nin sokaklarına vardı. Müdahale iki sebeple yapılmıştı: 1) Stormont devletin kontrolünü kaybettiği için 2) İşçi Partisi hükumetinin reformist pozisyonunu koruyup aynı zamanda Kuzey İrlanda Devletinin bütünlüğünü muhafaza ettiği için.
İşçi Partisi Hükümeti bir kez daha gösterdi ki, iş başa düştüğünde "yurttaş hakları" öncelikler listesinde üst sıralarda yer almıyordu. Katolik azınlığın artık İşçi Partisi’nin birlikçileri destekleyip desteklemediği hakkında aldanmaları kalmamıştı.
Bu şartlar altında Provisional IRA (Geçici IRA) doğmuştu. Tarihi IRA’nin halefi olan eski örgüt Ağustos 1969’da Katolik gettoların savunulmaları teminatını vermemişti. Duvarlarda IRA = I RAN AWAY (Ben Kaçtım) yazan alaycı sloganlar belirmişti. Cumhuriyetçiler “resmi” anayasal yollarla değişimi savunan sol cumhuriyetçiler ile silahlı mücadele ile milli birliğin sağlanmasını savunan “Provisionals” arasında ikiye ayrılmıştı.
İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’nin hedefleri arasındaki temel benzerlik, kapitalist-emperyalist yapıyı koruma konusundaki ortak kaygıları, Muhafazakarların söz konusu dönem boyunca İşçi Partisi’ne verdikleri destekle ortaya çıkmaktadır.
1969’dan bu yazının yazıldığı zamana kadar, tamamıyla siyasi bir çıkmaza giren bu durumda Londra’nın giderek daha açıktan Ulsterli Birlikçi Anglo-Protestan grupları destekleyen katı tutumu, mücadeleyi neredeyse tamamen askeri düzleme çekmişti.
Hatta 1969’dan sonra, İrlanda Sorunu periyodik ateşkeslerin olduğu bir savaş halini almıştı. 1984’te ölü sayısı 2,400’ü bulmuş ve 20,000’den fazla kişi ise yaralanmıştı. Baskılar, suikastler, toplama kampları, işkenceler, kötü şöhretli “H Blokları”, tamamıyla savaş alanlarına dönüşen mahalleler, sokaklarda barikatlar, zırhlı araçlarla devriye gezen RUC; Belfast’ın son 15 yıldır sunduğu ıssız manzara işte bu şekilde. Özellikle Maze hapishanesinde tutulan IRA gönüllüsü Bobby Sands’in açlıktan ölmesine izin verilmesi ve ardından dokuz yoldaşının ölümü, gergin anların yaşanmasıyla sonuçlandı.
İrlanda’da açlık grevi modern zamanda da sık sık kullanıldı. Dublin Lokavtı sırasında tutuklanan Connolly, mahkemeleri tanımayı reddettiği için hapsedildikten sonra bu yola başvuracaktı. 1917’de, o yıl yaşanan ayaklanmalar sırasında, tutuklananların birçoğu yine mahkemelerin yargı yetkisini tanımayı reddetti ve siyasi statüleri reddedilince açlık grevine başladı. O yılın Eylül ayında, Paskalya Ayaklanması sırasında bir komutan olan Thomas Ashe, zorla yemek yedirildikten sonra öldü ve büyük protestolara yol açtı.
Ancak açlık grevi sadece siyasi bir silah olarak değil, aynı zamanda düşük
rütbeli bir kişinin adli bir ihtilafta daha yüksek statülü biriyle
karşılaştığında adalet istediği bir yöntem olarak kullanıldığı daha da eskiye
giden bir tarihçeye sahiptir.
Mayıs 1983’te Fine Gael’in lideri ve İrlanda Hükumetinin Taoiseach’ı (Başbakan) Garett Fitzgerald’ın inisiyatifiyle, iki İrlanda’daki tüm Katolik ve Protestan siyasi partiler çatışmaya bir çözüm bulmak amacıyla Yeni İrlanda Forumuna katılmaya davet edilmişlerdi. Sinn Féin “Forumun yalnızca kesinlikle şiddet kullanmayı reddedenlere açık olması” sebebiyle, veya öyle iddia edildiği için, kabul edilmemişti. Bu sırada Ulster’deki Protestan birlikçi partiler de, Dublin hükumetinin Britanya topraklarındaki meselelere karışmaması gerektiğini savunarak katılmayı reddetti.
