|
||
Marksizm Işığında Kürt Sorunu (“Enternasyonal Komünist Partisi”, N.10-11-12-13, 2024) |
- Giriş |
- Kürt Milliyetinin Tarih Öncesi |
- Şeyh Ubeydullah’tan (1879) Şeyh Said’e (1925) Kürt İsyanları |
- Agiri Cumhuriyeti’nin Yeni Laik Milliyetçiliği (1926-1930) ve Dersim Katliamı (1937-1938) |
- Mahabad Özerk Cumhuriyeti (1941-1945) ve Kürdistan Demokrat Partisi |
- 1979’dan Sonra İran’da Kürt Milliyetçiliği |
- Enfal Kampanyası (1988) ve Güney Kürdistan’da Proleter İsyan (1991) |
- PKK: Kuruluşundan (1978) Teslimiyetine (1999) |
- KBH (2005), KDSÖY (2013) ve Günümüzde Kürt Sorunu |
- Sonuç |
- Ek 1: Komünizm ve Kürtler |
- Ek 2. Kürt Milli Hareketi (Komintern, 1921) |
Paris Kürt Enstitüsü tarafından hazırlanan harita, hiçbir zaman kurulamayan Kürt devleti için zaman içinde önerilen sınırları göstermektedir ("Le monde diplomatique")
Giriş
Kürdistan ya da Kürtlerin ülkesi, batıda Anti-Toros Sıradağları’ndan doğuda İran Platosu’na, kuzeyde Ağrı Dağı’ndan güneyde Mezopotamya Ovası’na kadar uzanan yaklaşık 475.000-550.000 kilometrekarelik geniş bir dağlık bölgeyi kapsamaktadır.
Kürdistan bir devlet değildir; dört farklı ve her zaman birbirine karşıt etnik, siyasi ve kültürel dünyanın sınırlarında uzanan bir bölgedir: Türk, Arap, Fars ve Rus. Toprakları bugün dört devlet arasında bölünmüştür: Türkiye, Suriye, Irak ve İran. Ayrıca Kafkasya’da daha küçük bir Kürt nüfusu bulunmaktadır.
Kuzey Kürdistan, Türkiye’nin 81 ilinin 20’sini kapsamaktadır; resmi olarak bu bölge Kürtlerin daha yoğun olduğu "Güneydoğu Anadolu" ve daha karışık olan "Doğu Anadolu" olarak ikiye ayrılmaktadır. Doğu Kürdistan, İran’ın 24 eyaletinden (ostan) 4’ünü kapsamaktadır; resmi olarak bu eyaletlerden sadece biri Kürt olarak tanınmaktadır. Güney Kürdistan, Irak’ın 18 vilayetinden (muhafadha) 4’ünü kapsamaktadır; bunlardan 3’ü 1974’te kurulan ve Kuzey Bölgesi olarak da adlandırılan Kürt özerk bölgesini oluşturmaktadır. Buna karşın Kerkük vilayeti Kürt olarak tanınmamaktadır. Dördünün en küçüğü olan Batı Kürdistan, Kuzey Suriye olarak da anılmaktadır ve şu anda Türk ordusu ile PKK’ye bağlı unsurlar arasında aktif bir savaş cephesidir.
Kürdistan toprakları çoğunlukla su bakımından zengindir: Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynak suları kuzeyden akar. Deniz seviyesinden 1.720 metre yükseklikte bulunan ve Türkiye’nin en büyük gölü olan Van Gölü 3.764 km²’lik bir alanı kaplamaktadır; İran’daki Urmiye Gölü (Farsça Rezāiyed) kısmen Doğu Kürdistan’la sınırdır: 1.250 m. yüksekliktedir; çok yüksek tuzluluk oranına sahiptir ve balık yaşamına izin vermez. Su sorunu bölgedeki tüm ülkeler için hayati önem taşımaktadır.
Vadiler ve verimli ovalarla çevrili yüksek dağlardan oluşan Kürdistan topraklarının ortalama rakımı 1.000 metreden fazladır.
Paris Kürt Enstitüsü’ne göre Kürt nüfusunun 35 ila 45 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla Kürtlerin sayısı Mısır hariç tüm Arap devletlerinin nüfusundan fazladır, ancak dahil oldukları devletlerin her birinde azınlık konumundadırlar. Kürtlerin yaklaşık %80’i Sünni Müslümandır.
Maden zenginliği oldukça fazladır: Kuzey Kürdistan’da fosfat, linyit, bakır, demir, krom (dünyanın en önemli yataklarından biri) ve petrol bulunmaktadır. Güney Kürdistan Irak’ın ham petrolünün %75’ini üretmektedir. İran’ın Kermānşāh bölgesinde ve Batı Kürdistan’da da petrol çıkarılmaktadır. Bu kaynaklar elbette Kürt toprak ağalarına ve burjuvalarına fayda sağlamıyor, aksine bu bölgelerin dahil olduğu devletler tarafından ellerinden alınıyor. Doğal kaynakların zenginliğine rağmen Kürdistan nispeten fakir bir ülkedir, ancak sanayi son otuz yılda petrol ve tarımın ötesinde önemli ölçüde gelişmiştir.
Kuzey Kürdistan, başta petrol zenginliği nedeniyle, ayrıca Orta Doğu’da bir su kulesi işlevi görmesi sayesinde Türkiye için hayati önem taşımaktadır. Büyük Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynağı buradadır ve bu su, Anadolu’nun ve ona bağımlı olan Irak ve Suriye gibi ülkelerin ihtiyacını karşılamak için temeldir. İsrail de olası bir tedarikle yakından ilgilenmektedir. Kuzey Kürdistan 1977’den beri 22 baraj ve 19 hidroelektrik santralinin inşası ile dünyanın en büyük bölgesel kalkınma projesi olan GAP ya da Güneydoğu Anadolu Projesi’nin mecrası olmuştur. Projede Japon, Hollandalı ve İsrailli yatırımcılar yer almaktadır. Türkiye’nin bu barajları Suriye ve Irak ile anlaşmazlık kaynağıdır çünkü Türkiye bu barajların akışını değiştirme ve bu ülkelerde tarım için felaket olacak bir su kıtlığına neden olma gücüne sahip olmaktadır.
1900’lerin ilk yarısında Kuzey Kürdistan’ın bazı şehirleri küçük ve orta ölçekli sanayide birçok Türk şehrinden daha ileriydi. En önemlisi, tekstil endüstrisinin önemli bir merkezi olan Diyarbakır, İstanbul ve Bursa’dan sonra ülkedeki büyük işletmelerin sayısında üçüncü sıradaydı. 60’lı yıllara gelindiğinde Kuzey Kürdistan’ın Türkiye ekonomisindeki payı önemli ölçüde düşmüştü.
Kürdistan’da sadece küçük veya orta ölçekli özel sermaye değil, uzun süredir büyük işletmelerin hakim olduğu bir özel sektör vardır. PKK de dahil olmak üzere Kürdistan’ın tüm parçalarından Kürt milliyetçileri Kürt burjuvazisini desteklemiştir. Örneğin PKK, programında "toplumun özgür gelişimine yardımcı olabilecek özel girişimciliği kurmak, ona yardım etmek ve desteklemek" amacını ilan etmiştir. Kuzey Kürt burjuvazisi de PKK’yı o kadar desteklemiştir ki, 1990’ların ortasında 19 Kürt işadamı Çiller yönetimindeki Türk Devleti tarafından öldürülmüştür.
Kendilerini ayıran devlet sınırlarına rağmen, dört ülkeye dağılmış Kürt nüfusları çok yakın akrabalık ilişkilerine sahiptir. Kürdistan, özellikle Güney ve Doğu parçaları, yerel halkın söz konusu rejimlere karşı olumsuz tutumu nedeniyle, onu paylaşan ulusal rejimlerin tüm muhaliflerinin geleneksel sığınağı olmuştur. Buna ek olarak, özellikle 1988’de Güney Kürdistan’daki kimyasal katliamlar ve 90’larda Kuzey Kürt kırsalının yıkımı nedeniyle, birçok Kürt Kürdistan dışına göç etmiş ve gittikleri yerlerde işgücünün önemli bir parçası haline gelmiştir ve çoğu zaman yerli işçileri mücadeleye yönlendirmiştir.
Kürdistan’daki ilk işçi grevi 1908 yılında Diyarbakır Ergani’de 700 bakır madencisinin greve gitmesiyle gerçekleşti. Ergani işçileri 1. Dünya Savaşı’ndan sonra da sendikal harekette faal olarak yer aldılar. Kafkasya’daki Kürt proleterler Ekim Devrimi’nin ardından bölgedeki devrimci mücadelelere faal olarak katıldılar. Zayıf bir işçi sınıfı, sonraki on yıllarda Kürdistan’ın tüm parçalarında geniş bir yoksul köylülükle birlikte varlığını sürdürdü. Özellikle Kuzey Kürdistan’da proletarya 1960’larda greve gitmeye başladı. Bu eğilim 1991 yılında Kuzey Kürdistan’daki Yaz işçi direnişiyle zirveye ulaştı. Ancak Kürt işçilerinin tarih sahnesine çıkışını belirleyen, her şeyden önce Güney Kürdistan’daki proleter ayaklanma oldu.
Güney’deki proleter ayaklanmanın ve Kuzey’deki işçi mücadelelerinin sloganlarının çoğu sınıfsal temelli olmakla birlikte, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmelerini talep eden millli sloganlar da içeriyordu.
Kapitalizm öncesi Kürt toplumu feodal bir birim oluşturuyordu. Kapitalizm öncesi Kürt toplumunda, doğrudan üreticilerin artı ürününe öşür ve diğer vergiler yoluyla el konuluyordu. Kürt toplumundaki doğrudan üretici, el koyma ilişkileri, toprağa bağlılık ve çeşitli görevler açısından Batı feodalizmindeki serfe benziyordu.
Kürtler kuşkusuz heterojen bir kökene sahiptir. Geçtiğimiz bin yıl boyunca bugünkü Kürdistan topraklarında pek çok halk yaşamış ve bunların neredeyse tamamı etnik ya da dilsel gruplar olarak yok olmuştur. Bu eğilim modern zamanlarda da devam etmiş, birçok etnik Ermeni, Bulgar, Çerkes, Çeçen, Gürcü, İnguş, Oset, Kürdistan’a kaçarak Kürtleşmiş, Kürtler içinde asimile olmuştur. Hatta aynı şey Osmanlı ve Türk devletleri tarafından Kürdistan’a yerleştirilen Türk ve Arapların da başına gelmiştir.
Aslında Komünist Enternasyonal gibi onun Ortadoğu’daki en eski iki şubesi olan
Türkiye Komünist Partisi ve İran Komünist Partisi de Kürt milliyetçiliğini
tanımış ve Milli Sorun ve Sömürge Sorunu Tezleri’nin taktiklerini Kürdistan’a
uygulamıştır. 1920’de ifade edilen komünist ikili devrim perspektifi
gerçekleşmediği için, Kürt ulusal sorunu gelecek on yıllar boyunca çözümsüz
kaldı. Kürt milli devrimci hareketi 1920’lerin ikinci yarısında zirveye ulaştı,
ancak o zamana kadar Komintern’in kendisi Rus ulusal devletinin bir aracına
dönüşmüştü. 1930’ların başında Kürt milliyetçiliği, geri dönüşü olmayan tarihi
bir yenilgiye uğradı. Kürt burjuvazisi kısa sürede reformist ve gerici çıkmaz
çözümlere yöneldi ve Kürtlere yönelik ulusal baskıyı sona erdirme görevini
proletaryanın omuzlarına bıraktı. Bu nedenle, Kürt proleterlerinin bir sonraki
büyük ayaklanmasının milli kendi kaderini tayin sloganlarını içermeyeceğini ve
bayraklarında sadece sınıf sloganlarının yer alacağını tahmin ediyoruz.
Kürt Milliyetinin Tarih Öncesi
"Irk ve Millet Faktörleri", 1953’te yazdığımız gibi: "Siyasi oluşumları Helenik oluşumlardan önce gelen Asyatik Doğu’nun eski imparatorluklarında, lordlar, satraplar ve bazen teokratlar tarafından biriktirilen muazzam toprak zenginliği konsantrasyonlarına ve geniş esir, köle, serf ve toprak paryası kitlelerinin boyun eğdirilmesine karşılık gelen tam gelişmiş devlet iktidarı biçimleriyle karşılaşıyoruz". Kürt ulusunun kökleri çok sayıda eski halka dayanmaktadır. Bunlardan ilki, MÖ ikinci ve üçüncü binyıllarda Zagros dağlarında yaşayan ve antik metinlerde Sümer topraklarına yaptıkları akınlarla tanınan, hayvancılığa dayalı Guti halkıdır. Asurlular Gutileri güçlü ve kahraman anlamına gelen Kurti sıfatıyla tanımlamışlardır. Bu terim bölgede yaşayan çeşitli halkları tanımlamak için kullanılmıştır. Bu halklardan biri de MÖ 2000’lerden itibaren Van Gölü çevresinden modern Kürdistan’ın neredeyse tamamına yayılan Hurrilerdir. Hurriler tarım, hayvancılık ve metal işçiliğiyle uğraşmışlardır. Hurriler heykelleri ve mimarileriyle de dikkat çekmişlerdir. Hurriler, MÖ 1500 yılında Yukarı Mezopotamya’da kurulan Mitanni Krallığı’nda önemli bir rol oynamışlardır. Bu feodal krallığın yöneticileri Hint-Avrupalılardır, ancak lordlar bölgeye kültürel olarak hakim olan Hurrilerden gelmiştir. Tahtı ele geçirme rekabeti ve lordlar arasındaki çekişmeler krallığı zayıflatmış ve üretim biçimi kölelik olan Asurluların elinde yıkılmasına neden olmuştur.
Medler, MÖ 1000’lerden itibaren yukarı Mezopotamya’ya girmeye başlayan Hint-Avrupalı
bir kavimdir. Asurlular Medlerin sayıca üstünlüğünü hafife almış ve Medler MÖ
700’lerde Zagros dağları ve İran ovaları da dahil olmak üzere Assur’un
doğusundaki toprakları ele geçirmişlerdir. Medler Batı’ya doğru ilerledikçe
Gutiler, Hurriler ve Hint-Avrupalılar da dahil olmak üzere katliam, köleleştirme
ve veba ile karşı karşıya kalmış çok sayıda halklar tarafından desteklenmiştir.
Sonunda
Medler, Kralları Phraortes önderliğinde Ninova üzerine yürümüş ve Asurluları
yenilgiye uğratmıştır. Medler bölgeye hâkim olarak güçlerini pekiştirdiler. Med
soyluları, kraliyet ailesinin genç kollarını ve fetihlere katılmış olan
kabilelerin başlıca şeflerini içeriyordu. Hükümdarla birlikte yönetilen bir tür
konsey oluşturmuşlardı. Fetihten sonra baş vasalların her birine kabilesinin
önemiyle orantılı bir toprak verildi ya da alındı ve aynı şey her bir klan için,
sonra da aileler için yapıldı. Böylece bir köyün ya da bir grup çadırın
sahibinden en yüce efendiye kadar bir tür tam hiyerarşi kuruldu.
