|
|||
Biz kimiz ve ne istiyoruz |
|||
Önsöz Bu metin Enternasyonal Komünist Partisi olarak örgütlenmiş olan Komünist Sol’un pozisyonlarının bir özetini sunmaktadır. Basın organları burada listelenmiştir. Partide vücut bulan doktrin ve program işe yaramaz dahilerin zihinlerinin eseri değil, tarihsel bir seçilimin ürünüdür. Bu doktrin ve program, tarih tarafından, fırtınalı ve kanlı sınıf mücadeleleri silsilesinde, 19. yüzyılın ortalarında yeni bir sınıfın, proletaryanın ortaya çıkmasıyla çelikten bir bütün haline getirildi. Parti bir düşünce ekolü ve bir eylem yöntemidir. Parti doktrin, program, taktikler ve örgütten oluşur. İşçi sınıfı ancak partisi vasıtasıyla var olur; o olmadan proletarya yalnızca istatistiki anlamda bir sınıftır. Partinin varoluşu, büyük şeflerin iradesine değil, militanlarının kuşaklar boyunca partinin temel ilkelerini titizlikle korumasına ve bu ilkelerin pratik sonuçlarını harfiyen uygulamasına bağlıdır: öte yandan partinin kuvveti toplumsal çelişkilerin gelişimiyle alakalıdır. Bu yüzden tarihin belli noktalarında az sayıda kararlı militana indirgenir, başka zamanlarda ise büyür, üye sayısı artar ve sermaye rejimiyle son kavganın sonucunu belirleyebilecek bir toplumsal güç haline gelir. Bu nedenlerden dolayı partinin, şanlı 1917-1926 döneminde olduğu gibi tekrar savaşan kitlelerin başına geçmesi, taktiksel kestirmeler, diplomatik yöntemler, farklı solcu gruplarla ittifaklar veya parti/sınıf ilişkisinin karmaşık sarmalı alanında kehanet özelliği taşıyan buluşlar yoluyla gerçekleşmesi mümkün değildir. Partinin üye sayısını, yalnızca örgütümüzün kalbinden değil, devlet ve toplumdan da ebediyen kovmak istediğimiz, demokratik pratiklere dönülmesinin önüne geçilmez muadili olarak tepeden anlamsız bir formal disiplinin tertiplenmesi ile arttırması da kabul edilemez. Bu ufak dalavereler, üyeliği arttırsa da bir sınıf organı olarak partiyi öldürürler. Bunlar, gerçek partinin kendi iradesiyle değil, neredeyse yüz yıldır tam da partinin görevlerini ve doğasını çarpıtarak muzaffer olan karşı-devrimin baskısı sonucu içine hapsedildiği gettodan sahte bir kurtuluş umuduyla şeflerin ve yarı-şeflerin bir “atılım” yapma hevesini ifşa eden bayağı numaralardır. Böylesi manevraların faydasızlığının en büyük kanıtı fikirlerin eleştirisinden değil tarihsel deneyimden gelmektedir. Toplumsal sınıflar arasındaki güç ilişkileri değişmemiş olsa da muhtelif Troçkist eğilimler ve çeşitli solcu türleri her yerde partinin, koşullara uyum sağlaması gerektiğini, yani sürekli yönelim değişikliğinden ibaret olacak “gerçekçi” politikalar üretmesi gerektiğini vaaz ettiler. Eğer bugün partinin boyutu asgari düzeydeyse ve proleter kitleler üzerindeki etkisi yok denecek kadar azsa bunun nedeni sınıf mücadelesinde, tarihsel olaylardadır, dolayısıyla ya Marksizmin ve onunla birlikte partinin çöpe atılması ya da Marksizmin değiştirilmemesi gerektiği sonucuna varacak kadar cesur olmak lazımdır. Doktrin alanında bu dersi öngördükten sonra Sol bu dersi materyalist ve tarihsel olarak doğrulamıştır: ekleyecek hiçbir şey, değiştirecek hiçbir şey yoktur. Yeter ki mevzimizin başında kalalım! Bu kitapçık Enternasyonal Komünist Partisi’nin bir metnidir ve tüm diğer metinlerimiz gibi İtalya Komünist Solunun formal örgütlerin organik ve tarihsel seçiliminin olumsal olaylarının dışında varolan geleneksel pozisyonlarını doğrulamakta ve yeniden ortaya koymaktadır. Devrimci sınıf hareketinin dirilişinin, kapitalist sistemdeki çelişkilerin hızlanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkacak olan toplumsal mücadelelerin keskinleşmesi ve radikalleşmesi ile gerçekleşeceğini beklediğimizi bir kez daha ifade edelim. Parti ancak dahil olduğu her proleter mücadelede, bozulmaz doktrinine ve sabit programına dayanarak işçileri aynı anda sahte işçi partilerinin hain oportünizmine, milliyetçi ve yurtsever sendikacılığa, kapitalist devlete ve burjuva siyasi cephesine karşı yönlendirmeyi bilirse büyüyecektir. Bu mücadelede Sol yalnızdır ve kendi isteğiyle değil, proletaryanın geçmiş yenilgilerinden çıkan bir ders olduğu için yalnız kalacağının bilincindedir. Bu yenilgilerle proletaryadan, hatta Marksizmden ve devrimden ilham aldığını iddia etse de küçük burjuvazi ve emek aristokrasisinin çıkarlarını temsil eden pozisyonlar ve örgütler fazlasıyla karşı-devrimci bir rol oynamış ve eylemleri her zaman proleter cepheyi önce engellemek, sonra bölmek ve en nihayetinde düşmana terk etmek olmuştur. Sendika liderleri, anarşistler ve “solcularla” hesaplarımızı göreli, -daha doğrusu biz değil tarih- eylem ve doktrinlerini paramparça ederek bu işi bizim yerimize yapalı az zaman geçmedi. Yukarıdaki bu kısa metni herşeyden önce kendine has cesareti, fedakarlığı ve ruhuyla modern toplumun yanıltıcı cazibelerine, demokrasi ve milli dayanışma yalanlarına, reformizme ve aşamacılığa ebediyyen sırt çevirerek anonim ve kişilerüstü devrimci komünist cephede bir mücadele ve kavga programı benimsemesi umuduyla proleter gençliğe ithaf ediyoruz. Zira komünizmi zafere taşıyan gençlerimiz olacaktır.