Savaşın iki ana karakteri olmadan Forum bir yıl boyunca sürdü ve nihayetinde bazı muhtemel çözümler için önergeler hazırladılar. İleri sürdükleri nihai hedefler, elbette, 32 ilden oluşan birleşik ve bağımsız İrlanda’ydı. Fakat iki “geçici” çözüm de öne sürülmüştü: federal bir devlet ve Ulster’in altı ili için bir "ortak otorite”.
Sinn Féin, IRA ve İrlanda Ulusal Kurtuluş Ordusu bu çözümleri reddettiği gibi Britanya Hükumeti’ne sadık olanlar ve katı Protestanlar da reddetmişlerdi. Thatcher Hükumeti’nin yanıtı ise “yok, yok, yok” şeklindeydi. Üniter Devlet yoktu, Federal İrlanda yoktu ve ortak otorite yoktu.
Bu, sadece durumu daha da kızıştırdı ve IRA’nın Amerika’daki İrlandalı destekçilerinden beslenen askeri seferini güçlendirmeye yaradı. Böylece Brighton’daki Grand Hotel’i yerle bir eden IRA bombasına ulaşıyoruz. Thatcher, kendisini hedef alan kırk beş kiloluk jelinyitten şans eseri kaçmıştı.
Geçici IRA/Sinn Féin, Kuzey’in militanları ile Güney’in gelenekçileri
arasındaki bir birlikten oluşmuştur ve hedefleri şunlardır: İngilizlerin
İrlanda’dan kesin olarak çekilme taahhüdü; İrlanda halkının kendi geleceğine
karar verme hakkının İngilizler tarafından resmen tanınması; İngilizler
tarafından tutulan tüm siyasi mahkûmlar için af. Sinn Féin, altı ildeki
nüfusu 26 illi devletle birleşmeye çağırmıyor, ama iki devletin yerine otuz iki
ilin "demokratik sosyalist cumhuriyetini" kurmak istiyor!
1989 yılının Ocak ayının sonlarına doğru İrlanda cumhuriyetçi hareketinin siyasi kanadı olan Sinn Féin, 1919’da İrlanda Parlamentosu’nun (Dail) kuruluşunun yetmişinci yıldönümünü anmak üzere Dublin’de bir konferans düzenledi. Bu toplantının önemi, emperyalizmi ve yabancı kapitalistleri (yerli kapitalistler yeterince kötü değillermiş gibi) kınamasında değil, stratejik düzlemde açılışında yatıyordu. Konferans, Provoların siyasi kanadının askeri kanadına olan hegemonyasını işaret ediyordu ve tartışmaları da tıpkı IRA’yı yıllar önce parçalayanlara benziyordu.
Ulster’in 6 İli, son 20 yılda Britanya ordusunun ve istihbaratının doğrudan müdahalesine tanıklık etmişti. Protestan yönetici elitlerin Katolik nüfusunun sivil haklar konusundaki husursuzluklarını kontrol almaktaki yetersizliklerinin farkında olan Harold Wilson’ın İşçi Partisi hükumeti, Katolikleri kötü şöhretli “B-Özeller”ın vahşetinden korumak adına 1969’da bölgeye asker göndermişti.
Peki, Katolikleri Britanya Ordusundan korumak için kim vardı? Gerçekte, Britanya ordusunun 1972’te yaşanan Kanlı Pazar katliamındaki rolü, bir gösteriye ateş açtıklarında belli olmuştu. O zamandan beri yeniden organize olan Geçici IRA, Britanya hükumetine karşı seferlerini sadece Kuzey İrlanda’da değil aynı zamanda Britanya, Almanya ve Hollanda’da, kısacası karşılık verebileceklerini düşündükleri her yerde, arttırmışlardı.