İmparatorluk öncelikle Medlere aitti. En kalabalık ve ilk gelenler onlardı. Ancak güçleri Parthia’dan Oronte sınırlarına kadar yayılmıştı. Güçleri daha yoğun olan bir başka Hint-Avrupalı halk olan Persler, Medlerinüstünlüklerini ellerinden aldılar. Perslerin yönetimi ele geçirmesi toplumsal örgütlenme açısından bir değişikliğe yol açmadı. Son Med Kralı Astyages, kızını Perslerin bir vasal lorduyla evlendirdi. Bu evliliğin sonucunda ünlü Kiros doğdu. Kiros’un ataları Medlerin ve Perslerin kralı olarak yönetirken, Kiros Perslerin ve Medlerin kralı olarak yönetti. Krallıkların ileri gelenleri mülklerini ve rütbelerini korudular ve Pers ya da Med kökenli olmalarına bakılmaksızın kraliyet konseyini oluşturmaya devam ettiler. Kiros Med Krallığı’nı büyükbabasından devraldıktan sonra, gücünü daha da pekiştirmek için teyzesiyle evlendi. Kiros, kanunlardan kıyafetlere ve Orta Doğu’da köleliğe karşı devrimci savaş da dahil olmak üzere Med yönetiminin birçok yönünü devam ettirdi. Yine de Heredot’a göre Kyros’un ölümü, Kyros’un istila etmeye çalıştığı göçebe bir halk olan Massagetalı Tomris’in elinden olmuştur.
Yunan kaynaklarında Kardakes olarak anılan Medler, hem Ahameniş hem de Part İmparatorluklarında seçkin bir konuma sahip olmaya ve Sasanilerin merkezileşme eğilimine rağmen Sasaniler altında özerk prenslikler yönetmeye devam etmişlerdir.
İslam’ın ortaya çıktığı dönemde Kürtler, Sasani ve Doğu Roma İmparatorlukları arasında bölünmüş durumdaydı. Kürt aşiretleri başlangıçta Müslüman ordularına karşı koymaya çalışan Sasanilere güçlü bir destek verdi. Ancak çok geçmeden Sasanilerin düşeceği anlaşıldı ve Kürt beyleri teker teker Arap ordularına ve yeni dinlerine boyun eğdi. Kürtler İslam medeniyetinde önemli bir rol oynamaya devam ettiler. Haçlılara karşı Orta Doğu’nun savunmasına liderlik eden bir Kürt hanedanı olan Eyyubilerin yükselişiyle ön plana çıktılar. Hanedanın kurucusu Selahaddin Eyyubi, Kürdistan’ın yanı sıra Batı Ermenistan, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Doğu Tunus, Kuzeybatı Sudan, Yemen ve Arabistan’da hüküm sürdü. Eyyubilerin devlet dili, teknik olarak Abbasi Halifeliğinin tebaası oldukları için Arapça olmasına rağmen, hanedan Kürtçe konuşuyordu. Selahaddin bir eğitim reformu gerçekleştirerek, medreselerde İslam teolojisi dışında astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi birçok bilim dalının öğretilmesine izin verdi ve Kürt öğrenciler için kaynaklar Kürtçeye çevrildi.
Bununla birlikte, birçok modern Kürt milliyetçisi tarafından Kürt milletinin kahramanı olarak selamlansa da, Selahaddin ve hanedanı, ulusların oluşumundan önceki bir dönemde var oldukları için Kürt kimliğinden ziyade, çok hoşgörülü ve diğer dinlere saygılı bir versiyonu olsa da, açıkça İslam’ı temsil ediyordu. İslami Orta Çağ boyunca bölgede irili ufaklı çok sayıda başka Kürt beyliği de vardı.
Kürdistan teriminin kendisi 12. yüzyıla doğru ortaya çıkmıştır, ancak bu noktada geniş bir ulusal anlamdan ziyade dar bir idari anlamda kullanılmıştır.
Kürtlerin Sasani ve Doğu Roma İmparatorlukları arasında bölündüğü dönemi takip eden dönem, Kürt feodal beylerine iktidarlarını sürdürme şansı verdi. Selçuklular da İran’da karşılaştıkları vergi sisteminde ve toprak mülkiyetinde herhangi bir değişiklik yapmadılar. Ancak Kürtlerin geçen bin yılın ikinci yarısının büyük bir bölümünde Ortadoğu’ya hakim olan ve Kürdistan’da birbirleriyle sınırdaş olan Safevi ve Osmanlı İmparatorlukları arasında bölündüğü dönem, Kürt beylerine ilerlemek için pek fırsat vermedi.
Geçmişte, Sasanilerle müttefik oldukları düşünüldüğü için Müslüman Kürtleri zorla sınırlarından uzaklaştıranlar Hıristiyan Bizanslılardı. Şimdi ise Şii Safeviler, Sünni Kürtlerin, kendileri gibi Sünni olan Osmanlılara daha sadık olacaklarını düşünerek, onları zorla yerlerinden ettiler. Sonuç olarak, Kürt beylerinin yardımıyla Osmanlılar Kürdistan’ın çoğunu ele geçirdi ve müttefiklerini cömertçe yerel kalıtsal valiler olarak atadı.
Kürt beyleri 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı iki kez isyan etti ve her iki durumda da acımasızca bastırıldı. Bu isyanların, toprak kaybetmeye başlayan ve haraç gelirleri azalan İmparatorluğun kaçınılmaz düşüşünün başlangıcına tanıklık eden bu yüzyılda gerçekleşmesi tesadüf değildir. Yine de Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak var olduğu süre boyunca özerk kültürel kimliğini ve kendine özgü feodal yapısını korumuştur. Osmanlıca ocaklık terimi, toprak mülkiyetini ve toprağın kullanım hakkının hizmet karşılığında belirli bir aileye devredilmesini ifade eder. Ocaklık sancaklar yerel beylere bırakılan yerlerdir. Ocaklık sancakların bulunduğu Osmanlı Kürt eyaletleri Kuzey Kürdistan’da Diyarbekir ve Van, Kuzey ve Batı Kürdistan’da Urfa, Güney Kürdistan’da Şehrizor’dur. Ayrıca Ardalan vasallığı İran adına Doğu Kürdistan’ı yönetmiştir.
19. yüzyıla kadar Kürdistan’da tarımsal vergileri toplayanlar feodal beylerdi ve İmparatorluğun bu vergilerden aldığı pay oldukça azdı. Osmanlılara hizmet etmek üzere gönderilen Prusyalı subay Helmut von Moltke’nin Kürtler: Emperyalizmin Kıskacındaki Aşiret Toplumu adlı eserinden aktardığımız üzere:
"Osmanlı İmparatorluğu, Babıali’nin fiili otoritesinin olmadığı geniş toprakları kapsamaktadır ve Sultan’ın kendi devletlerinin çevresinde yapması gereken birçok fetih olduğu kesindir. Bunlar arasında İran sınırı ile Dicle arasındaki dağlık ülke de vardır (...) Babıali bu dağlarda ailelerin kalıtsal gücünü yıkmayı hiçbir zaman başaramamıştır. Kürt prensleri tebaaları üzerinde büyük bir güce sahiptir; kendi aralarında savaşırlar, Babıali’nin otoritesine meydan okurlar, vergileri reddederler, askere alınmaya izin vermezler ve son sığınaklarını yüksek tepelerde kurdukları kalelerde bulurlar".
Topraklarının büyük bir kısmını kaybeden ve derin sosyal ve ekonomik sorunlarla boğuşan Osmanlı, Kürt feodal özerkliğine yönelik müdahalesizlik politikasını gözden geçirdi. Bunu yaparken, büyük şehirlerinde kapitalizmin gelişmeye başladığı Osmanlı İmparatorluğu, ileri yabancı kapitalist güçler tarafından desteklendi. Von Moltke, bütçeyi düzeltmek için özerk statülerini korumak amacıyla imparatorluğa direnen Kürt beylerine boyun eğdirilmesi gerektiğinin altını çizdi. Böylece, ileri kapitalist güçler tarafından desteklenen Osmanlılar, Kürt feodal özerkliğine karşı harekete geçti. Kürdistan’ın iç fethi şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizmin ilerlemesinin kaçınılmaz bir parçasıydı, ancak aynı zamanda günümüze kadar kapitalizm çerçevesinde bir çözüm bulamayan derin bir ulusal sorunun yaratılmasına da hizmet etti.
Kürt feodalizminin iki ana sınıfı, savaşçı ve toprak sahibi soylular ile onların silahlı adamları ve yarı köleliğe indirgenmiş köylülerdi. Bu köylülere, Osmanlı ve Farsça muadillerinden sonra, sürüden gelen bir terim olan raeya veya rayet deniyordu. Yukarıda bahsedilen savaşçı ve toprak sahibi Kürt soylular ve onların silahlı adamları, aşiret adı verilen akrabalık temelli toplumsal birimleri oluşturuyordu.
Bu tür örgütlenmelerin parçası olmayan Kürtler ise serf sınıfını oluşturuyordu. Aşiret kimi yabancı kaynaklarda kafa karıştırıcı bir şekilde kabile olarak çevrilmiştir, ancak açıkça feodal bir oluşumdur. Bir önceki beyin en büyük oğlu olan aşiret beyi sınırsız yetkiye sahipti. Herkesin malına istediği gibi el koyabilirdi. Bireyleri dövdürebilir ve isterse halkından herhangi birini öldürtebilirdi. Barış zamanlarında, suçluların kaçmasına karşı beyler arasında yapılan anlaşma, bir serfin beyinin hükmünden kaçmasını önlüyordu. Hükümet de beyin yolsuzluğuna karşı hiçbir yardımda bulunmuyordu. Kürt serfler, efendilerine fayda sağlayan karmaşık bir feodal harç ve vergi sistemine tabiydi. Bu harç ve vergiler ya bizzat feodal tarafından ya da topluluğu temsil eden ihtiyar veya yönetici tarafından toplanıyordu. Feodal harçlar toplandığında (emek harçları ve ayni harçlar), bu harçlar köyün tamamından alınırdı. Bu son ayrıntı, Kürt feodalizminin hatırı sayılır bir özerkliğe sahip olmasına rağmen, kendine ait bir krallığı olmadığını ve dolayısıyla feodalizmin gelişmiş bir biçimini teşkil etmediğni, hala ataerkil üretim ilişkilerinin etkisini taşıdığını göstermektedir.
Osmanlı İmparatorluğu Kürdistan’da feodalizmi ve özerkliği ezmeye doğru ilerledikçe, feodal beyler birer birer isyan etmeye başladı. 1806’da Babanzade Abdurrahman Paşa yeni vergi politikasına karşı isyan etti, ardından 1812’de yeğeni onun intikamını almak için ayaklandı ve 1818’de Mir Muhammed’in önderlik ettiği Rewanduz İsyanı çıktı.
Ancak bölgedeki en etkili bey, İran sınırından Orta Mezopotamya’ya, Diyarbakır’dan Musul’a kadar hüküm süren Botan Beyi Bedir Han’dı. Kendi parasını bastırmış, Cuma hutbelerini kendi adına okutmuş ve olağanüstü bir servete sahip olmuştu. Bedir Han Bey’ın kuvvetleri bölgeyi İslamlaştırmak için 50.000 Süryani’yi katletti.
Bedir Han 1840 yılında Osmanlılara karşı isyan etti. Ancak beyliği 1847’de von Moltke’nin direktifleri doğrultusunda Osmanlı ordusu tarafından ezildi; yeğeni Êzdînşêr tarafından ihanete uğradı.
Cizre lordluğuna atanan Êzdînşêr, daha sonra haklarını yetersiz görerek Osmanlı’ya karşı ayaklandı ve 1855’te yenilgiye uğradı. Bedir Han Bey, kendisinden önceki ve sonraki isyancı beyler gibi milli bir devrimci değildi. Onunki, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve başta Prusya olmak üzere Batılı kapitalist güçlerin merkezileştirme çabalarına karşı Kürt feodal aristokrasisinin ayrıcalıklarını savunmak için bir isyandı. Daha önce de yazdığımız gibi: "19. yüzyıl boyunca Osmanlı Kürdistanı’nda yaklaşık elli ayaklanma oldu ve bunların hepsi, İmparatorluğa ekonomik nüfuzları zaten önemli olan Fransa ve İngiltere’nin yardımıyla bile kanla bastırıldı. Yüzyılın sonunda tüm bağımsız Kürt beylikleri ortadan kalkmıştı" ("Comunismo", 1991).
Kürt feodalizmi, Fars muadiliyle birlikte bölgedeki köleliği yıkmak için mücadele etmenin yanı sıra, kabile topluluğunu eritti, toprak ve her şeyden önce hayvan mülkiyetine dayalı bir ekonomi doğurdu, yerleşik serfleri göçebe aşiretlerin istilasından korudu, komşu ülkeleri yok eden işgalci göçebe imparatorluklara karşı Kürdistan’ı özerk bir birim olarak tuttu ve başka yerlerdeki feodalizmin kaderini paylaşarak, kendisi de üretici güçlerin daha sonraki gelişiminin önünde güçlü bir engel haline geldi. Tüm feodal birimler gibi, aşiretlerin tarihte oynadığı rol de sonunda gerilemeye başladı. Birbiri ardına askeri yenilgiler yaşayan aşiret, 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında Kürt toplumunun sosyal ve ekonomik yapısı dönüşürken yavaş yavaş çözüldü.
Proletarya elbette gerici Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onun çeşitli Avrupalı
hamilerinin zulmüne asla sempati duyamazdı, ancak feodal Kürt beylerinin umutsuz
ve kaderine mahkum ayaklanmalarına da hiçbir destek borçlu değildi.
Şeyh Ubeydullah’tan (1879) Şeyh Said’e (1925) Kürt İsyanları
Kürt beyliklerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında yıkılmasıyla, Osmanlı devleti Kürdistan topraklarını zengin tüccarlara, yerel bürokratlara ve şeyhlere yani siyasi otoriteye sahip din âlimlerine yeniden dağıttı. Bu sonuncular, kendilerine verilen topraklara müritlerinin bağışları da eklenince kısa sürede en zengin toprak ağaları haline geldiler. Böylece Kürdistan’da çok güçlü siyasi liderler haline geldiler ve bazıları nüfuzlarını kullanarak kendilerinden önceki aristokrat isyancıların aksine aslında milliyetçi fikirlere öncülük etmeye başladılar.
Şeyh Ubeydullah Nehrî bu liderlerin en önemlisiydi. Eskiden beyliklere ait olan Botan, Behdinan, Hakkari ve Ardalan’ı elinde tutan bu lider, İran ve Osmanlı hükümetlerinin Kürtlerin gelişimini engelleyen sülükler olduğuna inanıyordu. Şeyh Ubeydullah, Kürtler için tek yolun İran ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Kürt topraklarının birleştirilmesinden oluşan birleşik bir Kürdistan’ın kurulması olduğuna inanıyordu. Bir şeyh olmasına rağmen Ubeydullah’ın Kürdistan’ı İslamlaştırmak gibi bir niyeti yoktu ve isyanını destekleyen Hıristiyanlarla iyi ilişkiler kurdu. Ubeydullah’ın güçleri İran ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı aynı anda savaştı ve yenildiler, ancak şeyh idam edilmek yerine sürgüne gönderildi, bu da onun etkisinin bir kanıtıdır. Elbette Ubeydullah’ın hareketini yöneten bir Kürt burjuvazisi değildi, çünkü kapitalizm henüz Kürdistan’a doğru dürüst yayılmamıştı. Ancak isyan feodal düzene geri dönüşü değil, ancak kapitalist bir yol izleyebilecek bağımsız bir ulusun oluşumunu öngördüğünden, Şeyh Ubeydullah ve takipçileri pekala ilerici olarak tanımlanabilir.