PARTİ PROGRAMI (1921-1949) Enternasyonal Komünist Partisi, Komünist Enternasyonal şubesi İtalya Komünist Partisi’nin 1921’de Leghorn’daki kuruluş kongresinde belirlenen aşağıdaki ilkeler temelinde kurulmuştur. 1. Sermayenin mevcut sosyal rejiminde, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çekişki sürekli artan bir oranda gelişmekte ve proletarya ile burjuvazi arasında uzlaşmaz çıkarlara ve sınıf mücadelesine neden olmaktadır. 2. Günümüzde üretim ilişkileri burjuva devletin iktidarı tarafından korunmaktadır: temsil sisteminin formu ne olursa olsun, ne tür demokratik seçimler yapılırsa yapılsın burjuva devlet, kapitalist sınıfın çıkarlarının korunmasını amaçlayan bir organ olarak kalır. 3. Proletarya şiddetle burjuva iktidarını devirmeden kendisini sömüren kapitalist ilişkiler düzenini ne ezebilir ne de dönüştürebilir. 4. Proletaryanın devrimci mücadelesinin yeri doldurulamaz organı sınıf partisidir. Proletaryanın en ileri ve kararlı kısmını bünyesinde barındıran Komünist Parti çalışan kitlelerin çabalarını birleştirir ve tekil grup çıkarları ve anlık kazanımlar için verdikleri mücadeleleri proletaryanın devrimci kurtuluşu için verilen genel mücadeleye dönüştürür. Parti, kitleler içerisinde devrimci teorinin propagandasını yapmaktan, maddi eylem araçlarını örgütlemekten ve hareketin tarihsel devamlılığını ve uluslararası birliğini sağlamak suretiyle mücadeleleri boyunca işçi sınıfına önderlik etmekten sorumludur. 5. Kapitalist iktidarı devirdikten sonra, proletarya kendisini egemen sınıf olarak örgütlemek ve kendi diktatörlüğünü kurmak için eski devlet aparatını tamamen yok etmek durumundadır: yani burjuva sınıfa ve toplumsal olarak var oldukları sürece onu teşkil eden bireylere hiçbir hak tanımayacak ve yeni rejimin organlarını yalnızca üreten sınıf temelinde kuracaktır. Bu temel hedefi programının ayırt edici bir özelliği olarak belirleyen Komünist Parti, aynı zamanda proleterya diktatörlüğünü temsil eder, örgütler ve yönlendirir. 6. Proleter devlet ancak zor kullanarak sistematik bir şekilde toplumsal ekonomiye müdahale edip kapitalist sistemin yerini üretim ve dağıtımın kolektif yönetiminin almasını sağlayacak adımların atılmasını sağlayabilir. 7. Ekonominin ve dolayısıyla tüm toplumsal hayatın bu şekilde dönüşümü, zamanla siyasi devletin gerekliliğini ortadan kaldıracak, devlet mekanizmasının yerini insani faaliyetlerin akla uygun şekilde idaresi alacaktır. Parti’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemin kapitalist dünyası ve işçi hareketine dair tutumu şu noktalara dayanır: 8. Yirminci yüzyılın ilk yarısında kapitalist ekonomi işverenler arasında tekelci tröstlerin ortaya çıkmasına sahne oldu. Üretimi ve değişimi merkezi planlama ile kontrol ve idare etmek için üretimin pek çok sektörünün devlet idaresine girmesine kadar varacak girişimler gerçekleşti. Siyasi alanda devletin polis ve askeri kollarının gücünde ve hükümet totaliterliğinde bir artış gerçekleşti. Bu yeni toplumsal örgütlenme biçimlerinin hiçbiri kapitalizm ve sosyalizm arasında bir geçiş niteliğine sahip değillerdi. Burjuva öncesi siyasi sistem biçimlerinin hortlaması da değildi. Daha ziyade, iktidarın ve devletin sermayenin en gelişmiş güçleri tarafından giderek daha doğrudan ve özel hale gelen yönetiminin belli biçimleriydi. Bu süreç burjuva rejiminin gidişatının barışçıl, ilerici ve evrimci tasvirlerinin yanlışlığını kanıtlarken, sınıfların karşıt taraflarda güçlerini toplayacak ve seferber edeceklerine dair öngörülerimizi doğrulamıştır. Düşmanının gücünün karşısına yeniden alevlenmiş devrimci enerjisini koyabilmek için proletearya hem bir talep hem de bir ajitasyon aracı olarak demokratik liberalizme ve anayasal garantilere başvurma yanılsamasından vazgeçmek zorundadır; devrimci sınıf partisi hem burjuva ve orta sınıf partileriyle, hem de reformist programlar benimsemiş sözde işçi partileriyle geçici bile olsa ittifaklar yapma pratiğinden ebediyen kurtulma tarihsel adımını atmak zorundadır. 9. Emperyalist savaşlar kapitalist çözülme krizinin, kesin bir şekilde yayılmasının üretici güçlerin artan büyümesini değil, bir birikim ve yıkım döngüsünü temsil ettiği bir evreye girdiğini gösterdi. Bu savaşlar işçilerin uluslararası örgütlerinde bir dizi derin krize neden oldu, egemen sınıflar onlara askeri ve milli dayanışma dayatarak onları savaş cephelerinde birbirlerine karşı sürdüler. Bu duruma karşı ortaya konulabilecek tek bir tarihsel olarak geçerli alternatif var, o da milletler içerisinde sınıf mücadelesinin tekrar alevlenerek çalışan kitlelerin heryerde tüm uluslararası koalisyonlarıyla burjuva devletleri devireceği iç savaşlara yol açması. Bunun vazgeçilmez koşulu da Enternasyonal Komünist Partisi’nin mevcut tüm siyasi ve askeri güçten bağımsız bir güç olarak yeniden inşaasında yatmaktadır. 10. İki toplumsal sistem arasındaki bir geçiş döneminde mücadelenin bir aracı ve kolu olduğu zeminde proleter devlet aparatı örgütsel gücünü tüm sınıfları temsil etmeyi hedefleyen mevcut anayasal kanun veya şemalara dayandırmaz. Günümüze kadar proleter devletin ortaya çıkmış en bütünlüklü tarihsel örneğini, işçi sınıfının Bolşevik Partisi’nin liderliğinde silahlandığı ve iktidarın totaliter yöntemler fethedilip Kurucu Meclis’in dağıtıldığı ve sonrasında yabancı burjuva güçlerin saldırılarını kovuşturmak ve mağlup sınıfların ve belirleyici anlarda karşı-devrimin zaruri müttefikleri olan orta sınıfların ve oportünist partilerin iç isyanını bastırmak için mücadelenin başladığı 1917 Ekim devrimi esnasında ortaya çıkan Sovyetler (işçi konseyleri) teşkil etmiştir. 11. Sosyalizmin herhangi bir tekil ülkenin sınırları dahilinde tam anlamıyla gerçekleşmiş olacağı düşünülemez ve sosyalist dönüşüm başarısızlıklar ve anlık aksaklıklar olmadan gerçekleşemez. Proleter rejimin her zaman mevcut olan yozlaşma tehlikesinden korunması ancak proleter devletin idaresi her ülkenin işçi sınıfının burjuvazisine, devlet ve ordu aparatına karşı enternasyonal mücadelesiyle sürekli koordine edilirse mümkün olabilir; savaş zamanında bile bu mücadeleden geri durulamaz. Gerekli koordinasyon ancak işçi sınıfı iktidarı aldıktan sonra Dünya Komünist Partisi proleter devletlerin siyasetini ve programını kontrol ediyorsa sağlanabilir.