Kuzey İrlanda giderek muhbirler, gözetleme operasyonları, devasa çitlerle çevrelenmiş bölünmüş alanlar ve akla gelebilecek neredeyse her türlü isyan bastırma cihazının kullanıldığı silahlı bir kampa dönüşüyordu. Güney Afrika’da Boer savaşlarındaki toplama kamplarının mucidi İngiltere’nin, bu türden teknikler hakkında başkalarından öğrenebileceği çok az şey vardır. Kontr-Gerilla operasyonlarına ilişkin en yeni teorilerin test edildiği Ulster, ordu için devasa bir eğitim alanı olmuştu.
İşgalci güçlere karşı başarılı bir saldırı düzenleyemeyen IRA, inşaatçılardan ordu birliklerine hizmet veren nakliye firmalarına kadar sivil destek endüstrilerini, ayrıca görevde olmayan polisleri ve yarı zamanlı askerleri hedef aldı. Bu sebeple bombalı saldırılar, ulaşması daha zor olan ordudan ziyade daha çok sivilleri etkiledi. Her iki tarafta da artan ölümler, IRA aktif hizmet birimlerinin kayıplarını sadece işgalciyi daha da kışkırtarak telafi eden ve böylelikle nefreti körükleyip onu canlı tutan aşırı unsurlarının bertaraf edilmesine yol açtı.
Geçtiğimiz yıl Cebelitarık’ta üç IRA üyesinin vurulmasının ardından yaşanan öfke, her iki tarafın da sorunlarının altını çizmektedir. IRA, kamuoyunun dikkatini çekecek ve savaşa uluslararası yankı getirecek bir eylemin peşindeyken, Britanya Hükumetiyse, sömürgesindeki sokaklarda tanıkların gözlerinin önünde vurulan teröristleri durdurmaya olan kararlılıklarını göstermek istiyordu. Ulster’in kırsal kesimlerinde kullanılan metotlar, bütün vahşetiyle gözler önüne serilmişti. Devlet, kendisine meydan okuyacak her türlü girişime karşı koymak için elinden geleni ardına koymayacak ve dünyanın her yerinde edindiği uzun deneyimleri kullanarak her türlü silahlı direniş girişimini ortadan kaldırmaya çalışacaktır.
Ulster’de “daha yumuşak” hedefleri içeren seferlerde, yani, sivilleri ve görev dışı güvenlik güçleri ve paramiliter grupların Katolik ve Protestan üyelerini öldürmeleri niçin özellikle bu insanların öldürüldüğü sorusunu gündeme getiriyor. Yolsuzluklar, rüşvetler, koruma şantajları, Protestan ve Katolik cephesindeki mezhepçi “Mafya Babaları” falanca kişinin neden ve kimin çıkarları için öldürüldüğünü her zaman sorgulamaya açık hale getirmektedir.
Sinn Fein’in açıklamaları işte bu arka planda önemliydi. Sinn Fein’in başkanı Gerry Adams, “olağanüstü ve pişmanlık verici düzeydeki sivil kayıplara” sebep olan yeni operasyonları eleştirdi ve eğer böyle devam ederse cumhuriyetçi destekçiler arasında moralin sarsılmasına sebep olacağı konusunda uyardı. Başkan Yardımcısı Martin McGuiness, IRA’nın sivilleri öldürmenin yanlış olduğu gerekçesiyle Fermanagh’da bir birliğin terhis edildiğini duyurdu. Birkaç gün öncesindeyse Geçici Cumhuriyetçi gazete An Phoblacht IRA liderliğinden bir sözcüyle yaptıkları röportajda eski bir polisi öldürdükleri gerekçesiyle silahsızlandırılıp terhis edildiğini tasdik etmişti.
Sivil ölümlerinin talihsiz sonuçları hakkında yorum yaparak, IRA kendisini hareketin politik gereksinimlerine tabi kılacağını açıklaştırıyordu. “Dediğim gibi, sorunlarımızı doğrulayıp faaliyetleri düzeltmemiz emperyalizme karşı geniş tabanlı bir cephe oluşturma çabalarını engellemeyecek... aksine tamamlayacak şekilde geliştirme sorumluluğumuz olduğunun farkındayız. Tüm bunları söyledikten sonra, niyetimiz İrlanda’da radikal siyaset ortamını teşvik etmek ve bu sürece yardımcı olmaktır".