Kürt ulusal hareketi Şeyh Ubeydullah isyanı ile doğdu ancak modern bir biçimini ancak 20. yüzyılın başında aldı. Yeni hareketin merkezi Kürdistan’dan ziyade İstanbul olacaktı ve liderleri Sultan Abdülhamid’in baskıcı saltanat yıllarını Jön Türklerin burjuva devrimcileri ve reformcularıyla birleşerek geçirecekti. Meşrutiyetin ilan edildiği ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidara geldiği 1908 devriminin ardından Kürt milliyetçileri çok sayıda örgüt kurmaya başladı: Kürt İlerleme ve Terakki Cemiyeti, Kürt Kültürünü Yayma Cemiyeti ve bir öğrenci organı olarak Kürt Ümit Cemiyeti 1908’de kuruldu. 1910’da kurulan ve tüm Kürt liderlerin üye olduğu Kürt İstiklal Cemiyeti bunu izledi. Kürt milliyetçiliğinin örtük olmaktan ziyade açık bir şekilde siyasallaşan yeni dalgası daha sonra Kürdistan’a yayılmaya başladı. Diyarbakır, Musul ve Bağdat gibi şehirlerde Kürt kulüpleri kuruldu. Yıllarca süren propaganda, on binlerce Kürdün katıldığı imza kampanyaları ve silahlanmanın ardından Kürt milliyetçileri Doğu Anadolu’da Bitlis’te, liderleri arasında genç Simko Şikak’ın da bulunduğu bir isyan girişiminde bulundular. Bu yeni nesil Kürt milliyetçi liderlerin önemli bir bölümü, yoksul beylerin çocuklarından oluşan Kürt orta sınıfından geliyordu. Dolayısıyla Fransız Devrimi’nden olduğu kadar önceki yüzyıldaki Kürt direnişlerinden de etkilenmişlerdi.
Sultan Abdülhamid, Şeyh Ubeydullah isyanının bastırılmasından yaklaşık on yıl sonra, 1890’da Türk, Çerkez ve Araplarla birlikte önemli sayıda Kürdü Hamidiye süvari alaylarında örgütlemişti. Bu alay özellikle 2. Abdülhamid döneminde ve 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere ve diğer Hıristiyanlara yönelik katliamlarda etkili olmuş ve devlet ile Kürtlerin bir bölümü ve diğer Müslüman nüfus arasında güçlü bağlar kurulmasına hizmet etmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu’nun çeşitli bölgeleri İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi ve Osmanlı İmparatorluğu, Mustafa Kemal’in Ankara’daki milli devrimci hükümetine karşı İstanbul’da liberal Hürriyet ve İtilaf Partisi tarafından yönetilen kukla bir hükümete indirgendi.
Mustafa Kemal, Ermeni soykırımını "utanç verici bir eylem" olarak tanımlayarak, başlangıçta İttihat ve Terakki Hükümeti’nin savaş sırasındaki eylemleriyle arasına mesafe koymuştu. Dahası, İstanbul hükümeti gibi o da 1921 Anayasası ile özerklik vaat etmiş ve bunun özellikle Kürtler için geçerli olacağını söylemişti. Bu politikalar Türk milliyetçi hareketinin zaferinden sonra hızla revize edilecek, 1924 Anayasası "Türkiye’de din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir" diyecekti. Yine de Kürt liderler bir süre için İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında bölünmüş durumdaydı.
Sevr Antlaşması Kürtlere bir devlet vaat ediyordu. Daha önce yazdığımız gibi ("Comunismo", 1991):
"İngiltere, Araplara yaptığının aksine, birkaç yıl önce verdiği sözü tutmaya meyilli görünüyordu. Büyük güçleri Kürdistan’ın bağımsızlığını istemeye iten temel neden, SSCB ile Türkiye arasında bir "güvenlik kuşağı" oluşturma arzusuydu. Avrupalı güçler sosyalist devrimin genişlemesini önlemek istiyorlardı ve SSCB’ye ve diğer halklara karşı kullanabilecekleri feodal, geri kalmış bir tampon devlet, Kafkasya’daki Sovyet petrol kuyularının yakınında potansiyel bir stratejik nokta yaratmayı amaçlıyorlardı.
"Sevr Antlaşması (Ağustos 1920) iki maddede bir Kürt Devleti’nin kurulmasını öngörüyordu, ancak bugünkü Türkiye sınırları içinde ve sınırlı egemenliğe sahip birkaç bölgeye indirgenmiş olarak, galip sömürgeci güçlerin yararına olacaktı. Bu, en verimli ve özellikle petrol zengini Kürt topraklarını kontrol altında tutmak isteyen İngiliz emperyalizminin alçakça bir cömertliğiydi. Aslında, kadim Musul vilayeti, Kemalist Türkiye’nin yaygaralarına rağmen, şüphesiz Kürt topraklarının bir parçası olmasına rağmen, 1925 yılında Milletler Cemiyeti tarafından kesin olarak Irak’a, yani İngiltere’ye verildi...
Ancak Sevr Antlaşması hiçbir zaman uygulanmadı. İmzacılardan biri olan Osmanlı hükümeti hükmünü kaybetmişti ve Ankara’daki Millet Meclisi, Türkiye’yi Batılı güçlerin bir sömürgesi haline getirecek olan anlaşmayı onaylamadı...
Kürt halkının, her birinde milli bir azınlık oluşturacakları çeşitli devletler arasında bölünmesi, sonraki yıllarda son derece olumsuz sonuçlar doğurdu. Milliyetçi hareketler farklı ve çoğu zaman birbirine zıt yollar izlemeye başladı, hatta birbirlerine silahla karşı çıkma noktasına geldiler. Yine de birçok Kürt milliyetçisi, özellikle de gerici olanları, emperyalist güçlerin kendileri için öngördüğü rolü oynamaktan memnundu.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Şeyh Ubeydullah’ın oğlu ve Kürt Terakki ve İlerleme Cemiyeti’nin eski üyesi Abulkadir Ubeydullah’ın önderliğinde yeniden örgütlenen bazı Kürt milliyetçileri kendilerine Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC) adını verdi. Yeni kurulan örgüt, 1918 yılının sonlarına doğru Kürt özerkliği için Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile anlaşmaya varmakta gecikmedi. Örgüt 1920 yılında şu çağrıyı yapacaktı: "Kuvayı Milliye’ye aldanmayınız! Onlar Bolşeviklerin başını taşıyan vatansız serserilerdir. Hilafet ve Monarşiye bağlılıktan vazgeçmeyiniz". Böylece Kürdistan Teali Cemiyeti tamamen Antant yanlısı, yani savaştan galip çıkan emperyalist cepheden yana bir pozisyon aldı.
KTC, çok uluslu Erzincan işçi ve köylü şurasının Kürt liderlerinin de katıldığı 1921 Koçgiri isyanının siyasi çizgisine hakim oldu. Koçgiri isyancılarının talepleri, Sevr Antlaşması’nda Batılı güçler tarafından Kürtlere vaat edilen ve KTC ile Hürriyet ve İtilaf Partisi tarafından kabul edilen özerk statünün tanınmasının ötesine geçmedi. İsyan, "zo diyenleri (Ermenileri) yok ettik, lo diyenleri (Kürtleri) de ben yok edeceğim" diyen Nureddin Paşa liderliğindeki Kemalist güçlerin gerçekleştirdiği katliamla sonuçlandı. Koçgiri İsyanı’nın bastırılmasının ardından KTC geriledi ve bir daha asla bir örgüt olarak öne çıkmayacaktı.
Simko Şikak, Doğu Kürdistan’da iktidarını tesis etmek için birkaç bin Süryani’yi öldürdükten sonra 1918’de İran’a karşı bir isyan başlattı. 1922 yılına gelindiğinde, isyanın Mustafa Kemal tarafından desteklendiği ve Şikak’ın bağımsız Kürdistan’ın kuruluşunu ilan ettiği iddia edilse de, isyanı uzun ömürlü olmadı ve Pers güçleri tarafından bastırıldı. Şikak daha sonra, 1919’da Güney Kürdistan’ı yöneten İngilizlere karşı isyan eden, sürgüne gönderilen ve döndükten sonra 1922’de kendisini Kürdistan Kralı ilan eden Mahmud Barzancı’yı destekleyecekti. Barzancı’nın krallığı 1924’te İngilizler tarafından yenilgiye uğratılana kadar sürdü. Kısa bir süre sonra Simko Şikak Doğu Kürdistan’da başka bir isyan girişiminde bulundu ve bir kez daha başarısız oldu. Güney Kürdistan’a kaçan Şikak, bir müddet sonra İran hükümeti tarafından affedildi ve İran’a döndükten kısa bir süre sonra öldürüldü. İdeolojik geriliklerine rağmen, bu dönemde Doğu ve Güney Kürdistan’daki isyanlar, özerklikten ziyade bağımsızlık peşinde koştukları ve kendilerini büyük emperyalist güçlerin yanında değil karşısında konumlandırdıkları için geçici olarak milli devrimci olarak kabul edilebilir.
KTC’ın gerilemesiyle birlikte Kuzey Kürdistan’da yeni bir örgüt ortaya çıktı: Kürt Özgürlük Cemiyeti ya da kısaca Azadî. Koçgiri İsyanı’na kadar Mustafa Kemal’i destekleyen Kürt bir asker olan Xalîd Cibranî tarafından kurulan Azadî’nin kısa sürede Erzurum, İstanbul, Diyarbakır, Dersim, Van Siirt, Bitlis, Kars, Muş, Malazgirt, Hınıs ve Harpu’da şubeleri açıldı.
Azadî de başta İngilizler olmak üzere Batılı güçlerle ilişkileri geliştirmekle ilgileniyordu. Azadî, 1924’te Kürtçenin kamuda kullanımının ve öğretiminin yasaklanmasına, Kürt toprak sahiplerinin ülkenin batısına yerleştirilmesine ve 1923’te Halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkarak Beytüşşebab isyanını başlattı. İsyan bastırıldı ve Xalîd Cibranî öldürüldü. Abdülkadir Ubeydullah onun yerine örgütün başına geçecekti. Bu başarısızlık Azadî’yi 1925’te başlayan ve askeri deneyimi olmayan etkili bir İslami lider olan Şeyh Said tarafından yönetilen başka bir isyan planlamaktan alıkoymadı. Ancak Şeyh Said, Şeyh Ubeydullah değildi ve isyan milli bir ayaklanmadan ziyade laik reformlara karşı dini bir tepki biçimini aldı. İsyanın bastırılmasının ardından aralarında Abdülkadir Ubeydullah ve Şeyh Said’in de bulunduğu yaklaşık 20.000 kişi Türk devleti tarafından öldürüldü. Azadî bu yenilgiden sonra bir daha asla toparlanamadı.
Agiri Cumhuriyeti’nin Yeni Laik Milliyetçiliği (1926‑1930) ve Dersim Katliamı (1937‑1938)
1926’da Kuzey Kürdistan’da Ağrı Dağı yakınlarında kendiliğinden patlak veren isyanın ardından, 1927’de Xoybûn (Öz Yönetim) Komitesi - Kürt Bağımsızlık Örgütü adında, diğer çeşitli Kürt milliyetçi gruplarının eski üyeleri tarafından kurulan yeni bir Kürt milliyetçi örgütü ortaya çıktı. Xoybûn’un Kuzey Kürdistan’daki önceki Kürt milliyetçi örgütlerinden en önemli farkı, propagandasında dini söylemin izine rastlanmamasıydı. Tamamen Kürt milliyetçisi, ilerici ve seküler bir örgüttü. Başından beri, üyeleri arasında ticaret burjuvazisi, askerler, bürokratlar ve toprak sahipleri bulunan örgüt, Ermeni Devrimci Federasyonu ya da Taşnaklar ile yakın ilişkiler içindeydi. Öyle ki, Taşnakların amacı Müslüman düşmanları arasında silahlı bir çatışmayı tetiklemek olmasına rağmen, iki örgüt bir ittifak paktı oluşturdu.
Kuruluşundan kısa bir süre sonra Xoybûn, saflarındaki en önemli asker olan ve eski bir Kürt Ümit Cemiyeti üyesi olan İhsan Nuri Paşa’yı Ağrı’da Kürt Cumhuriyeti’ni kurması için gönderdi. Xoybûn üyeleri destek için hem Sovyetler Birliği’ne hem de Batılı güçlere başvurdular; sonuç nafileydi. Hatta İngilizler, Fransızlar ve Stalinist Rusya, basınlarında birbirlerini Kürtlerin biçare isyanını desteklemekle suçladılar. Kürtler kendi başlarına kalmışlardı. İsyana tek destek Sovyet Ermenistan’ından geldi ve bu yardımın resmi bir emir sonucu olup olmadığı bilinmiyor. Her halükarda, yeni cumhuriyet Van, Bitlis, Iğdır, Tendürek Dağı ve Suphan Dağı’ndaki isyanlarla desteklendi ve bu isyanlar sayesinde 1930’un sonlarına doğru yenilgiye uğrayana kadar varlığını sürdürdü. Kürt milli ordusu en güçlü olduğu dönemde 60.000 askerden oluşuyordu. İsyanın bastırılması sırasında yaklaşık 50.000 kişinin katledildiği iddia edilmektedir. Yine de Agiri Cumhuriyeti, Güney Kürdistan’da 1931’de gerçekleşen Ahmed Barzani isyanına ilham kaynağı olmuş ve Güney’deki isyan sığınmacı Xoybûn taraftarlarına kucak açmıştır. Agiri Cumhuriyeti, Kürdistan’da Kürt burjuvazisine dayanan ilk milli devrimci çaba olması bakımından tarihsel bir öneme sahiptir. Kürt ulusal hareketinin doruk noktasını temsil eder ve yenilgisi Kürt burjuvazisi için tarihi sonuçlar doğurmuştur. Xoybûn, bir daha tarih sahnesine çıkamadan dağıldığı 1946 yılına kadar esas olarak Batı Kürdistan’da sürgünler grubu olarak varlığını sürdürecektir...
Kuzey Kürdistan’daki Dersim’in Zaza nüfusu, Erzincan şurası ve Koçgiri isyanı istisna olmak üzere, yukarıda bahsedilen isyanların hiçbirine katılmamıştı. Ancak bu il, 1935’te adını Tunceli olarak değiştiren ve esasen sıkıyönetim ilan eden ve askeri valisine diktatörlük yetkileri veren yeni bir yasayla hedef alındı. Bu yasanın amacı, Başbakan Celal Bayar’ın deyimiyle devlet içinde devlet olan bölgenin feodal özerkliğinin hala bozulmamış olmasıydı. 1937’nin başlarında Dersim’de yapılan halk toplantılarının ardından, valiye gönderilmek üzere yasaya karşı bir protesto mektubu yazıldı. Mektubu götürenler idam edildi, ardından bir grup yerel halk bir polis konvoyunu pusuya düşürdü. Türk ordusu vilayeti işgal ederek karşılık verdi. Bölgeye 25,000 asker konuşlandırıldı. Buna karşılık, bir Alevi din büyüğü olan Seyid Rıza bir direniş örgütlemeye çalıştı. Ancak kısa süre sonra Erzincan’daki bir barış toplantısına çağrıldı ve oraya vardığında Türk ordusu tarafından asıldı. Kürt kaynakları Dersim’de yaklaşık 70.000 kişinin katledildiğini iddia etmektedir. Aslında, 1937-8 yıllarında Dersim’de meydana gelen olaylar, genellikle yapıldığı gibi bir isyan olarak tanımlanamaz. Aksine, bir dizi bariz provokasyonla harekete geçirilen, belirli bir amaca yönelik organize bir etnik katliamdır. Dersim katliamıyla birlikte Türkiye’deki Kürt milli hareketinin yenilgisi şimdilik tamamlanmış oldu.