BÜYÜK MARKSİST GELENEĞİN SAVUNUSU Yukarıda özetlenen bu program temelinde, Enternasyonal Komünist Partisi, Marksizmin doktrinel temel ilkelerini, yani dünya ve insanlık tarihinin sistematik kavrayışı olarak diyalektik materyalizmi; kapitalist ekonomiyi yorumlama yöntemi olarak Marx’ın Kapital’inde işlenen temel iktisadi doktrinleri; ve dünya işçi sınıfının kurtuluşunun tarihsel ve siyasi planı olarak Komünist Manifesto’nun temel programatik formülasyonlarını sahiplenir. Aynı zamanda Rus Devrimi’nin zaferinden doğan ilkeler sisteminin tamamını, yani Lenin’in ve Bolşevik Partisi’nin, iktidarın alındığı ve iç savaşın gerçekleştiği kritik yıllardaki teorik ve pratik çalışmalarını ve Komünist Enternasyonal’in 2. Kongresi’nin klasik tezlerini sahiplenir. Bunlar bahsi geçen ilkelerin doğrulanmasını, restorasyonunu, ve sonraki gelişimini temsil etmektedir ve bugün, 1926-27’de “tek ülkede sosyalizm” şiarından doğan trajik revizyonist dalganın dersleri onları daha da gündeme getirmektedir. Bu felaketi yalnızca kolaylık için Stalin ismine bağlıyor olsak da nedenlerini Ekim 1917 devrimci patlamasının ardından Rusya’nın karşısına dikilen nesnel toplumsal güçlerin baskısına atfetmeyi tercih ediyoruz. Bu baskıya direnmek için programatik ve taktiksel bir bariyere ihtiyaç duyulduğu çok geç görüldü. Bu bariyer yenilgiyi engelleyemese de enternasyonal komünist hareketin yeniden doğuşunun daha kolay ve acısız olmasını sağlayabilirdi. Bu son karşı-devrimci dalga Birinci Enternasyonal’in kısa varoluşunu sıkıntıya sokan oportünist hastalıktan (anarşist sapmalar) çok daha ölümcül ve hatta İkinci Enternasyonal’in (aşamacılık, parlamenterizm ve demokratizm ile) milli birlik şiarına dahil olarak 1914 emperyalist savaşına katılmasından çok daha ciddi olmuştur. Bugün işçi hareketinin durumu Birinci Dünya Savaşı başladığında İkinci Enternasyonal’in baş döndürücü şekilde çöküşünden bin kat daha kötüdür. 1919’da kurulan Üçüncü Enternasyonal, Marksist doktrinin hayati noktalarını, (savaş esnasında en iğrenç şövenizm ve savaş çığırtkanlığı ile enkaza dönen) İkinci Enternasyonal’in demokratik, aşamacı, parlamenter ve pasifist yanılsamalarından kesin bir şekilde toptan bir programla tekrar ortaya koymuştu. Üçüncü Enternasyonal Lenin, Troçki ve Bolşevik militanların muazzam bir katkısıydı, lakin kuruluşundan itibaren Üçüncü Enternasyonal, belirli bir anlamda, hem komünist partilerin aceleci şekilde kurulmasından hem de “kitleleri fethetmek” için fazlasıyla esnek taktikler izlenildiği için sağlam olmayan bir zemine sahipti. Öte yandan, en azından Kızıl Ekim’in yaratıcıları açısından, bu yaklaşım ve bu taktikler iktidarın şiddetle alınması, burjuva parlamenter ve demokratik devlet aygıtının yok edilmesi ve parti tarafından yönlendirilen bir proletarya diktatörlüğünün kurulması gibi temel ilkelerin terk edildiği anlamına gelmiyordu. Gerçekten de, Üçüncü Enternasyonal’in taktiklerinin uygulanması eğer devrim umulduğu şekilde hızla dünyanın geri kalanına yayılmış olsaydı bu kadar zarar vermeyebilirdi. Fakat 1920’de gerçekleşen 2. Kongre’den itibaren Solun uyardığı üzere eğer devrimci dalga sönümlenirse çok olumsuz sonuçlarla karşılaşma riski vardı. Bu yeni Enternasyonal’e katılan partiler toplamı bir hayli dengesizdi zira kuruluşları bir hayli rastgele gerçekleşmişti, bu yüzden de devrimci dalga geri çekildiği zaman tekrar sosyal demokrasiye düşme ihtimaline karşı yeterli bağışıklığa sahip değillerdi. Ne yazık ki tam da korkulan oldu ve daha çok yakın zamana ait bir kanser tekrar yüzeye çıktı. 1920 ile 1926 arasında Sol, Enternasyonal’in tüm şubelerinin benimseyeceği tek bir platform ve taktik plan oluşturulmasının gerekliliğinde ısrar etti ve demokrasinin yüz yıldır mevcut olduğu Batı’da “devrimci parlamenterizm” uygulamanın tehlikelerine işaret etti. Daha önemlisi, “siyasi birleşik cephe” ve ardından sözde “İşçi (ve İşçi-Köylü) Hükümetleri” taktiklerine karşı çıktı zira bu formüller açık seçik ve kafa karışıklığına yer bırakmayan “proletarya diktatörlüğü” formülünün altını oyuyorlardı. Sol ayrıca yerel komünist partiden bağımsız örgütlerin Enternasyonal’e doğrudan dahil edilmesi veya sempatizan parti olarak alınması politikalarına da karşı çıktı. Sol, sözde işçi partilerine, ve özellikle de (Kuomintang gibi) burjuva partilerine sızma pratiğini reddetti. Aynı şekilde sözde kardeş partilerle veya yüzeysel olarak “benzer” pozisyonlara sahip olanlarla geçici bile olsa “bloklar” oluşturmayı reddetti. Sol’u bu pozisyonları almaya iten ve hala geçerli olan kriterler şunlardı: Komünist partilerin gücü taktik manevralara veya öznel voluntarizm gösterilerine değil, sürekli ve çizgisel bir sürecin kanunlarına uymak için bir nedeni olmayan devrimci sürecin nesnel olgularına bağlıdır. İktidarın alınması yakın veya uzak olabilir, fakat iki durumda da ve özellikle ilkinde, onun için hazırlanmak (ve proletaryanın iyi kötü geniş bir kesimini hazırlamak), komünist örgütün 2. Enternasyonal’de gerçekleşene benzer şekilde araçlar ve amaçlar, taktikler ve ilkeler, anlık ve nihai hedefler arasındaki kopmaz bağı kırarak ister istemez siyasi alanda seçimcilik ve demokratizme, toplumsal alanda da reformizme geri dönülmesini kapsayan bir oportünizme düşmesine neden olabilecek bütün eylemlerden kaçınmak anlamına gelmektedir. 