Provoların stratejisi uzun yıllar boyunca bir elinde tüfek diğer elinde oy sandığı olarak sunulmuş ve aynı anda iki cephede birden savaşma niyetini sembolize etmiştir. Artık bundan böyle siyasi tarafın öncelikli olacağı açıktır. Siyasi strateji Adams tarafından tek başlarına kazanamayacaklarının kabulü olarak ifade edildi. Ayrıca "elitizm ve dogmatizmin bittiğini", başka bir deyişle her şeyin kapanın elinde kaldığını ilan etti.
Protestan tarafına çoktan teklifler yapılmış ve çıkarlarının dikkate alınacağına dair güvenceler verilmişti. İrlanda’nın yeniden birleşmesinin tek yolu onların işbirliğiydi.
Böyle bir güvence kesinlikle son anda verilmemişti, ancak bir süredir devam eden strateji değişikliğinin bir parçasıydı. Dublin’de 19 Ocak’ta düzenlenen halka açık bir toplantıda, "İrlanda Birliği" için mücadele deklarasyonu sadece Sinn Féin tarafından değil, aynı zamanda umutsuzca oportünist İrlanda Komünist Partisi tarafından da teyit edildi. Bu partinin bir lideri, demokratik bir programın başarılmasının "zamanın radikal ruh halini açıkça temsil ettiğini" belirtti.
Bu toplantıda Adams adına Fianna Fail Hükümetini kınayan bir bildiri okundu:
"Onların çıkarcı oportünizmi, gerici ekonomik ve sosyal politikaları, ahlaki muhafazakarlıkları ve İngiliz emperyalizmine verdikleri açık ve aktif destek, Birinci Dail tarafından benimsenen politika ve programla tam bir tezat oluşturmaktadır (...) Son 70 yılda 26 eyaletten bir buçuk milyon insan göç etmiştir. Nüfusun bir milyonu yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. İşsizlik artmaya devam ediyor ve zayıflar, hastalar ve yoksullar giderek artan bir şekilde hükümetin kurbanı oluyor".
Adams’ın vardığı sonuç, İrlanda ulusunun, Eire hükümetinin üstesinden gelemediği tüm sorunların üstesinden gelmek için kendi ekonomisi üzerinde egemenliğe sahip olması gerektiğidir.
Hiç kimsenin İrlanda’daki egemen sınıfı ve onun eylemlerini eleştirmesini engellemek istememekle birlikte, ekonominin ulusal kontrolü yanılsamasının yorumsuz geçmesine izin veremeyiz. Kapitalizmin temel özelliklerinden biri, her zaman krizlere maruz kalması ve bunalımlar, savaşlar, yoksulluk, işsizlik ve işçi sınıfı için muazzam acılar içermeyen hiçbir çözümün bulunmamasıdır.
ABD de dahil olmak üzere büyük uluslar kapitalizmin giderek derinleşen
krizinden kaçınamıyorsa, Adams gerçekten birleşik bir İrlanda’nın daha iyisini
yapabileceğini düşünüyor mu? Ortak pazar içinde ya da dışında, İrlanda (bölünmüş
ya da birleşmiş) dünya pazarının kontrol edilemez krizinin tutsağı olmaya devam
edecektir. Orada ve diğer her yerde, 26 ildeki yoksulların ve ezilenlerin
sorunlarına son vermenin tek yolu, kapitalist mülk sahibi ekonomiyi ortadan
kaldırmak, yani komünizmi kurmaktır.
İrlanda Devleti zamanla kendini İngiltere’den uzaklaştıracak ve 1937’de yeni bir Anayasa hazırlayarak ismini Éire olarak değiştirecekti. İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmıştır ve 1949’da İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrılmıştır.
Fakat Ulster’daki çatışma çözümlenmemiştir ve İrlanda Cumhuriyeti 6 İldeki taleplerini sürdürmeye devam etmektedir.