Daha önce de yazdığımız gibi (1991), o zamana kadar "emperyalist güçler Kürt halkının trajik kaderinin haritasını çıkarmışlardı. Savaştan önce Osmanlı ve Pers İmparatorluklarını ayıran tek eski sınırla bölünmüşken, savaştan sonra kendini beş devlet arasında bölünmüş buldu: Türkiye, Suriye, Irak, İran ve SSCB. Bu oldukça farklı durum, bir anda "ulusal azınlık" haline gelen bu halk için ve özellikle de sınıfsal baskıya ulusal baskının eklendiği mülksüzleştirilmiş kitleler için dramatik sonuçlar doğurdu ve doğurmaya devam ediyor.” Bölgede böylesi çeken tek ulus Kürtler de değildi: "Hareketimizin tezi şudur ki, devrimci burjuvazi iktidara gelir gelmez, sadece iktidarı ele geçirmesini sağlayan şok kitlesini oluşturan proletaryaya karşı değil, aynı zamanda ulusal azınlıklara karşı da gericileşir. Türk burjuvazisi de bu kuralın istisnası değildir. SSCB sınırında kendi devletlerini bile kurabilmiş olan Ermeniler, kendilerini topluca göçe zorlayan vahşi katliamlara maruz kaldılar; Pontus’ta yaşayan önemli Rum azınlıklar da benzer bir kaderi paylaştılar".
Mahabad Özerk Cumhuriyeti (1941‑1945) ve Kürdistan Demokrat Partisi
1941 yılında, 2. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği ve İngiltere İran’ı işgal etti. Ülkenin kuzeybatı bölgesini işgal eden Sovyetler Birliği ve İngiltere, Kürtlerin milliyetçi isteklerini desteklemeyi kârlı buldu. Böylece Mahabad’da, başlangıçta İran devleti sınırları içinde özerkliği hedefleyen bir Kürt yönetimi kuruldu. Yeni yönetimin öncülüğünü, Simko Şikak’ın destekçilerinden birinin oğlu ve bir yargıç olan Qazi Muhammed tarafından yönetilen gizli bir örgüt olan Kürdistan’ı İhya Cemiyeti üstlendi. Komite ağırlıklı olarak Kürt orta sınıfından oluşuyordu, ancak toprak ağaları ve burjuvazi tarafından da destekleniyordu. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) 1945 yazında Mahabad’da halkçı bir iktidar partisi olarak kuruldu. Kısa bir süre sonra, 1946’da, Doğu Kürdistan’ı beş yıl yönettikten sonra Qazi Muhammed Mahabad’da Kürdistan Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti, ancak yine de bağımsızlıktan ziyade İran içinde özerklik hedefliyordu.
1931’de Güney Kürdistan’da gerçekleşen isyanda askeri güçlerine liderlik eden ve Ahmed Barzani’nin küçük kardeşi olan Mustafa Barzani, Savunma Bakanı ve Kürt ordusunun komutanı olarak atandı. Barzani aynı zamanda Güney Kürdistan’da KDP’yi örgütledi, Irak Komünist Partisi’nin Kürt kesiminin önemli bir bölümünün desteğini almayı başardı ve 1946 ortalarında sürgündeyken partinin lideri seçildi. Ruslar kısa süre sonra Mahabad Cumhuriyeti’ne verdikleri desteği kestiler ve 1946’nın sonlarına doğru İran ordusu, Qazi Muhammed’in bir katliamdan kaçınmak istemesi nedeniyle şehri savaşmadan ele geçirdi. İran güçleri Kürt matbaasını kapattı, Kürtçe öğretilmesini yasakladı, bulabildikleri tüm Kürtçe kitapları yaktı ve Qazi Muhammed diğer birçok KDP lideriyle birlikte vatana ihanetten asılırken Mustafa Barzani Sovyetler Birliği’ne sürgüne gitti. KDP programı, kendisini desteklemeyi kabul eden son derece muhafazakar toprak ağalarını yabancılaştırma korkusuyla herhangi bir sosyal ya da ekonomik içeriğe sahip değildi. Tarihsel koşulların gereği olarak devrimci olmaktan ziyade reformist olan burjuva milliyetçi bir partiydi.
Irak’ta Abdülkerim Kasım liderliğindeki 1958 askeri darbesinden sonra Mustafa Barzani sürgünden dönmeye davet edildi. Kasım ve Barzani arasında yapılan bir anlaşma çerçevesinde Irak hükümeti Barzani’nin siyasi desteğine karşılık Kürtlere bölgesel özerklik vermeyi vaat etti. Bu arada KDP’ye 1960 yılında yasal statü verildi. Ancak kısa süre sonra Kasım’ın bölgesel özerklik vaadini yerine getirmeyeceği anlaşıldı. Bunun üzerine KDP propagandasını yoğunlaştırdı. Kasım diğer Kürt şeflerini Barzani’ye karşı savaşmaya teşvik ederek karşılık verdi, ancak 1961’e gelindiğinde KDP bu çatışmalardan galip çıkmış ve Barzani Güney Kürtlerinin lideri olarak konumunu sağlamlaştırmıştı. KDP daha sonra hükümet yetkililerini Kürt bölgelerinden çıkarmaya çalıştı. Kasım, Irak ordusuna Güney Kürdistan’ı geri alma emri verdi ve Irak Hava Kuvvetleri Kürt köylerini ayrım gözetmeksizin bombalamaya başladı, bu da Barzani’nin davasının Kürt nüfusu arasında daha da popülerleşmesine yol açtı. Ayaklanma bastırılamadı ve bu da 1963’te Kasım’a karşı yapılan Baas darbesinin başarısında bir etken oldu.
Yeni Baas hükümeti, Barzani’nin isyanına karşı Amerikan ve İngiliz yardımına güvenerek, Batılı güçler tarafından tedarik edilen napalm bombalarıyla Kürt köylerinin tamamını yaktı. Buna ek olarak Suriye de Batı Kürdistan’daki Kürtleri hedef almaya ve isyana karşı Irak’a yardım etmeye başladı. Buna karşılık Barzani’nin güçleri, her ikisi de Irak’ı zayıflatmak isteyen İran ve İsrail’den yardım aldı.
1963’ün sonlarına doğru bir darbeyle devrilme sırası Baasçılara geldi. Abdülselam Arif’in yeni hükümeti başlangıçta Kürt isyanını bir kez daha bastırmaya çalıştı, ancak 1964’te ateşkes ilan etti. Barzani bunu kabul etti ve ateşkesin daha radikal muhaliflerini KDP’den ihraç etti. Ancak 1966’da bir uçak kazasında ölen Abdülselam Arif’in yerine geçen kardeşi Abdurrahman Arif de başlangıçta KDP’yi askeri olarak yenilgiye uğratmaya çalışsa da başarısız oldu ve müzakere masasına geri döndü. Yeni lider bir barış programı ilan etti, ancak 1968’de Baasçılar tarafından devrildi. Ertesi yıl Baasçılar Kürtlere saldırdı ve bir kez daha kaybettiler. 100.000 kişinin öldüğü savaş, 1970’te imzalanan ve çok uzun sürmeyecek olan Irak-Kürt Özerklik Anlaşması ile sona erdi.
Kasım ve Barzani arasındaki yakınlaşma çöktüğünde ve Kürt-Irak savaşı başladığında, İran’daki KDP Irak’taki Barzani ve KDP’sini destekledi. Bu süreçte hem Güney’deki hem de Doğu’daki KDP’nin liderliği ve sonraki toplumsal yönelimi gerçek yüzlerini ortaya çıkardı. 1965’e gelindiğinde Barzani İran’daki KDP’ye sırtını döndü ve Şah ile İran hükümetine karşı faaliyetlerini kısıtlamasını öngören bir anlaşmaya vardı. Dahası, açıkça İran’daki mücadelenin Irak’taki mücadeleye tabi kılınması çağrısında bulundu ve İran’dan gelen KDP militanlarına Güney Kürdistan’da müsamaha gösterilmeyeceği uyarısında bulundu. Sonuç olarak, İran’daki KDP liderliği devrildi ve çoğunlukla eski Tudeh Partisi kadrolarından oluşan yeni bir liderlik başa geçti.
İran’daki KDP üyeleri bir Devrimci Komite oluşturdu ve komite, Mahabad ve Urumiye çevresinde Ulusal Polise karşı köylü ayaklanmalarını desteklediklerini ilan etti. İran’daki KDP İran ordusuna ciddi kayıplar verdirmeyi başarsa da sonunda yenildi. Aylar içinde Devrimci Komite’nin on bir üyesinden sekizi İran askerleri tarafından öldürüldü ve hareket on sekiz aydan kısa sürdü. Irak’taki KDP, İran’daki KDP’nin 40’tan fazla üyesini öldürdü ve cesetlerini İranlı yetkililere teslim etti.
Kürt hareketi, 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkışından Kürdistan Demokrat Partisi’nin Irak ve İran kolları arasındaki bölünmeye kadar, aşiret rekabetlerini de içeren bir dayanışma içinde olmuştur. 1908’den ve 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan çeşitli Kürt parti ve örgütlerinin farklı yaklaşımları vardı ama birbirlerine karşı değillerdi - aslında kadroları farklı bir yaklaşımın nasıl sonuç vereceğini görmek için sık sık bir örgütten diğerine geçiyordu. Sonunda eski Osmanlı İmparatorluğu’na ait Kürdistan’ın tüm parçaları için tek bir burjuva milliyetçi örgüt olan Xoybûn kuruldu ve ülkenin tüm parçalarındaki önde gelen Kürt ulusal hareketleri tarafından desteklendi. Bu örgüt 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kendi isteğiyle dağıldı, çünkü Kürt milliyetçileri SSCB ile yakın ilişkiler kurarken, bu örgütün de miadını doldurduğu düşünülüyordu. Ancak Kürdistan Demokrat Partisi yukarıda bahsedilen bölünmeye kadar aynı amaca hizmet etti ve Kürt burjuvazisinin çıkarlarını bir bütün olarak, yani sınırlar ötesinde ifade etti.
1974 yılında Irak hükümeti Kürt isyancılara karşı yeni bir saldırı başlatarak onları İran sınırına yaklaştırdı. Çatışmalar ilerledikçe Irak, Tahran’a Kürtlere yaptığı yardımı kesmesi karşılığında İran’ın taleplerini yerine getirmeye hazır olduğunu bildirdi. Cezayir Cumhurbaşkanı Houari Boumédiènne’in arabuluculuğuyla 1975 yılında Irak ve İran arasında Cezayir Anlaşması imzalandı. Buna göre İran, Irak’tan talep ettiği toprakların İran’a devredilmesi karşılığında Iraklı Kürtlere verdiği desteği kesecekti.
İkinci Irak Kürt Savaşı, birincisinde olduğu gibi gerilla savaşından ziyade Irak Ordusu’na karşı simetrik bir savaş girişimiydi ve İran’ın desteği olmadan, gelişmiş ve ağır silahlardan yoksun olan Kürtlerin hızla çökmesine yol açtı. Yenilginin ardından Barzani birçok destekçisiyle birlikte İran’a kaçtı. Diğerleri teslim oldu ve isyan kısa sürede sona erdi.
Barzani’nin isyanının yenilgiye uğramasının ardından Irak’ta Celal Talabani liderliğindeki KDP içindeki solcu muhalifler nihayet eski partiden ayrılmaya karar verdi ve 1975 ortalarında Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYB) kurdu. KYB, yedi kurucu üyesinden beşinin doktora sahibi ve akademisyen olması nedeniyle, kuruluşunun ardından Güney Kürdistan’ın kentli entelektüel sınıflarından taban desteği aldı. KYB güçleri 1975’in sonlarında, İkinci Irak-Kürt Savaşı’nın hemen ardından Irak ordusuyla çatışmaya başladı ve 1976’ya kadar devam etti. KYB’nin Irak hükümetine yönelik bu saldırıları Barzani tarafından olumlu karşılanmadı ve KDP grupları KYB savaşçılarını birkaç kez pusuya düşürüp öldürdü. İlk yoğun KDP-KYB çatışması 1978 yılında Baradust bölgesinde meydana geldi. Kent burjuvazisi ve küçük burjuvazinin önemli bir bileşeni olduğu KYB, ana örgütünden daha radikal bir dış görünüşe sahipti. KYB’nin programında özerklikten ziyade siyasi bağımsızlık talebi vardı. Ancak çok geçmeden KYB’nin Kürtlere baskı uygulayan çeşitli devletlere karşı KDP’den daha az uzlaşmacı olmadığı ortaya çıkacaktı.
1979’dan Sonra İran’da Kürt Milliyetçiliği
İran’da Şah’ın devrilmesinden iki ay sonra yeni kurulan rejime karşı yoğun bir Kürt isyanı başladı. Ayaklanma, 1979 yılının başlarında eylemci Kürtlerin, ordu birliklerinin kendilerini dağıtmayı başaramaması üzerine Sanandaj’daki polis merkezlerini, ordu üslerini ve ordu kışlalarının bir kısmını ele geçirmesiyle başladı. Daha sonra Kürtlerin Divan Darreh, Saqqez ve Mahabad’da İran ordusunu uzak tutmaya çalışan kasabaları ve ordu garnizonlarını ele geçirmesiyle huzursuzluk diğer Kürt bölgelerine de yayıldı. Harekete İran KDP’si ve 1969’da Maoist bir örgüt olarak kurulan İran Kürdistanı Devrimci Emekçiler Cemiyeti (Komala) önderlik etti. 1979’dan sonra Maoizm’den vazgeçip daha solda gözüken bir tutum alan Komala’nın böylelikle Sovyet yardımı aldığı iddia edilmiştir.
Bölgedeki Kürtler ve Azeriler arasındaki etnik çatışma hareketi önemli ölçüde zayıflatmış olsa da Ayetullah Humeyni’yi harekete karşı cihat ilan edecek kadar endişelendirmiştir. İslam Devrim Muhafızları’nın Doğu Kürdistan’ı tamamen ele geçirmesi 1980’in sonlarına kadar sürdü ve bu süreçte belki de 10.000’den fazla Kürt öldürüldü. 1983’e kadar KDP askerlerinden oluşan gruplar İran güçlerine karşı düşük seviyeli operasyonlar düzenlemeye devam etti.
Bu arada Humeyni’nin İran’ı ile Saddam Hüseyin’in Irak’ı arasında bir savaş patlak vermişti. İran’daki KDP 1988 yılına kadar Irak hükümeti tarafından desteklenirken, Irak’taki KDP ve KYB İran hükümeti ile bir anlaşma yaptı. İran güçlerinin desteğiyle isyancılar Güney Kürdistan’ın bazı bölgelerinin kontrolünü ele geçirmeyi başardılar.
İran ve Irak arasındaki emperyalist savaş, Kürtlerin birleşik bir ulus olarak
hareket edememesinin bir başka kanıtı oldu ve devlet temelinde bölünmüş ulusal
bileşenlerin her biri bir kez daha, Kürtleri kendi ülkelerinde ezmekten
vazgeçmemiş komşu ülkelerin piyonları haline geldi.
Enfal Kampanyası (1988) ve Güney Kürdistan’da Proleter İsyan (1991)
Saddam Hüseyin 1980’lerdeki Kürt isyanlarını bastırmak için harekete geçmeden önce KYB ile Kürtlere özerklik vaat eden bir anlaşmayı çaresizce müzakere etmişti. Ancak 1986’da İran, Irak’taki KDP ile KYB arasında bir anlaşmaya aracılık etti ve Baas hükümeti Kürt yerleşimlerini bombaladı, patlayıcılar ve kimyasal gazla yok etmek için meşhur Enfal Kampanyası’nı başlattı. İran-Irak savaşından kaçanların kalesi haline gelen Halepçe’de 1987 yılında bir ayaklanma oldu. İsyan eden kitleleri öldürmek için gönderilen Irak ordu birlikleri, bunun yerine onlara katılmaya ikna edildi. Sonraki birkaç hafta içinde başka Kürt şehirlerinde de ayaklanmalar oldu. Hükümet ancak elektriklerini keserek ve toplanma yeri olarak kullanılan camileri kapatarak onların başka Halepçelere dönüşmesini engelleyebildi. Asker kaçakları, Kürt milliyetçilerinden yardım almadan yakındaki Sirwan kasabasını ele geçirdi ve hükümet tarafından bombalandı. Halepçe savaşın kendisine karşı büyük bir tehdit haline gelmişti. Halepçe önce İran Devrim Muhafızları tarafından bombalandı ve işgal edildi. Saddam Hüseyin, "uluslarını, topraklarını savunmayan herkesi hain olarak kabul ediyoruz ve onları elimizdeki her türlü araçla yok etmekte tereddüt etmeyeceğiz" açıklamasını yaptı.