1926’dan itibaren bu çelişki doğrudan politik zemine taşınmış ve Enternasyonal ve Sol arasında bir ayrışma ile sonuçlanmıştır. Masadaki iki mesele “Tek ülkede sosyalizm” ve kısa süre sonra “anti-faşizm”dir. “Tek ülkede sosyalizm” gerçekte Leninizmin iki kere reddedilmesidir: ilkin Lenin’in açıkça “küçük-burjuva ve orta çağ Rusya’sında Avrupa tarzında kapitalist gelişim” olarak tanımladığını sahtekarca sosyalizm olarak kabul ettirmeye çalışır, ikincisi Rus Devrimi’nin kaderini Dünya Proleter Devrimi’nden ayırır. Karşı-devrimin doktrinidir. SSCB içinde Troçki ile başlayarak Marksist ve Enternasyonalist kanada karşı baskıyı haklı göstermek için, dışında ise Sol akımların sıklıkla doğrudan sosyal-demokrasiden gelmiş ve “burjuvaziye tamamen itaat eden” (Troçki) merkezci hizipler tarafından ezilmesi için kullanılmıştır. Dünya çapında komünist mücadelenin hayati programatik noktalarının terk edilmesinin temel göstergesi, iktidarın devrimci fethi şiarının yerini, sanki hem faşizm hem demokrasi her zaman yeni bir proleter devrimci dalga tehlikesine karşı kapitalist rejimi koruma görevini yerine getirmemiş ve sınıf mücadelesinin dinamiklerinin gereksinimlerine göre devlet’in dümenini birbirlerine devretmemişler gibi faşizme karşı demokrasinin savunulmasının almasıdır. Almanya 1933’te Hitler’in zaferiyle düştükten sonra bu olgu yalnızca Üçüncü Enternasyonal’de değil -demokrasiden devrimci proletaryanın taleplerinin tamamı için harekete geçilmeden önce atlatılması gerek bir aşama olarak bahsetse de- Stalinistler gibi faşizme karşı demokrasinin savunusu sloganını savunan “Troçkist” muhalefet arasında da ifade buldu. İki durumda da bu olgu, tüm diğer toplumsal katmanlara karşıt hedeflere sahip, siyasi olarak belirgin bir güç olarak işçi sınıfının yıkımını getirdi; muhtelif ülkelerin işçileri önce demokratik kurumları savunmak için, sonra da “vatan” müdafaası için seferber edildiler ve böylelikle şövenist nefretler yeniden alevlendi ve hızla yayıldı. En nihayetinde Komünist Enternasyonal resmen lağvedildi ve onu yeniden inşa etme dileği geçici olarak yok oldu. İşçi sınıfı 1939-45 Emperyalist savaşının kanlı arabasına bindirildikten sonra, enternasyonal ve enternasyonalist komünizmin zayıf güçleri, hayatta kaldıkları ölçüde ve yerlerde durumu herhangi bir biçimde etkileyemediler: ilkin 1914’te ortaya atılan ve 1917 Rus Devrimi’ni önceleyen “emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme” çağrısı duyulmadı, küçümsendi ve horlandı. Savaş sonrası dönemde yalnızca devrimci komünizmin Rus tüfeklerinin ucunda yayılmasına yönelik “saf” umutlar gerçekleşmemekle kalmadı, zorlu kapitalist yeniden yapılanma dönemine denk geldiği İkinci Enternasyonal’in sağ kanadınınkinden beter bir düzen şakşakçılığı hüküm sürdü: bu yeniden inşaa devlet iktidarından (partizan birliklerindeki proleterlerin silahsızlandırılmasından), milli ekonomiyi kurtarmaktan (yeniden yapılanma borçları, milletin “yüksek çıkarları” adına kemer sıkma politikalarının kabulu ve saire) yanaydı. Sonraki süreçte “halk demokrasileri”nde “Sovyet” olarak kabul ettirilmeye çalışılan bir düzenin oluşturulması tercih edilecekti. Devlet dümeninde açık işbirliklerine ihtiyaç kalmadığı zaman, Kremlin’i takip eden “komünist” partiler, savaş ve “barış” müttefiklerinin kurduğu giderek esirleşen polis devletleri ve faşizm dünyasında salt parlamenter bir “muhalefet”in uçlarına itildiler. Öte yandan Lenin’in hayat eserlerini yeniden keşfetmek bir yana (ki bunu isteseler de yapamazlardı), total revizyonizm çukurunun daha derinlerine batıp durdular ve en nihayetinde uluslararası ticaret (küreselleşme) formunda yüceltilen kapitalizmin veya “şanlı” tarihini hatırlatıp durdukları burjuvaziye karşı savundukları burjuva parlamenterizminin sonunu ne öngördükleri ne de savundukları bir hale getirerek dibe vurdular. Sonunda Stalinizmin sınıf mücadelesini indirgediği “sosyalist” ve “kapitalist” kamplar arasındaki mücadele iddiasından bile uluslararası düzeyde “birlikte varoluş ve barışçıl rekabet”e yer açmak için vazgeçildi. En nihayetinde, kendilerine yük olan “komünist” ismine artık dayanamyan bu partiler isimlerini değiştirdiler. “Birlikte varoluş” ve ekonomik yüzleşmenin sonucu ancak Stalinizmin tamamen lağvedilmesi olabilirdi. Bu yüzden Doğu bloğu ülkelerinde Stalinizmin tamamen gözden düşmesi partimiz için şaşırtıcı değildi; aksine bunun iktisadi düzeyde ekonomilerinin dünya pazarından ayrı durmasını aşmak ve geri ülkelerde milli kapitalist sanayiyi eski kapitalist güçlerin sanayi üretimiyle rekabet edebilecek noktaya getirmek için gereken otarşinin ötesine geçebilmek için atmaları zorunlu ve kesin bir adım olduğunu öngörmüştük. Rusya artık “sosyalist” olma iddiasında değil, tamamen kapitalist bir ülke, tüm üreticileri proleterleşmiş ve gerçek bir kapitalist demokrasinin iktisadi, siyasi, toplumsal ve ahlaki pisliğinin tamamına sahip durumda. Stalinizmin komünizme ihaneti ve ardından çürümüş batı kapitalizmi ile yaptığı işbirliği dünyayı sarsan 1917 komünist devriminin muazzam pırıltısını soğuk küllere dönüştürdü fakat aynı zamanda Rusya’yı yarı-feodal ataletinden çıkartarak ateşle, kılıçla ve hunharca ilkel kapitalist birikimini gerçekleştirmiştir. Rusya’nın açık ve bariz bir kapitalizmi sosyalizm kılığına sokma teşebbüsü başarısız olmuştur. Kapitalizmin ülkenin her köşesinde galip gelmiş olması, komünizmin yenilgisinin kanıtı olmanın aksine gelecekteki zaferinin en iyi koşuludur. Yaşadığımız cehennemin derinliklerinde geleceğin proleter kalkışmasını beklerken yükselen çağrı “Dünyanın bütün işçileri – birleşin!” ve “Proletarya Diktatörlüğü”dür. Bu bizim çağrımızdır.