Bugün İrlanda oldukça genç bir ülke (nüfusunun %50’sinden fazlası 25 yaşın altında) olsa da, iş olanakları oldukça az. Bu çelişki geçmişte İngilizce konuşan ülkelere doğrudan göçlerle çözülmüş olsa da bugünlerde bu çıkış yolu büyük ölçüde tıkalı. Koşulları göz önüne alındığında Britanya, bir zamanlar sahip olduğu iş fırsatlarına artık sahip değil iken, Birleşik Devletler, Kanada ve diğer ülkeler de göçmenlerin karşısına gittikçe daha sıkı engeller koyuyor. Dahası, ciddi ekonomik sorunları olan genç kitlelerin toplumsal sahneye akını, Kilise’nin ideolojik nüfuzunu ciddi biçimde zayıflatabilir; bu da önemsiz olmayan gerilimler yaratabilir ve onları içgüdüsel olarak radikal toplumsal dönüşüme götürecek düz ve dar yola yönlendirebilir.
Bugün İrlanda Cumhuriyeti, 70,232 km²’lik bir yüzölçümüne, 3 milyona yakın nüfusa ve km²’ye ortalama 43 kişilik nüfus yoğunluğuna sahip; nüfusun 2,7 milyonu Katolik, geri kalanının çoğu ise Protestan. Ulster’in 14,130 km²’lik bir yüzölçümüyle yaklaşık 1,5 milyon vatandaşı var ve nüfus yoğunluğu km² başı yaklaşık 109 kişi. (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı km² başı 236 kişilik bir nüfus yoğunluğuna sahip); üçte birinden biraz fazlası Katolik, geri kalanı ise Anglikan ve Presbiteryen.
Bu, Cumhuriyetin çoğunlukla tarıma dayalı ve Katolik’ken, daha gelişmiş olan Kuzey’in endüstrileşmiş ve Protestan olduğunu gösterir. İşte burada neden İngiliz emperyalizminin neden Kuzey İrlanda konusunda taviz vermekte her zaman isteksiz olduğunu görmekteyiz.
Bugün Sinn Féin, durumun daha akıcı hale geldiğini düşünüyor. Eğer 19. Yüzyılın başında İngiltere’nin askeri ve ekonomik gücü yok edilemez gibi duruyorduysa, o zamandan beri çok şey değişti. Britanya ekonomisi büyük bir düşüş içerisinde; gerçekten de yüzyıllardır ilk kez endüstriyel malların ihracatçısı yerine ağırlıklı olarak ithalatçısı olan bir ülke haline geldi! Kim bilir, belki çok da uzak olmayan bir gelecekte Ulster’deki altı il öyle bir yük haline gelecek ki, İngiltere’nin ondan kurtulması belki işine yarayacaktır. Ama eğer böyle bir durum ortaya çıksaydı, hangi koşullar altında meydana gelirdi? Kuzey’deki Protestanları bu fikre yanaştırmak için ne gerekirdi? Kuzey’in sanayi bölgesini de içine alabilmek için Éire’nın ekonomisinin ne ölçüde dönüştürülmesi gerekir?
Tıpkı Marx’ın yüz yıldan uzun bir zaman önce önerdiği gibi eski düşmanla bir federasyon kurulması fikri, artık bilim kurgu dünyasında değil! Doğal olarak ortak pazar bu olguyu bir dereceye kadar sulandıracaktır, ancak ekonomik bir federasyon yine de bir federasyondur. Zavallı Bay Griffith!
Belki hala daha birleşik İrlanda hayali kuranlar ve adada yaşayanların sorunlarının hepsinin çözümü olacağını sananlar, bu mucizenin olacağı ihtimalini ve Gerry Adams’la Geçici Sinn Féin’in diğer üyelerinin, Protestanları ve Londra’yı bir anlaşmaya varmaya ikna edeceklerini düşünüyor olsalar gerek. Bu anlaşma, seküler bir devlet gibi hazmetmesi zor olacak koşullar içerecektir. Katolik Kilisesi’nin ve devletin ayrılığı, burjuvazinin arasında Büyük Britanya’yla birlik kurulmasından çok daha büyük bir memnuniyetsizliğe sebep olacaktır ve böyle bir olasılıkta birleşik bir İrlanda devletinin barışı korumak için nasıl önlemler alacağı hayal edilebilir. Bu sefer kaç eski yoldaş avlanacak, baskı altına alınacak, hapsedilecek veya öldürülecek? Düzen adına savaşı her yere taşıyacak yeni Michael Collins (İrlandalı Pilsudski lakabını hak ediyor) kim olacak?