Askerler kasabayı terk etmeye başladı, birçoğu giderken silahlarını firarilere verdi. Ancak İran Devrim Muhafızları’nın da desteğini alan KYB güçleri, gaz maskeleri hazır bir şekilde şehri kuşattı ve Halepçe’nin emekçilerinin şehri terk etmesini engellerken, kendi ailelerinin, destekçilerinin ve zenginlerin güvenli bir şekilde dışarı çıkmasına izin verdi. Katliamdan sonra evleri yağmaladılar ve kadınlara tecavüz ettiler. Halepçe’ye yönelik gaz saldırısı orta vadede 15.000 kişinin ölümüne neden olurken, bir parçası olduğu Enfal Kampanyası Kürt kaynaklarına göre 180.000, İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne göre ise 50.000 ila 100.000 kişinin hayatına mal oldu.
Halepçe ve Güney Kürdistan’ın geri kalanındaki acımasız imha kampanyasının ardından KYB ve KDP o kadar itibarsızlaştı ki birlikte Kürdistan Cephesi’ni kurmaya karar verdiler.
1991’in başlarında Güney Kürdistan’da kendiliğinden gelişen yeni ayaklanma dalgası başladığında, bu partiler iktidarlarını garantiye almak için bankalardaki paranın kontrolünü ele geçirmek, hükümet binalarını, devlet kurumlarını ve silah ticaretini kontrol etmek için harekete geçti.
Ayaklanma hızla sınıfsal bir içerik kazandı. Sadece Silêmanî ve Hewlêr’de, pratik sorunları tartışmak üzere halk mahallelerinde, meydanlarda, küçük fabrikalarda kendiliğinden, öz-örgütlü yüze yakın işçi şurası kuruldu. Bu deneyim, Doğu Kürdistan da dahil olmak üzere ülkenin dört bir yanında işçi ve köylü şuralarının kurulduğu 1979 İran’ını yansıtıyordu. Hareket kesinlikle Kürt milliyetçi partilerine karşıydı, Barzani ve Talabani Silêmanî’ye yaklaştırılmıyordu ve "Yeni yılımızı Bağdat’ta Araplarla kutlayacağız" gibi enternasyonalist sloganlar atılıyordu. Şuralar Güney Kürdistan genelinde Kürdistan Cephesi tarafından tanınmayan bir milis örgütledi. Silêmanî isyancılar tarafından alınan ilk şehir ve Irak ordusu tarafından geri alınan son şehir oldu. Ayaklanmanın yenilgiye uğratılmasından sonra KDP ve KYB güçlerini seferber ederek Silêmanî ve diğer Güney Kürt şehirlerini Irak ordusundan geri aldı ve nihayet Saddam Hüseyin ile Irak sınırları içinde özerk bir Kürt bölgesi olarak varlıklarını tanıyan bir anlaşma imzaladı.
Genç Güney Kürt proletaryasının cesur isyanının tek zayıf yanı, komünist olduğunu iddia eden çok sayıda radikal grup olmasına rağmen, ona önderlik edecek ve gezegenin geri kalanındaki proleter mücadelelere bağlayacak gerçek bir dünya komünist partisinin olmamasıydı.
Her iki cephedeki proleterler ve firari askerler, karşılarında kendilerini ulusal savaşta ilan eden ama artık sadece emperyalist devletlerin ve güçlerin piyonu olan tüm partilerin ve silahlı güçlerin dayanışmasını buldular. Bu durum da bahsi geçen yapıların hem işçi sınıfı ve komünizm hem de takip ettiklerini iddia ettikleri ulusal hedefler karşısında artık umutsuzca karşı-devrimci karakterlerinin nihai doğrulamasını teşkil ediyordu.
PKK: Kuruluşundan (1978) Teslimiyetine (1999)
Barzani’nin KDP’sinin Türkiye’deki bir kolu 1965 yılında kurulmuş olsa da, Kuzey Kürdistan’daki çağdaş Kürt milliyetçiliğinin kökleri 1968’den sonra öne çıkan çeşitli türlerdeki Stalinist hareketlere dayanmaktadır. 1970’lere gelindiğinde Kuzey Kürdistan’da faaliyet gösteren çok sayıda "solcu" Kürt milliyetçisi örgüt vardı. Bu burjuva örgütler, çeşitli Türk sol örgütleri gibi, sadece faşist Ülkü Ocakları ile değil birbirleriyle de silahlı çatışma halindeydi.
Bu koşullar altında, 1975 yılında Ankara’da öğrenci hareketinin içinden, kendilerine Kürdistan Devrimcileri adını veren esnek bir grup ortaya çıktı. En önemli liderleri Abdullah Öcalan, Haki Karer, Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş’tu. Grup, Kürdistan’ın işgalcilerin ve yerel işbirlikçilerin işbirliği yaptığı dört ülkenin sömürgesi olduğunu savunuyordu. Buna göre, bu güçlere karşı ulusal kurtuluş mücadelesi vermeyi amaçlıyorlardı ve bunun için silahlı mücadele başlatacak illegal bir örgüte ihtiyaç vardı. Silahlı mücadelenin amacı, kitleleri cesaretlendirmek ve böylece giderek düzenli ordular kurmak ve halk savaşı yoluyla bağımsız, demokratik ve birleşik Kürdistan’ı kurmaktı. Grup başlangıçta öğrenciler, öğretmenler ve eğitimli orta sınıflar arasında örgütlenmeye devam etti. 1976 yılında grup, faaliyet merkezini Ankara’dan Kuzey Kürdistan’a kaydırmaya karar verdi. Abdullah Öcalan başkan, Haki Karer de başkan yardımcısı seçildi. Ancak Kürdistan Devrimcileri liderliğinin haberi olmadan Öcalan’ın Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile temasları vardı. Öcalan daha sonra bu durumu "Milli İstihbarat Teşkilatı beni kullanmak istedi ama ben onları kullandım" diyerek açıklayacaktı.
Bu oportünist ve Kürt milliyetçisi grupların kaynaşması, 1970’lerde çok canlı olan Türkiye proletaryasının işçi sınıfı mücadelelerinin gelişmesine fayda sağlamadı. Liderlerin iyi ya da kötü niyetlerinin ötesinde, Kürt milliyetçi hareketi Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesinin önünde bir engeldi.
1977 yılında Haki Karer siyasi çalışmalar yapmak üzere gittiği Gaziantep’te öldürüldü. Küçük kardeşi Baki’ye göre, Haki Karer öldürülmeden bir gün önce Öcalan’ın şüpheli bir Türk istihbarat ajanı ile ilişkilerini soruşturma kararını açıklamıştı. Soruşturma hiçbir zaman gerçekleşmedi, bunun yerine Karer’in öldürülmesi Kürdistan’ın kurtuluşu için bir siyasi parti kurma kararında etkili oldu.
Kürdistan İşçi Partisi (PKK) 1978’in sonlarında Diyarbakır yakınlarındaki bir köyde kuruldu. Programında Kürdistan’da "Kürt kapitalizmi" yerine "Türk kapitalizmi "nin var olduğunu iddia eden PKK, büyük ölçüde bir Kürt burjuvazisinin varlığını inkâr ederken onun gelişmesini teşvik ediyordu. Böylece, "üç sınıftan oluşan bir blok" olarak tanımlanabilecek, şehir küçük-burjuvazisi, köylülük ve proletaryanın Türk, Arap veya Fars sömürgeci işgalcilere ve onların "feodal" işbirlikçilerine karşı milli devrimi gerçekleştireceğini öngördüler. Kürt ulusal hareketinin yolu olarak bağımsızlığı reddeden herkes mahkum edildi.
Haki Karer’in ölümüne kadar PKK silahlı mücadeleyi ideolojik olarak savunmuş ancak fiilen örgütlemeye girişmemişti. O zamandan itibaren diğer Kürt ve Türk solculara karşı silahlı çatışmalara katılmaya başladılar. Hem programına hem de eylemlerine bakarak, bu dönemin PKK’sini anti-proleter nitelikte tipik bir Stalinist ulusal hareket olarak tanımlayabiliriz.
1978’in başlarında Halil Çavgun adlı Kürdistan Devrimcileri militanı Kürt kasabası Hilvan’da vurularak öldürüldü. Katili, toprak sahibi Süleymanlar aşiretinin bir üyesiydi. Kürdistan Devrimcileri iki ay sonra aşiretin lideri Mehmet Baysal’ı öldürerek karşılık verdi. Sonraki birkaç ay boyunca iki grup arasında devam eden çatışmalarda Kürt milliyetçileri kasabada giderek geniş bir destek kazandı. 1979 yılının ortalarında PKK, Kürt parlamenter ve güçlü Bucak aşiretinin liderine karşı cüretkar bir suikast girişimi düzenledi.
Parlamentodaki partilerin çeşitli siyasi gruplar arasındaki silahlı çatışmaları ve sınıf mücadelesinin giderek yoğunlaşmasını kontrol altına alamamasından hayal kırıklığına uğrayan Türk Silahlı Kuvvetleri, 1980 yılında ABD destekli bir darbe düzenledi. Kısa süre içinde çoğunlukla solcular olmak üzere bazı faşistler de ülke çapında hapsedildi ve bazı militanlar idam edildi. Bu dönemdeki tüm mahkûmlar işkenceye maruz kaldı, ancak Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki ezici çoğunluğu Kürt olan mahkûmlar en kötüsünü yaşadı. PKK, Diyarbakır Cezaevi’ndeki direnişe öncülük etti, özellikle de cezaevinin askeri yönetimi tarafından dayatılan korkunç koşulları protesto etmek için intihar, açlık grevi ve kendini yakma gibi eylemler gerçekleştirdi.
Bu koşullar altında birçok Kürt Avrupa’ya kaçtı. "Kürt Milliyetçilikleri: Ortadoğu Barut Fıçısında Karşı-Devrimci Araçlar" (2017) başlıklı makalede yazdığımız gibi: "Kürdistan dışındaki Kürt kültürel kimliği ve milliyetçiliği büyük ölçüde yurtdışındaki topluluklar ve onlara ev sahipliği yapan hükümetler tarafından sürdürülüyor. İsveç ve diğer Avrupa ülkelerindeki Kürt kültür merkezleri ve internet siteleri Kürt milliyetçiliğini özgürce sürdürüyor. Avrupa’da Kürtler 1970-80’lerden bu yana kültürel bir özerkliğin tanınmasını sağlamışlardır". Avrupa ve Amerika’nın "demokratik" rejimleri Kürt milliyetçi örgütlerini ekonomik, diplomatik ve askeri çıkarları için kullanmış, Avrupa’daki Kürt mültecilerin Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde kendilerine ya da yoldaşlarına sistematik işkence yapıldığına dair anlatılarını ikiyüzlü bir şekilde dile getirmişlerdir.
PKK militanlarının önemli bir kısmı Türkiye’nin Suriye ile olan esnek sınırından kaçtı. PKK, Maoist ve Filistin milliyetçisi Filistin Demokratik Kurtluluş Cephesi (FDKC) ile gönüllülerinin eğitilmesi için
bir anlaşma yaptı. PKK gönüllüleri sayıca DFLP’nin baş edemeyeceği kadar çoğalınca El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Halk Mücadele Cephesi ve Lübnan Komünist Partisi ile de benzer anlaşmalar yapıldı ve Öcalan tüm bu örgütlerle diplomatik ilişkilerde önemli bir rol oynadı.
"Ortadoğu Bataklığında Kürtler" (2016) başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi: "Yetmişli yılların başında Suriye hükümeti, İran ve Irak sınırı boyunca uzanan ve çoğunlukla Kürt ve Hıristiyan azınlıkların yaşadığı toprakları Araplaştırabileceğini düşündü. Oldukça verimli ve petrol açısından zengin olan bu bölge, Fransız mandası döneminde de bağımsızlık hareketlerine sahne olmuştu. Ancak Hafız Esad 1971’de iktidara geldiğinde zorla Araplaştırmaya son verdi ve Müslüman Kardeşler’e karşı Kürtlerle ittifak arayışına girdi. Kürtler de 1982’de Müslüman Kardeşler tarafından organize edilen isyanların kanlı bir şekilde bastırılmasında yer alacak kadar bunu kabul etti. Hafız’ın korumaları genellikle Kürtlerden ve aynı koruma politikasını uyguladığı Hıristiyanlardan oluşuyordu. Suriye’deki Kürtler herhangi bir siyasi ya da kültürel hakka sahip değildi ama en azından herhangi bir siyasi talepte bulunmaktan kaçındıkları sürece resmi olarak zulüm görmüyorlardı."
Suriye’nin Kürt gruplara verdiği destek, en azından başlangıçta, açıktan ziyade zımni bir destekti. Pratikte bu, Şam’ın Türkiye’den gelen yasadışı mülteci akışını engellemediği, Suriye’de ev kuran Kürt militanlara sorun çıkarmadığı ve Lübnan’a gidip gelen trafiği engellemediği anlamına geliyordu. Ancak bu, Suriye’nin yeni gelenlere karşı ilgisiz olduğu anlamına gelmiyordu. Her şeyden önce Suriye’nin endişelenmesi gereken kendi Kürt nüfusu vardı ve Suriyeli Kürtlerin devlete karşı durmaya teşvik edilmemesini sağlamak istiyordu. Suriye’nin iyi niyetine duyulan bu güven, PKK’nin Suriye’nin bir kısmına yayılan bağımsız bir Kürdistan öngören resmi programını değiştirmesine neden olmasa da, Batı Kürdistan’da Suriye rejimine açıkça karşı çıkma kabiliyetini sınırladı.
1984 yılına gelindiğinde PKK Türkiye’ye karşı savaşa hazırdı. Araştırma ekipleri Türkiye’den sağ salim dönmüş, Türk birliklerinin yerleri ve milliyetçi duyguların Kürtler arasında ne kadar yayıldığı hakkında bilgi getirmişti. Düzinelerce militan Kuzey Kürdistan’da sağlam bir şekilde yerleşmiş ve burada sivil bir milis kurmak için çalışıyordu. İşbirlikçi olduğu iddia edilen Kürtlere yönelik birkaç saldırı PKK’ye bölgede sempati kazandırmıştı. PKK’nin saldırıları Ankara’yı hazırlıksız yakaladı. Ülke 1980 askeri darbesinden bu yana sıkıyönetimle yönetiliyordu ve sıkıyönetim kaldırılma sürecindeydi. Saldırılardan sonra bile yeni kurulan sivil hükümet başlangıçta bu yeni tehdidi ciddiye almadı. Sonunda Ankara harekete geçti ve Barzani’ye isyancıları topraklarından atması için baskı yapmaya başladı. Barzani Türkiye’nin olası bir misillemesinden endişe duydu ve PKK’den üslerini değiştirmesini ve sınıra yakın yerlerde saldırı düzenlememesini istedi. PKK, üslerinin Türkiye’ye geçtikleri yere yakın olması gerektiğini savunarak Barzani’nin talebini reddetti.