DEVRİMCİMARKSİST Tarihsel ve toplumsal devrimin genel doktrini açısından, eski komünist hareket Marx’ın “yıkıcı” vizyonunu reddedecek kadar yozlaşmış hale geldi: diyorlar ki ne karşıt sınıf çıkarları, ne de devlet arası husumetler şiddetli mücadeleye, silahlı çatışmalara yol açmayacak. Kısaca barışçıl birlikte varoluş adı altında bir uluslararası barış fikrini ve “tekellere karşı mücadele”, “yapısal reformlar” ve “demokratik planlama”ya dayanacak muhafazakar ve gerici “yeni demokrasi” sloganının koruduğu bir toplumsal barışı savunmaya başladılar. Gerçekte Stalinist ve özellikle post-Stalinist “komünizm” üretim ve üretkenliği yüceltişinde, İlerleme fikrinin ve ticaretin büyümesini yüceltişinde Kapitalizmin savunulmasından ibaretti. Bugün “barışçıl birlikte varoluş” gelecekteki bir dünya savaşı düşünülerek yeni anlaşmaların arandığı ve oportünist, sözde işçi partilerinin artık formal olarak dahi kendilerini “sağcı” olarak tanımlayan partilerden ayrıt edilemeyeceği akışkan bir uluslararası duruma yol açmış bulunuyor. Bu yaklaşımlar bütününe karşı Marksist tavır aynı kalmıştır: kapitalizm altında, üretim ve üretkenliğin büyümesi emeğin sermaye tarafından sömürüsünün artışına yol açar, bu büyüme emeğin ücreti ödenmeyen kısmı yani artı-değer ile ölçülür. İşçilerin tüketimi, yani işçi sınıfının hem bireysel hem de toplumsal formunda (emeklilik, sağlık vs.) ortaya çıkardığı “rezerv fonu” büyüyebilir fakat aynı zamanda sermayenin üreticiler üzerindeki egemenliği artar ve hatta gündelik hayat koşulları pazar ekonomisinin iniş çıkışlarına bağlı olarak daha da güvensiz hale gelir. Sınıfsal karşıtlıklar azalmazlar, aksine azami noktaya itilirler. Ticaretin yayılımı gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkeler üzerindeki hükmünün yayılımına işaret ediyor. Ayrıca gelişmiş ülkeler arasındaki doğal rekabeti körüklüyor. Hakları ve kıtaları giderek küreselleşen bir ekonominin ağlarına çekerek – ki bu bilinçsiz de olsa gerçek bir fetihdir – uluslararası ticaret, diyalektik olarak, destekçilerinin görmezden geldiği “olumsuz” bir yön ortaya koyuyor: yani geçmişte olduğu gibi tek sonucu emperyalist savaş olabilecek ticari ve dolasısıyla finansal and endüstriyel krizlerin koşullarını oluşturuyor. Dahası günümüzde üretici güçlerin artan bir kısmı yalnızca “mal ve hizmet” üretiminde değil, temel işlevi askeri değil iktisadi olan (aşırı üretimi soğurarak birikim yapmak) yıkıcı silah üretiminde ziyan ediliyor. Kapitalizm sermayenin sonu gelmez şekilde yeniden üretimidir; kapitalist üretimin amacı sermayenin kendisidir. Meta üretimini hiçbir sınır tanımadan arttırmak insanlığa refah değil gezegenin her tarafında toplumsal hayatı altüst eden yıkıcı bir dizi aşırı üretim krizi getirmiştir. Burjuva teorisyenlerinin onlarca yıldır reddettiği, hakiki Marksizminse engellenemez olduğuna inandığı bu krizlerin ilk kurbanı işsizlik, maaş kesintileri ve iş yükünün artışı gibi dertleri çeken işçi sınıfıdır. Savaş, kapitalizmin periyodik aşırı üretim krizlerinin zaruri sonucudur. Dolayısıyla kapitalist savaş kaçınılmazdır. Yalnızca modern savaşların yol açtığı devasa yıkım kapitalizmin yeni bir habis yeniden inşa – birikim döngüsüne girmesini mümkün kılmaktadır. Çağımızın emperyalist savaşları, “insancıl”, “demokratik”, “pasifist”, “defansif” ve “anti-terörist” perdeler arkasında gizlenseler de tükenmiş marketlerin ve kıtaların muhtelif kapitalizmlerce paylaşımı için fazlasıyla gereklidir. Dolayısıyla bu savaşlar kapitalizmin korunumu için verilmektedir; zira krizler esnasında emek gücünün üretim sisteminin azalmış kapasitesini aşan kısmını ortadan kaldırırlar. Özü itibariyle savaşlar, sermayenin besleyemediği kölelerin toplu halde katledilmesidir. Ya savaş, ya devrim, başka bir yol yoktur. Savaşa karşı devrimci komünist tutum, kapitalizmde barış olabileceği fikrini trajik bir yanılsama olarak reddetmek ve ancak burjuva iktidarının devrilmesi ve sermaye temelinde kurulmuş üretim ilişkilerinin yok edilmesiyle insanlığın sürüp giden bu trajediden kurtulabileceğini vurgulamaktır. Marx ve Lenin’in hattında parti sınıf antimilitarizmi, cephelerde kardeşleşme ve cephede ve cephe gerisinde devletler arasındaki savaşı sınıflar arasında bir savaşa dönüştürmeyi hedefleyen devrimci yenilgicilik taktiklerini sahiplenir. Savaşı mevcut rejimin sınırları içinde reddeden yasalcı ve sınıflararası pasifist hareketin tamamını geçersiz kılan temel çelişkiden dolayı komünizm onların, burjuva köklerinden dolayı, ne zaman savaş ve devrim arasında bir seçim yapmak zorunda kalsalar istisnasız savaşı tercih edeceklerini öngörür. Lenin’in gibi onları proletaryanın sağlam kavga yönelimine zararlı, militarizmin işçileri savaşa sürüklemek için destek kuvveti olarak kullandığı kafa karışıklığı yaratan bir unsur olarak görüyoruz. Aslında emperyalist savaşların istisnasız her zaman neden olduğu sivil katliamların suçunu o anın “saldırgan” tarafına yükleyip “ne olursa olsun buna bir son verilmesi” için burjuva devletlere koşup proleterlerin “barış”, “demokrasi”, “medeniyet” gibi sahte idealler adına birbirlerini boğazlamalarını isteyenler pasifistler olmuştur. Post-stalinizmin daha da klasik reformist argümanlarını ele alırken devrimci Marksizmin tutumları, sosyal-demokrasinin altın çağında neyse odur: modern kapitalizmde bir “planlama eksikliği” durumu söz konusu değildir (Engels bunu açıkça ifade etmiştir) ve herhalükarda tek başına “planlama”, ne türden olursa olsun, sosyalizmi tanımlamak için yeterli değildir. Rus toplumunun ayırt edici özelliği olduğu söylenilen toplumsal bir kişilik olarak kapitalistin ortadan kalkması dahi (az çok doğru bile olsa) kapitalizmin ortadan kalktığını göstermek için yeterli değildir (bunu da Marx açıkça ifade etmiştir). Zira en nihayetinde kapitalizm modern işçinin ücretli konumuna indirgenmesinden başka birşey değildir: nerede ücretli çalışanlar varsa orada kapitalizm vardır. Kapitalizm savunusunun, Rus ve Çin tipi “komünizm”in (klasik reformizmden bile beter olan) sosyal-demokrat tipteki eski moda reformizmle birleşimi, proletaryanın devrimci gücünün ortadan kalkışının psikolojik ve ideolojik bir yansımasını temsil eden, kimi işçi kesimleri arasında başlattığı kalkışmaları bile kısırlaştıran bir bozgunculuğa bağlıdır. Bu yeni ve daha tehlikeli reformizm ilkin işçi sınıfının bugün onu bölen şiddetli rekabeti