Ancak birleşik bir İrlanda için olan beklentiler iki yüzyıl öncesine kıyasla daha farklı. Bugün bütün sorunlarını fakirlere ve sömürülenlere yığan dağılmakta olan bir sosyal sistem var. Artık özgür ve bağımsız devletlere yer yok; şu anki Dünya, aralarında Dünya pazarında bir pay için şiddetli bir rekabet içindeki devletler bloklarından oluşuyor. Bu çerçeve içerisinde, eğer endüstriyel bir temele sahip olsaydı bile, birleşik bir İrlanda’nın rolü ne olurdu? Kendine göre zayıf olan hangi ülkeyi ezmeyi veya işgal etmeyi seçerdi? Geçmişte Éire, küçük bir tarım ülkesi olması süresince bir tarafsızlık görüntüsüne bürünmeyi başarmıştı, ancak gittikçe daralan bir dünya pazarında bununla mücadele etmek zorunda olmak tamamen farklı bir durum.
Peki eğer bir savaş olsaydı, İrlanda hangi ülkelerle taraf tutardı? Son elli yılda ülkenin tarafsızlığı pratikte İngiltere ve ABD tarafından güvence altındaydı. Fakat bu, birleşik bir İrlanda’nın savunmasını bu temele dayanmasına izin verip vermeyeceği sorusunu doğuruyor. Belki de birleşmenin kabul edilmesinin şartlarından biri NATO’ya katılmak olabilir. Yani Bay Adams, birleşmenin sorunları çözmek yerine onları kötüleştirmesi oldukça yüksek bir olasılık.
Elbette ki Ulster’deki korkunç baskının varlığını ya da İrlanda ırkının torunları olan Katoliklerin Orangeistler tarafından vahşi ve kindar saldırılara maruz kaldıklarını reddetmiyoruz veya kimseyi bu baskıyla mücadele ettikleri için kınamayacağız. Ancak İrlandalı Katolikler baskı altındaysa, Katolik proleterler iki kat baskı altındalar; Katolik proleter kadınlarsa üç kat baskı altındalar. Bizler, milli amaçların İrlanda işçi sınıfı için bir yanılgı olduğunun altını çizmeye devam edeceğiz.
İrlanda’da da sınıf mücadelesinin mülksüz bırakılanların ve ezilenlerin büyük çoğunluğunu, yakın ve tarihsel hedefleri için mücadelede proletaryanın arkasına çekme kapasitesinin yokluğunda, yalnızca bireysel tepkiler ve milliyetçiliğe geri dönüş bekleyebiliriz.
İrlanda Denizi’nin diğer kıyısındaysa İngiliz işçi sınıfı, kendi burjuvazisinin emperyalist arzularını desteklemeye devam etmektedir ki bu, kendi özgürleşme mücadelesinden vazgeçmek anlamına gelmektedir.
Birleşik bir İrlanda’nın kurulması bugün arzuladığımız bir şey değil. Eğer yaşanırsa, proletarya yalnızca yeni bir düşmanı olduğunun farkına varacaktır.
Bu sebeple çalışmalarımızı Britanya Adaları’nın iki tarafındaki burjuvaziye karşı amansız mücadelenin birleştirilmesine adıyoruz.
İrlanda sorunu üzerine bazı son sözlerle bu yazıyı bitireceğiz.
1)Bugün İrlanda sorunu, bir burjuva devletin, Büyük Britanya’nın, aynı derecede burjuva olan bir başka devleti, İrlanda Cumhuriyeti’ni ezmesi zemininde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla çifte devrim taktiğimizin maddi dayanakları tarihsel olarak ortadan kalkmıştır.
2) Bununla birlikte, Büyük Britanya’daki bir komünist parti, programında Ulster’in İngiliz Devletinden ayrılmasına ve kuzey eyaletlerinde yüzyıllardır süren kuşatmaya son verilmesine yer vererek, oradaki proleterleri kendi burjuvazisinin emperyalizminin yenilgiye uğratılması için mücadele etmeye çağırmalıdır.