1984 yılının sonlarında Türk Dışişleri Bakanı, beraberinde çok sayıda askeri yetkili ile birlikte durumu görüşmek üzere Bağdat’a geldi. Hem Türkiye hem de Irak, Kürdistan’ın herhangi bir bölgesinde Kürtlerin bağımsızlığına karşı olduklarından, Türkiye, ordusunun Güney Kürdistan’daki PKK kamplarına baskınlar düzenlemesine izin veren bir anlaşmayı müzakere etmekte pek zorlanmadı. Şüphesiz Irak, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarının Bağdat’ın savaş halinde olduğu PKK’nin güneydeki ortağını da hedef alacağını umuyordu. Yine de Irak, Türk askerlerinin Irak topraklarına beş kilometreden fazla girmesine izin vermeyecek kadar Türkiye’ye karşı temkinli davranmaya devam etti. Barzani’nin herhangi bir Türk baskınında hedef alınacağına dair korkuları kısa sürede gerçekleşti. PKK’nin mücadeleye başlamasının ikinci yıldönümü olan 1986 ortalarında Türk hava kuvvetleri Güney Kürdistan’ı bombaladı ve tahminen 100 Iraklı Kürt sivil ve KDP savaşçısını öldürdü. Türk ordusu bir sonraki yıl daha küçük çaplı operasyonlara devam etti. Barzani bir yıl boyunca direndi ve sonunda 1987 ortalarında PKK ile imzaladığı protokolden resmen vazgeçti. Yine de bu ittifak PKK’nin Güney Kürdistan’da askeri olarak yerleşmesine izin vermişti ve artık o kadar iyi yerleşmişlerdi ki topyekün bir silahlı saldırı olmadan onları yerinden etmek imkansızdı.
Aynı zamanda Türk Devleti gerilla saldırılarından sonra Kürt kökenli insanları neredeyse rastgele tutukluyordu. PKK ile tek bağlantıları istemeden de olsa onlara yiyecek sağlamak olan köylüler, deneyimli ve kararlı Kürt milliyetçileriyle birlikte hapsedildi. Böylece başta Diyarbakır Askeri Cezaevi olmak üzere cezaevleri PKK’nin en önemli eleman kazanma alanlarından biri haline geldi.
Sonunda, 1990 başlarında bir halk ayaklanması patlak verdi. Ayaklanmanın kıvılcımı, on üç gerillanın Batı Kürdistan’dan Kuzey’e gizlice geçtikten birkaç gün sonra saklandıkları mağarada öldürülmeleriydi. Ölenlerden birinin cenazesi sırasında başlayan çatışmalar hızla Kuzey Kürdistan’ın geri kalanına yayıldı. Tam da Newroz’a denk gelen zamanlama gerilimi arttırdı. Ordu, protestolar karşısında bölge üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmaya çalıştı. Daha fazla sokağa çıkma yasağı uygulandı ve zırhlı araçlar bölgeye akın etti. Eylemler PKK’nin herhangi bir dahli olmadan patlak verdi. PKK de eylemlerin gücü karşısında en az devlet kadar şaşırdı. Türk Devleti şimdi tam ölçekli bir isyanla karşı karşıyaydı. Protestolar bir yandan ezilen insanların artık pasif kalmak istemediğini, diğer yandan burjuvazinin proletaryayı milliyetçilikler çatışması tuzağına düşürdüğünü, tüm etnik grupların burjuvazileri için bir oyalama ve sosyal koruma faktörü olarak işlev gören etnik temelde bitmeyen bir savaş olduğunu gösterdi.
Öcalan’ın PKK’deki liderliği, 1985’te PKK tarafından öldürülen Çetin Güngör ve benzer bir kaderden kıl payı kurtulan yoldaşı Baki Karer gibi örgütün Avrupa’daki bazı liderleri tarafından sorgulanmış olsa da, siyasi olarak bu muhalifler silahlı mücadeleden vazgeçmekte ve milli reformist bir çizgiye evrilmekte gecikmediler.
PKK liderliğine yönelik en iddialı ve önemli meydan okuma 1990 yılının sonlarına doğru yapılan PKK 4. Kongresi’nde başladı. Silahlı PKK birlikleri, Türk askeri hedeflerine karşı başarısız baskınlar düzenledikleri ve silahsız köylüler de dahil olmak üzere yanlış ya da önemsiz hedeflere odaklandıkları için eleştirildi. Mardin’deki köy baskını partinin tarihindeki en kara leke olarak nitelendirildi ve zorunlu askerlik gibi politikalar reddedildi.
Suçlamaların başındaki isim Mehmet Cahit Şener’di. Diyarbakır Cezaevi direnişinin liderlerinden biri olan Şener, 1989 yılında tahliye olduktan sonra PKK’nin merkezi olan Suriye’nin Bekaa Vadisi’ndeki gerillalara katılmıştı. Şener, Bekaa eğitim kampında ve PKK’nin İran sınırına yakın kamplarında meydana gelen iç infazların soruşturulması çağrısında bulundu. Ayrıca o zamana kadar sadece Öcalan tarafından kontrol edilen PKK’nın mali işlerinden merkez komitenin sorumlu olmasında ısrar etti.
Kongrenin bitiminden on gün sonra Öcalan, Şener’in Türk ajanı olabileceğini ima ederek hakkında tutuklama emri çıkarttı. Tutuklanan Şener aylar sonra kaçtı ve kısa süre sonra PKK-Vejin’in (Diriliş) kuruluşunu ilan etti. Şener, PKK liderliğinin kadın üyelere ettiği sayısız tecavüzü ifşa etti ve 1991’deki ayaklanma sırasında Irak’taki Saddam hükümetiyle işbirliğine karşı çıktı. Şener ve yoldaşları, PKK liderliğinin giderek artan işbirlikçilik eğilimine karşı ilk dönem PKK programına sadık kalmışlardır. Ancak ilk PKK programı da Kürdistan’da milli bir devrimin artık gündemde olamayacağı bir dönemde yazılmıştı, dolayısıyla PKK-Vejin daha az kayıp bir dava değildi. Mehmet Cahit Şener ve iki yoldaşı 1991 yılının sonlarında Batı Kürdistan’ın Qamişlo kentinde PKK ve Suriye istihbaratının ortak operasyonuyla öldürüldü ve kısa bir süre sonra Kürdistan tarihinde bağımsızlığı hedefleyen son silahlı milliyetçi örgüt olan PKK-Vejin yok edildi.
1990’dan bu yana, insan hakları aktivisti destekçileri, Sosyal Demokrat Halk Partisi’nden ayrılan Kürt sosyal demokratlarla birleşerek Halkın Emek Partisi’ni kuran PKK’nin stratejisinde parlamenter çabalar önemli bir rol oynamıştır. Bu yasal parti, milletvekillerinin vekillik yeminlerine Kürtçe bir cümle eklemelerinin ardından tanklar tarafından tutuklanmalarının ardından yasaklanmış olsa da, on yıl boyunca yerini Demokrasi Partisi, Halkın Demokrasi Partisi ve Demokratik Halk Partisi gibi birbirini takip eden bir dizi partiye bırakmıştır.
1993 yılında Öcalan Türkiye ile ateşkesi kabul etti. Talabani’nin eşliğinde Lübnan’ın Barelias kentinde bir basın toplantısı düzenleyen Öcalan, PKK’nin artık ayrı bir devlet değil, demokratik bir devlet çerçevesinde Türkiye’deki Kürtler için barış, diyalog ve özgür siyasi eylem istediğini belirtti. PKK’nin ateşkes ilanıyla birlikte dönemin neoliberal cumhurbaşkanı Turgut Özal, bir sonraki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında büyük bir reform paketi önermeyi planlıyordu ancak Özal esrarengiz bir şekilde hayatını kaybetti, dolayısıyla planlar hiçbir zaman gerçekleşmedi ve kısa süre sonra çatışmalar yeniden başladı.
Türk devleti 4.000’den fazla köyü yok ederek 3.000.000 Kürdü mülteci olmaya zorladı ve Kuzey Kürdistan ormanlarını yaktı. Dahası, çoğu Kürt yaklaşık 20.000 sivil, bu ölümlerden kara operasyonların ve devlet destekli çetelerin sorumlu olduğu bilinmesine rağmen "faili meçhuller" adı altında öldürüldü. Buna karşılık PKK de kendilerini desteklemeyen köylüleri sık sık öldürdü ve bir noktada Kürdistan’daki Türk kültürel etkisiyle mücadele etmek için yüzlerce öğretmenin öldürülmesine yol açan bir kampanya başlattı. Bu arada PKK, 1994’ten 1997’ye kadar Irak’ta KDP ile 1995’ten beri İran tarafından desteklenen KYB arasında süren Güney Kürt iç savaşına KYB’ safında katıldı. Yaklaşık on bin kişinin ölümüne neden olan bu savaş, Türkiye’nin Güney Kürdistan’da PKK’ye karşı birkaç kez askeri müdahalede bulunarak ABD’nin KDP ve KYB ile bir anlaşma yapmasını kolaylaştırmasıyla sonuçlandı. Türkiye ile PKK arasındaki savaş ise on binlerce gerilla ve askerin hayatına mal olmuştur.
PKK 1997 yılında ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlandı. 1998’in sonlarında Suriye nihayet Türkiye’nin işgal tehditlerine boyun eğdi ve Öcalan ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Avrupa’da siyasi sığınma bulmak için birkaç ay uğraştıktan sonra Kenya’nın Nairobi kentine gitti ve orada Türk Milli İstihbarat Teşkilatı üyeleri tarafından yakalandı. Yakalandıktan sonra götürüldüğü uçakta çekilen görüntülere göre Öcalan, "Türkiye’yi seviyorum. Türk halkını seviyorum. Fırsat Verilirse iyi hizmet edeceğime inanıyorum" gibi sözler etti.
Elbette biz Marksistler için kahramanlar olmadığı gibi canavarlar da yoktur.
Önemli olan Öcalan’ın PKK’nin başındayken ya da yakalandığında sergilediği
bireysel davranışlardan ziyade, bu tür davranışlara yalnızca izin vermekle
kalmayıp, aynı zamanda büyük ölçüde kabul edilebilir kılan toplumsal ve siyasi
gerçekliktir. Bu davranış, Kürdistan’ın geri kalmışlığında, feodal ve ataerkil
unsurlarla bir arada yaşamaya ve uzlaşmaya hazır burjuvazinin zayıflığına ve
bölünmüşlüğüne atfedilebilir. PKK’nin, çeşitli zamanlarda Kürtlere baskı
uygulayan her devlete hizmet ederek ya da Kürtlerin bağımsızlığı hedefinden
vazgeçerek gerici milliyetçi bir örgüt olmaktan asla çıkmaması kesinlikle Öcalan
yüzünden değildir. Geçmişte sözünü ettiğimiz "Kürt milliyetçiliği manzarasında
kesinlikle en radikal olan PKK’nin Türkiye’de yürüttüğü kahramanca silahlı
mücadele" (1991), değişen tarihsel koşullar karşısında güçsüz kalmış ve
dolayısıyla yenilmeye mahkum olmuştur.
KBH (2005), KDSÖY (2013) ve Günümüzde Kürt Sorunu
Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK, Stalinizmden "demokratik konfederalizme" doğru ideolojik bir kayma yaşadı. Bu doğrultuda Kürdistan’ın tüm parçalarında PKK’ye kardeş partiler kuruldu. Bu partiler, Güney Kürdistan’da Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (2002), Batı Kürdistan’da Demokratik Birlik Partisi (2003) ve Doğu Kürdistan’da Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (2004) olarak adlandırıldı. PKK’nin kendisi bile kısa bir süre için de olsa adını Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi (2002) olarak değiştirmiş, daha sonra Kürdistan Halk Kongresi (2003) ve tekrar PKK (2005) adını almıştır.
Bu arada PKK’nin ilan ettiği tek taraflı ateşkes 2004 yılı ortalarında sona erdi. Bu kardeş partiler kısa süre içinde, parlamentosu Halk Kongresi olan bir proto-devlet olan Kürdistan Topluluklar Birliği (2005) çatısı altında birleştiler. PKK, çatı örgütünün ve diğer partilerin yönlendirici gücü olmaya devam etti. Yeni isimlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, PKK’nin ideolojik ve örgütsel değişikliklerinin amacı, 11 Eylül saldırılarından sonra Ortadoğu’da daha önemli bir rol oynamaya kararlı görünen Amerikalılara sempatik ve yararlı görünmesini sağlamaktı.
Amerika’nın Ortadoğu’daki artan müdahalesinden en çok kazananlar Güneyli Kürt burjuva milliyetçi partileri oldu. ABD 2003 yılında Irak’ı işgal ettiğinde, artık tipik bir muhafazakar parti olan KDP ve tipik bir sosyal demokrat parti olan KYB, kendilerini Saddam Hüseyin’in kanlı rejiminden "demokratik geçişin" en büyük destekçileri olarak sunmakta gecikmediler. Cömertçe ödüllendirildiler. KDP’ye 2005 yılında kurulan ve KYB ile ortaklaşa yönetilecek olan Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin başkanlığı verilirken, KYB’ye de Irak’ın sembolik ama prestijli başkanlığı emanet edildi. Bu iki partinin yönetimindeki Kürdistan Bölgesel Hükümeti kısa süre içinde dünyanın en yolsuz yönetimlerinden biri haline gelecek ve çoğu zaman kamu çalışanlarına maaşlarını ödeyemeyecekti.
2009’da KYB’den ayrılan ve merkezci bir "yolsuzluk karşıtı" parti olan Değişim Hareketi (Goran) kısa bir süre için KDP ve KYB’nin iktidarını tehdit etti, ancak çok geçmeden sonra farklı olmadığı ortaya çıktı ve tüm desteğini kaybetti. Güney Kürdistan’da ayaklanmalar ve daha az olmakla birlikte yine de önemli ölçüde grevler yaygın olaylar haline geldi; protestocular birden fazla kez şu ya da bu şehirde faaliyet gösteren her bir siyasi partinin ofisini yaktı. Protestocuların öldürülmesi ve tutuklanması da yaygın bir durum. Mesut Barzani’nin talihsiz 2017 bağımsızlık referandumu Güney Kürdistan halkı tarafından geniş çapta desteklenmiş olsa da, genel olarak seçimlere katılım son derece düşük kalmaktadır.
PKK’nin Güney Kürdistan’da kurduğu parti pek başarılı olamasa da Doğu ve Batı Kürdistan’daki partiler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. İlkinde Kürdistan Özgür Yaşam Partisi İran devletine karşı düşük ölçekli bir isyan başlattı. Çatışmalarda şimdiye kadar yaklaşık 1.500 kişinin öldüğü sanılıyor. PKK uzantısı Bush yönetimi döneminde ABD tarafından desteklenmiş, ancak bu politika Obama yönetimi döneminde revize edilerek parti terör örgütü olarak tanımlanmıştır. Ancak en büyük başarıyı Batı Kürdistan’daki Demokratik Birlik Partisi (PYD) elde etmiştir. PKK’nin Suriye hükümetiyle olan tarihi bağları nedeniyle PYD, doğudaki uzantısı İran’a saldırdığı gibi Suriye’ye saldırmamış olsa da fırsatını bulduğunda Suriye’deki Kürt muhalefetine dahil olmuştur. 2004 yılında Qamişlo’da yerel bir Kürt takımı ile bir Arap takımı arasında oynanan futbol maçı, iki takımın taraftarları arasında şehrin sokaklarına taşan şiddetli çatışmalara yol açtı. Arap takımının taraftarları bir otobüsle şehirde dolaşarak Barzani ve Talabani’ye hakaret etti ve Saddam Hüseyin’in portrelerini salladı. Buna karşılık Kürt taraftarlar da "Bush için canımızı feda ederiz" diye bağırdı. Gruplar arasındaki gerginlik doruğa çıktı ve Arap taraftarlar Kürt taraftarlara sopa, taş ve bıçaklarla saldırdı. Olayları yatıştırmak için getirilen güvenlik güçleri kalabalığa ateş açarak üçü çocuk altı Kürdü öldürdü. Kürtler Qamişlo’yu kısa süreliğine ele geçirdi, Baas Partisi ofisi göstericiler tarafından yakıldı ve Hafız Esad’ın bir heykeli devrildi. Buna karşılık Suriye ordusu harekete geçti ve şehri geri aldı. Birkaç düzine Kürt güvenlik güçleri tarafından öldürüldü ve binlerce kişi Güney Kürdistan’a kaçtı. Ayaklanmayı "özgürlüğe doğru tarihi bir dönüş" olarak nitelendiren PYD, olaylarda aktif rol aldı ve Suriyeli Kürtler arasındaki konumunu güçlendirdi.