aşamayacağını, kapitalist refahın yarattığı ihtiyaçlar despotizmine karşı isyan edemeyeceğini, refah, eğlence ve “kültür”ün burjuva organizasyonunun getirdiği aptallıktan kurtulamayacağını, kendi devrimci partisini kuramayacağını iddia eder. İkinci olarak açıkça veya örtülü olarak hakim sınıfın elindeki yeni silahların onu eskisinden daha yenilmez kıldığını ima eder. Biz ise kapitalizmin iktidarının tarihte geçici bir evre olduğuna ikna olmuş durumdayız; dolayısıyla kadir-i mutlak bir kapitalizm karşısında tüm devrimci umutlardan vazgeçmek anlamına gelen bu tutumların tamamını reddediyoruz. Aynı bozguncu tutumları tüm siyasi ve sosyal gericilik dönemlerinde görüyoruz (misal Engels’in ta “konvansiyonel” tüfekler ve toplar döneminde mücadele ettiği düşmanın askeri gücüne batıl bir saygı duyma eğilimi, Lenin ve tüm devrimci militanların mücadele ettiği işçilerin “aptallığını”, “cehaletini” ve “idealizmden yoksun oluşlarını” hor görerek onları aşağılama eğilimi); lakin her çağ böylesi şeylere inanmak için kendi nedenlerini yaratıyor (misal atom ve hidrojen bombaları veya “tüketim toplumu”nun onulmaz şekilde yozlaştıran gücü!). Bu moral gözdağının merkezi bir aracı, saplantılı bir biçimde mevcut toplumun “kötünün iyisi” olduğunu sayıklayan günümüzün güçlü kitle medyasıdır. Bu meselelerde de Marksist pozisyon her zamanki gibi kalmıştır: kapitalizm proletaryayı bölebilir, ama aynı zamanda onu yoğunlaştırır ve organize eder – ve en nihayetinde yoğunlaşma bölünmeye karşı üstünlük sağlar. Kapitalizm proletaryayı yozlaştırıp zayıflatabilir fakat yine de elinde olmadan devrimci bir eğitim de sağlar – ve en nihayetinde bu eğitim yozlaşmaya galip gelir. Gerçekten de “haz sanayileri”nin hepsi (hem kırda hem şehirde) toplumsal hayatın artan mutsuzluğuna çare olmakta aynı derecede etkisiz kalıyorlar ve modern tıbbın sakinleştiricileri kapitalist insanın kendisiyle ve başkalarıyla uyumlu ilişkiler kurmasını sağlayamıyorlar, zira modern hayat – kapitalist hayat – bu ilişkileri sürekli yok ediyor. Buna karşın bu yozlaşma türlerinden öte sermayenin gücü dün olduğu gibi bugün de üreticiyi iş gününün, iş haftasının, iş yılının, iş hayatının uzunluğu altında ezmekten geliyor. Lakin sermaye, koşulların gücü nedeniyle bu süreyi tarihsel olarak sınırlamak zorundadır, bunu yavaşça, istemeyerek, hep geri adımlar atarak yapar ama bunu yapmaktan kaçınamaz, ve bunun etkileri, aynı zamanda müstakbel mezar kazıcılarını (bir yandan aptallaştırırken) ders vermek zorunda kaldığı düşünülürse Marx ve Engels’in öngördüğü üzere zaruri olarak devrimci olacaktır. Gelecek için iki temel olasılık gözükmektedir: 1) 1929 tipi yeni bir kriz patlak verecek ve bugünün “burjuvazimsileşmiş işçi”sini proleter bir koşula düşürecek (bizce en olası ihtimal) veya 2) uzun bir genişleme ve “refah” tarihsel dönemi... Öte yandan proletaryanın mevcut örgütsüzlüğünden kesin bir tarihsel imkansızlık çıkarmak, proletaryanın partiyi ve sınıf Enternasyonal’ini tekrar inşaa etme olanağının kalktığının sosyolojik olarak belirlendiğini ve dolayısıyla toplumsal devrimin öncüsü olarak yerini (köylüler, öğrenciler gibi) başka toplumsal katman ve sosyolojik kategorilerin almasının gerektiğini iddia etmek için (Maocular, Castrocular, Guevaracıların olduğu üzere) açıkça bozguncu olmak gerekir. Daha da saçması, kapitalizmin gelişiminin ücretli çalışan sınıfa verdiği sosyal güçten dolayı çalışan sınıfın aciz kaldığını ve eski tarihsel toplumsal devrim ve sınıf düşmanının askeri olanaklarına totaliter şekilde el koyma görevini yerine getiremeyeceği inancıdır.
Toplumsal ve siyasi alanda, “totaliterliğe direniş” proletaryanın ve sermayenin ezdiği tüm toplumsal katmanların ortak görevi olarak sunulduğunda, demokratizm eski komünist hareketin devrimci doktrinine karşı son zaferini elde etmiş olur. İlk tarihsel ifadesi (hem savaş öncesi hem savaş sonrası biçimleriyle) anti-faşizm olan bu eğilim Moskova’ya bağlı olan tüm partileri (ve Çin’deki gibi onlardan kopan partileri) etkiledi ve proletarya diktatörlüğün zaruri devrimci kılavuzu ve önderi olarak (kökeni itibariyle şüphesiz Leninist ve komünist olan) tek partiyi inkar etmeye götürdü. Sözde “sosyalist kamp”ın “halk demokrasi”lerinde iktidar halk ve milli “cephe”lerin veya birden çok sınıfın bloğunu oluşturan partiler veya birliklerin eline geçti. Bu esnada “burjuva kamp”ta faal olan “komünist” partiler devrimci sınıf şiddetini iktidarı almanın tek yolu olarak gören doktrini terk etti ve sınıf diktatörlüğünü sürdürmenin tek yolunun komünist partiden geçtiğini inkar etti. Bunun yerine sosyalistler, katolikler gibi başka partilere yağ çektiler ve onlarla “diyaloğa” girerek onlara “halkı” temsil edecek birden çok partinin bir arada yöneteceği bir “sosyalizm” vaat ettiler. Proleter devrimin tüm düşmanlarının sıcak baktığı bu eğilim (Stalinist “komünizm” Kızıl Ekim’in şanını hatırlatan ne varsa reddediyor) yalnızca bozguncu değildir, ayrıca bir yanılsamadır. Proletarya nasıl sermayenin despotik rejimi altında herhangi bir özgürlüğe sahip olduğunu iddia etmiyor ve dolayısıyla “resmi” veya “hakiki” demokrasi bayrağı altında toplanmıyorsa, kendi despotik rejimini kurduğunda sermaye ile ilişkili toplumsal katmanların hepsinin bütün özgürlüklerini bastırmakta tereddüt etmeyecek ve bu programının içkin bir parçası olacaktır. Burjuvazi için siyasi alandaki mücadeleler sınıflar arasında değil, eşit ve özgür bireyler arasında “münazaralar” olarak gerçekleşir; mücadele, uzlaşmaz çelişkilerin yönlendirdiği fiziksel ve toplumsal güçler arasında değil, fikirler arasındadır. Öte yandan burjuvazi kendi diktatörlüğünü demokrasi pelerini altında gizlerken, Manifesto zamanından beri “görüşlerini ve hedeflerini saklamaktan tiksinen” komünistler iktidarın devrimci fethinin, toplumsal yeniden doğuşun zaruri öncülü olarak, partisiyle kenetlenmiş eski ezilen sınıfın eski hakim sınıf üzerinede totaliter hükmünü imlediğini açıkça ilan ederler. Totaliterlik karşıtlığı, kapitalist sınıfla aynı toplumsal temelde konumlanmış olup (üretim araçlarının ve ürünlerin özel mülkiyeti), buna rağmen onun tarafından ezilen sınıfların teşebbüsüdür. Mevcut siyasi sahnede yer alan “entellektüellerin” ve “öğrencilerin” muhtelif hareketlerinin – aslında kır ve kent küçük burjuvazi ve orta sınıfların ufak üretim, bireyin bağımsızlığı ve “doğrudan demokrasi” gibi tarihsel olarak