3) Ulster’i Büyük Britanya’dan ayırmak ve İrlanda ulusuna yeniden dâhil etmek isteyen mevcut hareketin, İrlanda Cumhuriyeti’ndeki kapitalist devletin sağlamlaşması ve artık İngiliz ve Protestan karşıtı bir iç savaşın patlak vermesini iç toplumsal barışa yönelik bir tehdit ve kaçınılması gereken bir şey olarak gören egemen sınıfların bölgesel uzlaşmayı kabul etmesi nedeniyle artık başarı şansı yoktur.
4) Kuzey ve Güney’in yoksul sınıflarının hoşnutsuzluğunu milli demokratik bir programla hasat eden Katolik partilerin ve onların silahlı hareketlerinin, Katolik burjuvazinin en alt tabakalarının gerici çıkarlarının ifadesi ve militan proletaryanın enerjilerini kontrol altına almanın ulusal ve kiliseye özgü bir yolu olmaktan başka bir varlık nedeni yoktur.
5) Proletarya bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmeli ve bunu uluslararası komünist partisinin oluşumu ve kendi ekonomik sınıf örgütleri aracılığıyla ifade etmelidir. Çeşitli ulusal bağlamlarda ortaya çıkan ilk öncü grupları, kapitalizmin evrensel krizi tarafından serbest bırakılacak gelecekteki mücadelelere hazır tek bir küresel yapı içinde yeniden oluşturmalıdır.
6) Komünist parti adada bir takipçi kitlesine sahip olsaydı, proleterleri mevcut sınıflar arası örgütleri terk etmeye ve kendileri için hareket eden ve korkak cumhuriyetçi Katolik burjuvazinin fiili vekilleri olan İngiliz düzenli ve düzensiz kuvvetlerine karşı sınıflarını savunmak için silahlı ve disiplinli yapılar kurmaya çağırırdı.
İngiliz proletaryası ilk savaş sonrası dönemde hem istikrarlı bir devrimci partinin yokluğu, hem de oportünist ve reformist sendika liderleri sebebiyle devrimle olan randevusunu kaçırdı. Bu yüzden İrlanda proletaryası sınıfsal bağımsızlıklarını kazanma çabalarında egemen ulusun proletaryasının desteğine güvenemediler.
İngiltere, ABD, Kanada, Avusturalya vb. ülkelerde yaşayan milyonlarca İrlandalı proleter, eğer kendileri tekrardan aynı reformizm ve oportünizm tuzağına düşmezlerse gelecekteki bir proleter enternasyonalizminin kaynağı olabilirler.
Proletaryanın maruz kaldığı çürümüş uyuşturuculardan en kötüsü, morfinden ya da kokainden daha zararlı olan çeşitli dinlerdir. Bulundukları her diyarda dinler, emperyalist ve burjuva sömürü için bir kılıf görevi görüyorlar. İrlanda’da Katoliklik ve Protestanlık; Polonya’da, İtalya’da ve tüm Latin ülkelerde hakimiyetlerini sürdüren Katolik rahipler; Lübnan’da ve tüm Orta Doğu’da Yahudiler ve çeşitli mezhepleriyle Müslümanlar, Hristiyanlar vb.; Basra Körfezi’nde Şiiler ve Sünniler; Hindistan’da, o konuya hiç girmeyelim; Amerika’daysa Mormonlar, Yehova Şahitleri gibi “yeni” uyuşturucular ihraç ediliyor.
Proletarya’nın yapması gereken şey, kendini bağımsız bir sınıf olarak örgütlemek ve bunu enternasyonal devrimci komünist partisi aracılığıyla ifade etmektir. Parti, sağlam bir teorik ve programatik temel hazırlayarak ve çeşitli ulusal alanlardaki ilk öncü birimleri merkezi bir küresel örgütle uyumlu hale getirerek örgütlemekte, ölmekte olan bu toplumda ortaya çıkması kaçınılmaz olan ilerideki mücadelelere hazırlamaktadır.
Bunun gerçekleşmesi için genç proleterlerin, birçok azınlıktan birine (İstiryalılar, Korsikalılar, Güney Tirollüler, vb.) ait olsunlar ya da olmasınlar, bireyci, anarşist konformizmden uzaklaşmaları, sayısız küçük sekter grubun oportünizminden uzaklaşmaları ve büyük uluslararası insan milletinin öncüsü olan gerçek resmi komünist partisinin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaları gerekecektir!