2012 yılında İslamcı Türk başbakanı Erdoğan, hükümetinin Türk Devleti ile PKK arasındaki çatışmayı sona erdirmek için Öcalan ile görüştüğünü açıkladı. Türk Hükümeti ile aylarca süren müzakerelerin ardından, Öcalan’ın halka gönderdiği mesaj Diyarbakır’daki 2013 Newroz kutlamalarında hem Türkçe hem de Kürtçe olarak okundu. Mektupta silahsızlanma ve Türkiye topraklarından çekilmeyi de içeren tek taraflı bir ateşkes çağrısında bulunulmuş ve silahlı mücadelenin sona erdiği ilan edilmişti. PKK buna uyacağını açıkladı. Erdoğan mektubu memnuniyetle karşıladı ve PKK’nın çekilmesini somut adımların takip edeceğini belirtti. Çok geçmeden PKK Türkiye içindeki tüm güçlerini Güney Kürdistan’a çekeceğini açıkladı.
Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti Öcalan ile müzakere ederken, 2014 yılında Batı Kürdistan’da PYD’nin elindeki Kobanê’yi kuşatan İslam Devleti’ni de destekliyordu. Bu sırada cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan kentin "düşmek üzere" olduğunu ilan etti. Başbakan Yardımcısı Arınç, kenti savunanlarla alay ederek "Orada ciddi bir mücadele veremiyorlar... İnsanları kaçırmak kolay ama savaşmayı beceremiyorlar" dedi.
Kuzey Kürdistan’da ve ötesinde Kürt milliyetçileri halkı sokaklara çağırdı. Türkiye’nin birçok yerinde gösteriler ve ayaklanmalar yaşandı, resmi rakamlara göre çoğu Kürt milliyetçiliğini destekleyen 43 kişi öldürüldü. O dönemde yazdığımız gibi, "çok sayıda şehirde, bazıları çok şiddetli olan gösteriler sert bir şekilde bastırıldı... Kürtlerin çoğunlukta olduğu altı ilde Erdoğan hükümeti tarafından sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Öcalan cezaevinden takipçilerine savaşa hazırlanma çağrısında bulundu.PKK, Kobanê’deki Kürtlerin katledilmesi halinde, onlarca yıl süren gerilla savaşının ardından Mart 2013’te ilan edilen ateşkesi sona erdireceğini ve silahlı mücadeleyi yeniden başlatacağını duyurdu. 13 Ekim’de, PKK’nıi Türkiye’nin güneydoğusundaki güvenlik güçlerine yönelik üç gün süren saldırılarının ardından, Türk uçakları PKK mevzilerini bombaladı. Kürt halkı bir kez daha bölgesel ve küresel burjuvaziler arasındaki örtülü savaşta ateşe atılıyor".
Ancak bu olayın yol açtığı can kayıpları müzakerelerin devam etmesini engellemedi. 2015 yılının başlarında PKK’nin parlamentodaki kanadı Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Türk hükümeti bir uzlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Büyük ölçüde başarılı geçen ateşkes döneminin ardından, 2015 Türkiye genel seçimleri HDP için büyük bir kazanç (oyların %13’ü, +%7,5), AKP için kayda değer bir düşüş (oyların %41’i, -%9) ve kimsenin mutlak çoğunluğa sahip olmadığı bir parlamento ile sonuçlandı.
Kısa süre sonra Kuzey Kürdistan’da iki polis öldürüldü ve Türk hükümeti PKK’ya karşı şehirlerde polis operasyonları ve kırsalda askeri operasyonlar başlatarak ateşkesi ve barış sürecini sona erdirdi. Operasyonlar önümüzdeki yıllarda da devam edecek ve çok sayıda Kuzey Kürt kasabasının yıkılmasına yol açacaktı. 2015’te iki Türk polisinin öldürülmesiyle ilgili tüm PKK zanlıları, 2018’de Türkiye’deki mahkeme tarafından hiçbir somut delil sunulmadığı gerekçesiyle beraat ettirildi. Türkiye ile PKK arasındaki barış süreci, kapitalizmde barışın bir sonraki savaşın hazırlıklarının yapıldığı zaman olduğunu bir kez daha gösterdi.
2011 yılında Suriye’de bir iç ayaklanma patlak verdi. Daha önce de yazdığımız gibi, "Suriye’deki Kürt partileri, PYD-PKK hariç, Beşar Esad’a karşı olan Arap nüfusun bir kısmıyla aynı safta yer alan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ni kurdular. Bu arada PYD-PKK militanları Suriye hükümetine karşı yapılan eylemlere katılmamış ve bazı durumlarda eylemleri engellemeye çalışmıştır. Mart 2011’de Beşar Esad, Kürtlerle uzlaşma arayışına girerek 300.000 vatansız Kürde kimlik kartı veren, bazı Kürt siyasi tutukluları serbest bırakan ve sürgünlerin olası geri dönüşünü kabul eden bir kararname yayınladı." (2015) Sonraki aylarda Suriye’deki kriz bir iç savaşa dönüştü. Silahlı muhalifler birçok bölgenin kontrolünü ele geçirirken, güvenlik güçleri de aşırı zorlandı. 2012 yılının ortalarında Suriye, ordusunu Batı Kürdistan’ın büyük bölümünden çekerek iktidarı PYD tarafından oluşturulan milislere bıraktı. PYD’ye bağlı milisler de bu iyiliğin karşılığını enerjilerinin çoğunu Özgür Suriye Ordusu, El Nusra Cephesi ve nihayetinde İslam Devleti gibi örgütlere karşı savaşmaya harcayarak ödedi. Daha önce de yazdığımız gibi: "Temmuz 2012’de Irak Kürdistanı’ndaki Erbil’de KDP’li Mesud Barzani, PYD-PKK de dahil olmak üzere çeşitli Suriyeli Kürt partileri uzlaştırdı ve yeniden bir araya getirdi. PYD-PKK, Suriye’nin Kürt bölgelerindeki şehirlerin ve nüfusun ortak yönetimine katılmayı kabul etti, ancak askeri kanatlarını Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile güçlerini birleştirmek isteyen Suriyeli Kürt Peşmergelerle birleştirmeyi reddetti." PYD, 2013 yılına kadar çoğunluğu KDP destekçilerinden oluşan Kürt Ulusal Konseyi ile çalıştı, ancak daha sonra bu ittifaktan vazgeçti. 2015 yılına gelindiğinde PYD, ABD’nin Suriye’deki en yakın müttefikiydi ve ABD’nin etkisiyle Suriye Demokratik Güçleri adı altında bazı Arap ve diğer örgütlerden milislerle silahlı bir cephe örgütü kurdu.
SDG’nin İslam Devleti’ni yenmesinin ardından Türk ordusu Afrin şehrini ve Batı Kürdistan’ın diğer bazı bölgelerini işgal etti. Türk ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde İslam Devleti’ne karşı sahip oldukları Amerikan askeri desteğinden yoksun olan SDG’ye Suriye’deki en büyük hükümet yanlısı milis
olan Milli Savunma Güçleri yardım etti. Kayıplar vermesine rağmen, Amerika’nın siyasi desteği sayesinde SDG topraklarının çoğunu korudu. SDG 2018 yılında Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni (KDSÖY) ilan etti. PYD kendisini azınlık haklarını ve halklar arasındaki dostluğu destekliyor gibi göstermesine rağmen milliyetçiliği hiçbir zaman terk etmedi. Misal PYD lideri Salih Müslim, "Suriye hükümetinin politikası birçok Arap’ı Kürt bölgelerine getirdi. Onların yaşadığı tüm köyler artık Kürtlere ait. Bir gün Kürt bölgelerine getirilen bu Araplar sınır dışı edilmek zorunda kalacaktır" dedi. Süryani Hıristiyanlar zorunlu tahliyelerden, Kürtleştirilmiş tarih eğitiminden ve okullarda verilen Apocu telkinlerden şikâyetçi. Eylemciler vuruldu, muhalifler hapse atıldı ve işkence gördü. Kısacası, KDSÖY’de olağandışı hiçbir şey yok. Daha önce de yazdığımız gibi: "Kürt proletaryasının burjuva ve işbirlikçi Kürt hükümetlerinden ve partilerinden, terörden, çalışma koşullarına yönelik saldırılardan ve kullandıkları yöntemlerde genel bir insanlık yoksunluğundan başka bekleyeceği hiçbir şey yoktur" (2005).
Sonuç
Kürtler kapitalizmi geliştirmekte geç kalmış bir ulustur. Kürt milliyetçiliği, zaten emperyalizmin açgözlülüğüne maruz kalan bir bölgede görece geç gelişmiştir ve farklı devletlerin etkisinden kurtulup tek bir burjuva ulus devlet ya da nihayetinde tek bir burjuva ulusal hareket bile oluşturacak güce sahip olamamıştır.
Kürdistan’daki milli devrimci akımlar neredeyse bir asırdır yok olmuştur. Çeşitli emperyalizmler ve onların milli gerici müttefiklerinin ezici etkisi altındaki bir bölgede, yeniden ortaya çıkmaları için hiçbir ihtimal yoktur.
Kürdistan proletaryası, her yerde olduğu gibi, bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmeli, bunu kendi ekonomik sınıf örgütleri aracılığıyla ifade etmeli ve çeşitli bağlamlarda ortaya çıkan ilk öncü grupları tek bir küresel yapı olan Enternasyonal Komünist Partisi içinde oluşturmalıdır.
Devrimden sonra Kürdistan’ın büyük bölümünde komünist iktidar, zayıf bir sanayi dokusu ve geri kalmış tarımla nitelendirilebilecek bir ekonomik durumla karşı karşıya kalacaktır. "Devrimci sanayi işçi sınıfının, büyük işletmelerin tarım işçilerini hiçbir kısıtlama olmaksızın kucaklayacağını ve bu şekilde kırsal emekçinin küçük köylü durumuna gerilemesini önleyeceğini akılda tutmak önemlidir. Yarı proleter maraba ve kiracıları müttefik olarak görebilir; onların topraklarını özgürce kullanma isteklerini hoş görebilir ki bu da ancak devrimin başarabileceği bir şeydir. Kapitalizm tarafından henüz yıkıma uğratılmamış ve proleterleştirilmemiş küçük köylü toprak sahiplerinden ancak büyük bir ihtiyatla ve geçici bir önlem olarak olumlu bir destek bekleyebilir." Kürdistan’da özellikle geri kalmış bazı bölgelerde, partinin köylüleri kent proletaryasıyla ittifak yapmaya itmek için radikal bir tarım reformu propagandasını kullanması ve devrimden sonra köylülüğe daha iyi yaşam koşulları sağlayacak ve tarımsal kaynakların daha etkin kullanılmasına olanak tanıyacak bu tarım reformunu gerçekleştirmesi gerekecektir.
Kürt mıntıkaları hiçbir şekilde kapitalizmi özgürce geliştiren bağımsız bir burjuva ulus-devlet anlamına gelmemektedir. Varlıkları sadece Irak ve Suriye burjuvazileri tarafından hoş görülmekte ve sadece daha büyük emperyalist güçler tarafından desteklendikleri ölçüde güvence altında varolabilmektedirler.
Günümüz Kürdistan’ında tüm Kürt milliyetçi oluşumları, şu ya da bu emperyalist gücün desteğine bağımlı ulusal gericilerdir.
Mıntıkalar ve çeşitli Kürt milliyetçi partileri arasındaki rekabet, Kürt proletaryasının en mücadeleci kesimlerini bile birbirinden ayırmaktadır. Biliyoruz ki, Kürdistan hangi Kürt milliyetçi gücün egemenliği altında birleşirse, proletarya ancak kendi emperyalist özlemleri ve azınlıklara yönelik baskısıyla yeni bir düşman bulacaktır.
Kürt proletaryasının, Filistinli, Çeçen ve Tuaregler gibi, bir Kürt Devleti’nin kurulmasından bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Kürt burjuvazisi şu anda en ufak bir ilerici eylemde bulunmaktan bile acizdir. İktidara geldiğinde, diğer devletler ya da emperyalist güçler tarafından desteklendiğinde, Kürt, Arap ya da Türkmen olsun, Kürdistan proletaryasını ezecektir; tıpkı Bağdat hükümetinden neredeyse tam bir özerkliğe sahip olan Irak Kürdistan’ında olduğu gibi, öyle ki 1991’de uçuşa yasak bölgenin kurulmasının ardından Saddam rejiminin kontrolünden tamamen çıkmıştır. Irak Kürdistanı’nın otuz yıldır zaten fiili bir devlet oluşturduğu söylenebilir.
Aynı zamanda, Türk, İranlı ve Arap işçi sınıflarının ezici bir çoğunluğu, kendi burjuvazilerinin emperyalist özlemlerini desteklemeye devam etmektedir ki bu da kendi özgürlük mücadelelerinden feragat etmeyi içermektedir. Dolayısıyla, komünist partisi hala dört ülkenin proleterlerini kendi burjuvazilerinin emperyalizmlerinin yenilgiye uğratılması için mücadele etmeye çağırmak zorundadır. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesi, zorunlu olarak bölgedeki etnik azınlıklara ve dolayısıyla Kürtlere yönelik tüm ulusal baskıların sona ermesi anlamına gelecektir.
Bununla birlikte, komünist çözüm, yani proleter bir devletler federasyonunun geçici oluşumuyla birlikte komünist bir diktatörlüğün kurulması, yalnızca Kürdistan’ın değil tüm Ortadoğu’nun tüm ulusal kökenlerinden proleterlerin birleşik mücadelesiyle başarılabilir. Daha önce 1953 yılında yazdığımız gibi: "Radikal Marksistler, çok uluslu ülkelerde üniter bir devlet içinde basit dilsel "kültürel" özerklik şeklindeki sosyal-demokrat tezle haklı olarak mücadele etmişler, azınlık milliyetler için tam özerkliği, burjuva bir sonuç olarak ya da burjuvazi tarafından kolaylaştırılmış olarak değil, merkezi devlet iktidarının kendi egemen milliyetinden proleterlerin katılımıyla devrilmesinin bir sonucu olarak desteklemişlerdir".
Sonuç olarak, "Komünizm "tüm ineklerin gri olduğu gece" değildir. Uzun bir süre boyunca, insan türü tarafından paylaşılan bir ya da daha fazla ortak dilin (birleşme eğilimiyle evrimleşecek ve değişecek diller) yanı sıra, tüm farklı halklar kendi dillerini konuşmaya devam edecek ve uluslararası kardeşliğe yönelik bir eğilimle birlikte, kültürlerin, kıyafetlerin ve duyarlılıkların büyük bir çeşitliliği var olmaya devam edecektir" (2015).