mahkum olmuş efsanelere tutunma ideolojisidir. Dolayısıyla hem burjuvadır, hem de tarihsel değildir dolayısıyla iki katı proleter karşıtıdır. Küçük burjuvazinin büyük sermayenin darbeleri altında mahvı tarihsel olarak engellenemez niteliktedir ve toplumsal anlamda, kapitalizmin tek ve tek gerçek tarihsel katkısını yani üretimin merkezileşmesi ve üretici faaliyetin toplumsallaşmasını getirdiği ölçüde, sosyalist devrime doğru – kapitalist tarzda, gaddar ve uzun erimli bir adım teşkil eder. Proletarya için daha düşük yoğunlukta üretim biçimlerine geri dönmek (mümkün olsaydı bile) ancak tamamen toplumsal bir üretim ve dağıtım sağlama tarihsel hedefine sırt çevirmek anlamına gelebilir. Dolayısıyla proletarya ne “büyük sermaye” karşısında küçük burjuvaziyi savunmak gibi bir göreve sahiptir (zira ikisi de sosyalizmin aynı şekilde düşmanlarıdır), ne de hem iktisadi hem de toplumsal düzlemde kabul etmesi gerekmeyen çoğulculuğu ve “çok merkezciliği” siyasi olarak benimser. Dolayısıyla küçük düzeyde üretimi savunmak adına “tekellere karşı mücadele” sloganı gericidir ve Rus Devriminin yolzaşmasına verilen hatalı bir küçük burjuva tepkiyle bağlantılıdır. Bizim için yozlaşmanın nedeni proleter devrimin yayılıp genişleyememesi ve komünist enternasyonalizmin terk edilmesiydi; öte yandan küçük burjuvazi için devrim baştan bir başarısızlıktı çünkü anti-demokratikti, çünkü proletarya diktatörlüğüne yol açmıştı. Orta sınıfların birbirinden gerici hareketlerinin hepsi devrimci süreci iş yerinde örgütlü proleter organizmaların kademeli olarak çeper “güç” adacıkları fethetmelerenden ibaret olarak görüyor: fantastik “doğrudan demokrasi” (Gramsçici teoriler ve işçici fabrika konseyleri teorisi). Bu teoriler siyasi iktidarın fethi, kapitalist devletin yok edilişi ve sınıfın merkezileştirici organı olarak partiye duyulan ihtiyacı görmezden geliyorlar. Başkalarına göre “sosyalizmi” gerçekleştirmek için, her biri “tabandan kararlarla” kendi planını yapan “öz-yönetim” altındaki işletmelerden oluşmuş bir ağ yeterli (Yugoslav öz-yönetim teorisi). Dolayısıyla küçük burjuva teorisyenler, Marx’ın “emekçi sınıfın siyasi ekonomisi” olarak ortaya koyduğu ve ancak kapitalist ekonominin temel üretici hücrelerinin ve pazarın kaotik ve kestirilemez bağlantı unsurunun “kör hükmü”nün aşılmasıyla mümkün olabilecek “toplumsal ihtiyacın düzenlediği toplumsal üretim” ihtimalini tamamen yadsıyorlar. İktidarı almadan önce ve sonra, siyasette ve ekonomide, devrimci proletarya, Marx ve Engels’in anarşistlerle uzun polemiklerinde reddettikleri ve Lenin’in Devlet ve Devrim’de aşamacı ve demokratik reformizmle uyumunu gözler önüne serdiği anti-otoriterliğin yeni bir biçimi olan totaliterlik karşıtlığına taviz vermez ve veremez. Öte yandan sosyalist proletartya küçük üreticilere, tarihi boyunca bu sınıfa azami gaddarlıkla yaklaşan kapitalizmden çok daha farklı şekilde muamele edecektir. Lakin küçük üretimin kendisine ve siyasi, ideolojik ve dini reflekslerine karşı eylemi bin kat daha katı, hızlı ve kısaca totaliter olacaktır. Proletarya diktatörlüğü insanlığı kapitalizm altında olağan olan bitmek tükenmek bilmez şiddet ve sefaletten kurtaracaktır. Bunu yapabilmesi, tarihsel görevini gerçekleşmesinin önünde duran irili ufaklı tüm toplumsal gruplara karşı zor, tehdit ve gerekirse en katı baskıyı uygulamaktan kaçınmadığı takdirde mümkündür. Sonuç itibariyle kim sosyalizm kavramını liberalizm, demokratizm, fabrika konseycilik, yerelcilik, çok particilik veya, daha kötüsü parti karşıtlığı ile harmanlarsa kendini tarihin ve parti ve Enternasyonal’in totaliter komünist bir temelde yeniden inşaasına giden yolun dışında konumlandırmış olur. 1848’de başlığı bilinçli olarak ulusal bir betimleme yapmaktan kaçınan Komünist Parti Manifesto’sunun ortaya çıkışından beri komünizm ve toplumun devrimci dönüşümü için verilen mücadele enternasyonal ve enternasyonalist olarak tanımlanmıştır: “İşçilerin vatanı yoktur”; “En azından medeni ülkelerde birleşik eylem, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir”. 1864’deki kuruluşundan itibaren Uluslararası Emekçiler Birliği, tüzüğünde “bugüne dek büyük sonu (“çalışan sınıfların iktisadi kurtuluşunu”) hedefleyen tüm çabalar, emeğin farklı ülkelerdeki müfrezeleri arasında dayanışma, farklı ülkelerin çalışan sınıfları arasında kardeşçe bir birlik bağı eksik olduğu için başarısız olmuştur” demiş ve bütün kuvvetiyle şu noktanın altını çizmiştir: “Emeğin kurtuluşu ne yerel ne milli bir problemdir; aksine modern toplumun mevcut olduğu tüm ülkeleri kapsayan ve çözümü için en gelişmiş ülkelerin pratik ve teorik ortak teşebbüsünü gerektiren sosyal bir problemdir”. 1919’da, dünya-çapında Enternasyonalist Sol’un en demokratik cumhuriyetlerden en otokratik imparatorluklara emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme için verdiği uzun mücadeleden Komünist Enternasyonal doğmuş ve ilk olarak Birinci Enternasyonal’in tüzüğünü benimseyerek kendini şu şekilde tanımlamıştır: “Yeni işçi enternasyonali, kapitalizmi devirip sınıfları ortadan kaldıracak ve komünist toplumun ilk aşaması olan sosyalizmi getirecek olan proleterya diktatörlüğünü ve enternasyonal bir Sovyet cumhuriyetini tesis etmek amacıyla farklı ülkelerin işçilerinin ortak eylemini örgütlemek amacıyla kurulmuştur... Komünist Enternasyonal’in örgütsel araçları herhangi bir ülkenin işçilerinin, herhangi bir zamanda diğer ülkelerin örgütlü proleterlerinin desteğini alabilmelerini sağlamak zorundadır”. Bu büyük geleneğin hattı, iki dünya savaşı arasındaki dönemde “tek ülkede sosyalizm” teorisi ve pratiğinin, proletarya diktatörlüğü yerine faşizme karşı demokrasi mücadelesi ile birleştirilmesiyle kırılmıştır. İlk politika Rusya’da muzaffer olan devrimin kaderi ile dünyanın geri kalanındaki devrimci proleter hareket arasındaki bağı kırmış ve bu hareketin gelişimini Rus devletinin çıkarları etrafında şekillendirmiştir. İkincisi, dünyayı faşist ve demokratik ülkeler olarak ikiye ayırıp totaliter rejimler altında yaşayan proleterlere iktidarın devrimci fethi için değil demokratik ve parlamenter kurumların yeniden tesisi için mücadele etmelerini emretti; aynı zamanda demokratik rejimler altında yaşayan proleterler kendi hükümetlerini savunmaya ve gerekirse bunu sınırın diğer tarafındaki kardeşleriyle savaşarak yapmaya teşvik edildi; bunun sonucu olarak işçi sınıfının