Buna göre, Kürt ulusal sorununun çözümünün anahtarı, bugün çıkarları ulusal baskının ortadan kaldırılmasını gerektiren tek sınıf olan devrimci proletaryanın ve onun Enternasyonal Komünist Partisi’nin elindedir.
Ek 1: Komünizm ve Kürtler
Kürt kökenli ilk komünistler, bugün Türkiye sınırları içinde kalan ancak o dönemde Çarlık İmparatorluğu’nun bir parçası olan Kars bölgesinden gelen Bolşeviklerdi ve Kafkasya’nın Kürt nüfusu arasında faaliyet gösteriyorlardı... İlk Kürt Bolşevik olarak bilinen Fêrîkê Polatbêkov, Rusya’nın çeşitli bölgelerinde faaliyet göstermiş ve 21 yaşında Sibirya’daki Bolşevik hükümetinde yer almıştır. Polatbêkov, 1918 yılında Beyaz karşı devrimciler tarafından öldürüldü. Aslen Karslı bir çoban olan Erebê Şemo, 1916’da Bolşeviklerle karşılaştığında bir demiryolu işçisiydi, onların savaş karşıtı bildirilerini yaydı ve devrimci konuşmalar yaptı. Şemo 1918’de partiye resmen katıldı ve Kızıl Muhafız askeri olarak İç Savaş’ta yer aldı. 1924’te Kafkasyalı Kürtler arasında çalışmaya geri döndü.
Şemo, 1930 yılında yazdığı Kürt Çoban adlı otobiyografisinde, Kürt işçi ve köylülerinin Ermenistan’daki Taşnaklara ve onların Kürt feodal müttefiklerine karşı devrimci mücadele hakkındaki düşüncelerini aktarır. "Bizim aşiretler arasında kavga çıkarıp, bizi birbirimize düşüren kimdi? Ne diye kardeş kanı döküyorduk? Bizler de işçiydik, onlar da işçiydi. Beyler karları, Taşnaklar da çıkarları için aramızda kavga çıkarıp bizi birbirimize kırdırdı. Ama bak, şimdi kimseler ‘bu Kürt, bu Ermeni, bu Rus ya da Acem’ die kimseyi birbirinden ayırmıyor.” Şemo’nun kendisi de Kürt proleterlerle yaptığı bir toplantıda şöyle dediğini hatırlıyor: "Sizlerin, işçilerin birbirinizi kırmasının kime faydası var? Neden birbirinizin kökünü kurutmak istersiniz? Esasında lazım olan birbirinizin değil, beylerin, ağaların, zenginlerin, şeyhlerin, hocaların kökünü kurutmaktır. Biz Bolşeviklerin partisi, milleti Türkler, Kürtler, Ermeniler diye ayırmıyor, ayrım gözetmiyor.”
Devrimin zaferinden sonra Kafkasya’da biri bizzat Şemo tarafından olmak üzere üç modern Kürt alfabesi geliştirildi. Temmuz 1923’te Sovyet Azerbaycan’ı içinde, başkenti Laçin olan ve Kızıl Kürdistan olarak bilinen Kürdistan Uezd’i kuruldu. Zamanla Şemo’nun etrafında genç Kürt Bolşeviklerden oluşan bir grup oluşmaya başladı. Kürtler modern bir yazılı edebiyattan yoksun oldukları için, Kürt Bolşevikler onlara edebiyat ve şiir yoluyla ulaşmayı umuyorlardı. Kürt Bolşevik grubu deneyimsizdi ve Agiri isyanının bastırılmasının ardından Kürt sorununa ilgi gösteren ve 30’lu yılların ortalarına kadar Kürtçe gazeteler yayınlayan Stalinizme yenik düştü. Daha sonra parti içinde Kürtlerle ilişki kurmak bile Stalin için kârlı olmaktan çıktı. Şemo 1937’de Sibirya’ya sürgüne gönderildi ve Stalin’in ölümüne kadar 20 yıl boyunca orada kaldı, demiryolları inşa etti. Grubun diğer üyeleri tutuklanıp bir yıl hapis yattıktan sonra Stalinist karşı-devrimci aygıt tarafından daha kullanışlı uşaklar hale getirilerek serbest bırakıldı.
Türkiye Komünist Partisi başından itibaren Kürt sorununa ilgi gösterdi. Türkiye Komünist Partisi’nin ilk kongresinde (Bakü, Eylül 1920) bir konuşmacı şöyle diyordu "Her millet gibi Araplar, Kürtler ve Bulgarlar da ne şekilde yaşayacaklarına kendileri karar verecek ve belirleyeceklerdir. Rusya nasıl federasyonu kabul ediyorsa, biz de kabul etmeliyiz. Sadece biz değil, tüm uluslar bu ilkeyi kabul etmelidir. İnsanlık ancak bu ilke sayesinde geniş bir aile haline gelebilecektir". Bu sözler oybirliğiyle kabul edildi. Kongre raporu şu şekilde sonuçlanacaktı: "Türkiye Komünist Partisi, Türk işçi ve köylülerini İttihatçıların ve hain sosyalistlerin etkisinden kurtarmaya çalışacağı gibi, Rum, Ermeni ve Kürt milletlerinin ezilen sınıflarını da Taşnak ve Bedir Han örgütlerinden ayırarak aynı çıkar ve amaçlar uğruna tek bir sınıf olarak birleştirmek ve onları hem iç asalaklara hem de dış güçlere karşı mücadeleye yöneltmek zorundadır".
Partinin sağ kanadı olan Aydınlık grubunun liderleri bu perspektifi hiçbir zaman savunmadılar ve mümkün olan en kısa sürede resmen terk ettiler. Şefik Hüsnü’nün 1925 Parti Kongresi için kaleme aldığı bir kararda, partinin görevleri arasında Kürtlere ve diğer ulusal azınlıklara Türkiye’den ayrılmak istemenin çılgınlık olduğunu göstermek de vardı. 1925’te Şeyh Said isyanı patlak verdiğinde, Stalinist Komintern’in tam desteğiyle parti liderliği Kürt isyanının Kemalist hükümet tarafından kanlı bir şekilde bastırılmasını sadakatle destekledi ve bu tutumlarını isyanın inkâr edilemez feodal doğası ve Kemalizm’in sözde ilerici niteliği ile gerekçelendirdi. Şefik Hüsnü bir raporunda "Komünist yayınlar Kürt isyanının acımasızca bastırılmasını vaaz ediyor ve hükümete feodalizmi tasfiye etme çabalarında komünist destek vaat ediyordu" diye yazacaktı. İfade ettiğimiz gibi, Şeyh Sait isyanı gerçekten de gericiydi ve gerçek komünistlerin desteğine değmezdi. Fakat Aydınlık’ın ezen ulusun yanında yer alması açık bir şovenizmdi.
Stalinist Komintern ve Aydınlık yandaşları Şeyh Sait isyanı ile Agiri Cumhuriyeti arasındaki farklara pek dikkat etmediler. Şefik Hüsnü, isyanın gerçekte Kürtlerin Türk hükümeti tarafından bir kez daha bastırılmasını ve katledilmesini desteklemek için isyana herhangi bir destek bile vermeyen yabancı güçler tarafından organize edildiği yönündeki sahte Kemalist propagandayı tekrarladı. Şefik Hüsnü ayrıca hükümeti, büyük bir heyecanla birbiri ardına isyanlara katılan yoksul Kürt kitlelerini kaybetmekte olduğu konusunda uyardı. Şefik Hüsnü, Agiri İsyanı’na Şeyh Said İsyanı’ndan daha yumuşak yaklaşmış olsa da, bu daha ziyade Rus devletinin Türk hükümetiyle Komintern’in sözde radikal "Üçüncü Dönemi "ne tekabül eden mevcut ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Her halükarda Stalinist Türkiye Komünist Partisi, Agiri isyanına karşı Kemalistleri eleştirel bir şekilde destekleyerek bir kez daha şovenist bir tutum aldı.
Resmi Türkiye Komünist Partisi, Komintern tarafından tasfiye edildiği için 1937’de artık mevcut değildi, ancak bazı Türk Stalinistler hala partide önemli bir rol oynuyordu. İsmail Bilen tarafından Komintern için Dersim isyanı üzerine hazırlanan bir rapor, Türk Stalinistleri arasında Kürtlerin silahlı eylemlerini gerici olarak görme eğiliminin değişmediğini gözler önüne sermekteydi. Bilen, sadece Dersim halkının katledilmesini değil, aynı zamanda halkın zorla tehcir edilmesini ve vilayetin temizlenmesini de desteklediğini ifade etmekteydi. Bütün bunlar Stalinizmin Kürt sorunundaki kararlı şovenizmini gösteriyordu.
Kürdistan’da komünizm trajik bir şekilde kısa kesilmiş bir tarihe sahiptir. Kürdistan kayda değer proleter mücadeleler tarihi biriktirmiş olsa da, hiçbir zaman uzun süreli bir komünist geleneğe sahip olmamıştır. Bu durum ancak Kürdistan’daki komünistlerin gelecek kuşaklarının ait olacağı Enternasyonal Komünist Partisi’nin güçlendirilmesiyle değişebilir.
Ek 2. Kürt Milli Hareketi (Komintern, 1921)
Kürdistan bir kez daha isyanın pençesinde. Kürtler paşaların ve beylerin boyunduruğundan kurtulmak için ilk kez ayaklanmıyor; Halifelerin tahakkümünden uzun zamandır bıkmış durumdalar.
Bu hareketin kesin çizgiler kazanmasının üzerinden kırk yıl geçti ve 1903’ten beri Kürt halkının kurtuluşu için enerjik bir kampanya yürütmekten vazgeçmeyen Bedir Han Bey tarafından yazılan "Kürdistan" adlı bir yayın organı bile var. Bu "hayalperestlerin" merkezleri Silêmanî, Sakkya ve Senneh idi. Sultanlar Kürtlere karşı savaşmak zorunda kaldılar, ancak giriştikleri tüm seferler boşa çıktı ve yeniçeriler tarafından uygulanan acımasız baskılar çoğu zaman beklenenin tam tersi sonuçlar doğurdu. Kürtlere gerçek değerlerini "biçmeye" çalışan ilk kişi Sultan Abdülhamid oldu. Onları satın almak istedi. Kürtlerin anlık ve ruhani liderleri olan beylere ve şeyhlere toprak dağıttı, onlara ayrıcalıklar, asalet unvanları, itibarlar verdi. Diğerlerinin yanı sıra Hamavand aşireti, Rus-Türk savaşı sırasında Babıâli’ye verdiği hizmetlerden dolayı bir şükran nişanesi olarak geniş otlaklar aldı. Sultan, Türk devletinin güvenliği için her zaman tehlikeli bir unsur olarak gördüğü Ermenilere boyun eğdirmek için Kürtleri kullanmak için özel bir çaba sarf etti; bu amaçla Kürtlere Ermeniler üzerinde tam yetki verdi: istedikleri kadar vergi toplayabilir ve Ermeni köylerini cezasız bir şekilde yağmalayabilirlerdi; bir süre için Türk vahşetinin kör araçları oldular: katliamlardan ve pogromlardan sorumluydular. Sultan böyle bir politikayla Kürtler arasında bölünme tohumları ekmeyi başardı, ancak Kürt aydınları bu zararlı uygulamaların yol açtığı zararın farkındaydı ve Türk makamlarından yayılan yozlaşma akımına karşı sert bir mücadele verdiler. Genç Kürt ajitatörlerin propagandası etkisiz kalmadı: Kürtler paşaların ve beylerin emirlerine boyun eğmeyi giderek daha fazla reddettiler ve son savaş sırasında Türk katliamlarının peşine düştüğü binlerce Ermeni ailenin Kürt köylerinde barınak ve değerli destek bulduğunu kaydetmek ilginçtir.
Kürt milli hareketi büyük ilgi çekmektedir. Kürtler kısmen yerleşik, kısmen de göçebe bir halktır; bununla birlikte, belirgin bir şekilde yerleşik olma eğiliminde oldukları görülmektedir; esas olarak hayvancılıkla uğraşmaktadırlar. Aşiretler hala çok canlıdır ve bizim anladığımız anlamda Kürt ulusu henüz yeni yeni şekillenmeye başlamıştır, ancak bu durum milli duyguların çok canlı olmasını ve bu topraklarda ortaya çıkan ayaklanmaların son derece şiddetli bir karakter taşımasını engellemez. İlk bakışta paradoksal gibi görünen bu durum, bölgede uzun süre hüküm süren kanlı terör rejimi düşünüldüğünde kolayca açıklanabilir. Ancak Kürt milli devrimci hareketinin temel nedeni henüz bu değil. Asıl neden ülkenin ekonomik rejiminde yatmaktadır. Geniş otlakları ve çok sayıda hayvanı olan, zor ulaşılan dağlık bir ülke görünümündedir; neredeyse kendi kendine yetebilir ve ithal ettiği nadir ürünleri İran, Ermenistan ve Mezopotamya’dan alır; metropole gelince, ona sadece idari ve siyasi ilişkilerle bağlıdır, daha fazlası yoktur. Entelektüel kültür söz konusu olduğunda, Kürtler her şeyi, etkileri belirleyici olan Mezopotamya Araplarına borçludur.
Savaş sırasında bu etki, Arapların başını çektiği bir propaganda aracılığıyla Kürtleri Türklere karşı ayaklandırmaya çalışan İngilizler tarafından başarılı bir şekilde kullanıldı. Amaca ulaşılamas daa, belli sayıda Kürt aşiretinin tarafsızlığı güvence altına alınmış oldu.
Savaştan sonra İngilizler, Kürt milli hareketini emperyalist çıkarları için kullanma umudundan vazgeçtiler. Bununla birlikte, İngilizlerin Kürt milliyetçilerini bugüne kadar desteklemeye devam ettiğine inanmak için her türlü neden vardır.
Üstelik bu, Kürt milli hareketinin yapaylıktan başka bir şey olmadığı ve yalnızca emperyalistlerin çıkarcı manevraları tarafından uyandırıldığı anlamına gelmiyor. Aksine, belirgin bir kendiliğindenlik karakterine sahiptir. Bu hareket, merkezi İstanbul’da bulunan ve Doğu Anadolu ve Mezopotamya’nın tüm şehirlerinde şubeleri olan bir Yardımlaşma Cemiyeti’nde örgütlenmiş Kürt gençleri tarafından yönetilmektedir. Milliyetçilerin yayın organı İstanbul’da yayınlanan "Cin"dir. Bu cemiyetin Kürdistan’ın tüm şehirlerine yayılmış çok sayıda propagandacısı, Kürdistan’ın özerkliği için yorulmak bilmez bir ajitasyon yürütmektedir. Bu propagandanın Kürt kitleleri üzerindeki muazzam etkisi o kadar büyüktür ki, Babıali Nazırı Ferid Paşa’nın kendisi bile bunu fark edememiştir. İktidara gelen Kemal Paşa, onlara özerklik vaat etmekte acele etmiştir, ancak Ermenistan’ın aynı Kemal tarafından kandırıldığını gördükleri için bu tür vaatlerin gerçek değerini takdir eden Kürtler silah bırakmamışlardır.
Kemal 1919’da Kürt isyancıları acımasızca bastırmayı başarmıştı, ancak şu anda böyle bir baskının gerçekleştirilmesi çok daha zor olacaktır, çünkü Kemalistlerin hayalini kurduğu "Büyük Türkiye"nin gerçekleştirilmesi, Küçük Asya’da yaşayan çeşitli milliyetler kadar kırsal kesimde yaşayanlar arasında da çok sayıda düşmanlıkla karşı karşıya kalacaktır.
V. Surto (Moskova, Komünist Enternasyonal 3. Kongre Organı, No: 7, 1 Haziran 1921).