kaderi “vatanlarına” ve vatanlarının burjuva kurumlarına bağlanmış oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Komünist Enternasyonal’in kapatılması bu doktrin, strateji ve taktik değişikliğinin engellenemez sonucuydu. İkinci emperyalist katliamın ardından doğu Avrupa’da kendilerine Sosyalist adını taksalar da milli “bağımsızlıklarını”, sözde “kardeş” devletlere karşı bile şiddetle savunan, sınırların kıskançlıkla kollayan devletler türedi. Kendilerini “Sosyalist Kamp”ın üyeleri olarak tanımlasalar da onları ayrıştıran iktisadi çelişki ve gerilimler o kadar kritik noktalara ulaştı ki kaba kuvvet kullanımı dışında hiçbir seçenek kalmadı (Macaristan, Çekoslovakya). Öte yandan askeri müdahale mümkün olmadığında da Yugoslavya ve Çin örneğinde olduğu gibi temelden ayrışmalar gerçekleşti. Böylelikle daha “iktidarı alamamış” partiler de “Sosyalizme milli bir yol” bulmaya girişti (bu da her birinin devrim ve proletarya diktatörlüğünden vazgeçip demokratik, parlamenter ve reformist ideolojiyi bütünüyle benimsemelerinin eşsiz bir yolu oldu). Çok geçmeden bu “sosyalistlerin”, diğer “kardeş” partilerden bağımsızlıklarını gururla savunduklarını, böylelikle de burjuvazilerinin saf siyasi ve yurtsever geleneklerinin mirasçıları olduklarını, Stalin’in ifadesiyle burjuvazinin elden bıraktığı bayrakları taşımaya hazır olduklarını gösterdiler. Bu koşullarda enternasyonalizm, Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, “burjuva Hürriyet ve Barış Birliği’nden devşirme” diyerek Alman İşçi Partisi’nin suratına çarptığı “halkların uluslararası kardeşliği”nden bile daha anlamsız ve içeriksiz bir kelime haline geliyor. Uzun zamandır, en gergin anlarda bile (Belçika’daki madenci grevi, İngiltere’deki liman işçileri grevi, Amerikan araba sanayisinde siyah işçilerin kalkışmaları, 1968 Fransız Genel Grevi gibi) gerçek bir enternasyonal dayanışma gerçekleşmedi ve her proleter ve “komünist” partinin kendi özel sorunlarını kendi başına çözmesi gerektiği ve kendi sorunlarının ancak kendileri tarafından çözülebileceği söylendiği müddetçe enternasyonal dayanışma mümkün olmayacak. Kısaca her parti kendi “özel” köşesinde, kendi milletinin, milli kurumları ve geleneklerinin, milli iktisadın ve kutsal milli “sınırların” savunucusu olduğu müddetçe enternasyonal dayanışma imkansızdır. Zaten “yeni partilerin” dünyaya mesajı barışçıl birlikte varoluş ve kapitalizm ve “sosyalizm” arasında rekabetçi bir yarışsa, lafta kalmayan, “fiili” enternasyonalizmin (Lenin) ne faydası olur? Tüm belirgin özellikleriyle tamamen hayata dönmüş bir proleter hareket, ancak kurtuluşun tüm ülkelerde tek bir yolu olduğu ve aynı eşsiz ve bütünleşik bir doktrine, programa ve pratik eylem normlarına sahip tek bir parti olabileceği kabul edildiğinde tekrar sahneye çıkacaktır. Parti, kafa karıştırıcı ve birbiriyle çelişkili bir fikirler toplamından ziyade “farklı mesleki kategorilere ve milletlere dahil olan muhtelif proleter grupların çıkarlarından doğan özel tavırların hepsinin açık ve organik şekilde aşılmasıyla dünya devrimi için çalışan birleşik bir gücü” temsil eder (Parti Siyasi Platformu, 1945). Komünist hareketin enternasyonal devrimci görevlerini reddedişi aynı şiddette, sömürge halkların emperyalist baskıya karşı isyancı mücadelelerine dair klasik Marksist pozisyonların tamamen ve utanç verici şekilde tek edilişinde gözler önüne seriliyor. Bu mücadeleler İkinci Dünya Savaşı sonrasında giderek şiddetli bir nitelik kazanırken emperyal metropollerin proletaryası gerçekten korkakça bir şekilde burjuva “yeniden yapılanma” kervanına itildi. 1920’de sömürge halkların savaş sonrası dönemde emperyalizmi sarsan silahlı mücadeleleri karşısında Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi ve Birinci Doğu Halkları Kongresi kapitalist metropollerde sosyal ayaklanma yenilgiciliğini sömürge ve yarı sömürgelerde milli kalkışmalarla birleştiren tek bir dünya strajisinin büyük perspektifini ortaya koydu. Siyasi olarak genç sömürge burjuvazisinin yönettiği bu milli kalkışmalar, milli birlik ve bağımsızlık gibi burjuva hedeflerin peşinde gerçekleştirse de siyasi güçlerin bağlaşımı “Dünya çapında proletarya diktatörlüünü gündeme getirmişti”: bir yandan geniş işçi ve köylü kitlelerinin başında bulunacak siyasi ve örgütsel olarak bağımsız genç komünist partilerin faal müdahalesi, diğer yandan metropol proletaryasının sömürgeciliğin kalelerine karşı taarruzu milli-devrimci partileri etkisiz hale getirerek burjuva devrimi olarak başlayan kalkışmaları proleter devrime dönüştürme imkanını ortaya çıkarmıştı. Bunların hiçbiri Marx’ın temel hatlarını çizdiği ve 1917’de yarı-feodal Rusya’da Bolşeviklerin uyguladığı sürekli devrim şemasıyla çelişmiyordu. Bu stratejinin en önemli noktası “daha medeni”, yani ekonomik olarak daha ileri ülkelerin devrimci proletaryasıydı. Zira yalnızca onların zaferi ekonomik olarak daha geri ülkelerin bu tarihsel zaafı aşmalarını mümkün kılabilirdi. İktidarı aldıktan sonra üretim araçlarının hakimi haline gelen metropol proletaryası eski-sömürgelerin ekonomisini, kapitalizmin meylettiği gibi birleşik fakat baskı, işgal, soykırım ve sömürü içermeyen bir “dünya iktisadi planı” çerçevesine dahil edebilirdi. Böylelikle, “muzaffer devrimlerin gerçekleştiği ülkelerin anlık çıkarları, dünya çapında devrimin genel çıkarlarına tabi olduğu” için, sömürge halklar kapitalist aşamanın, en gelişmiş ülkelerle kıyaslanabilir bir seviyeye gelmek için daha da korkunç şekilde yaşanacak dehşetinden kaçınarak Sosyalizme ulaşabilirlerdi. 1926-27’de Çin Devrimi’nin kaderinin belirlenişinden beri oportünizm bu kudretli yapıdan tek bir tuğla bile bırakmadı. Sömürge ülkelerde, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sözde Komünist partiler, milli bağımsızlık bayrağı altında toplanan muhtelif sınıfların şekilsiz bloğunun parçalanmasını hızlandırmak adına “sömürülen kitlelere önderlik etmek” bir yana, yerli burjuvazilerin ve hatta “anti-emperyalist” feodal sınıf ve hükümdarların hizmetine girdiler veya iktidara geldikleri durumlarda anayasal, parlamenter ve çokpartili demokrasinin siyasi programını savundular ve “mülkiyet sorununa öncelik vermeyi”, veya en azından (sanayi ve ticari burjuva mülkiyetine ve dolayısıyla emperyalizme temelden bağlı olan) devasa tarım alanlarına hibesiz el koymayı “unuttular”. Genç, mücadelede sertleşmiş ve fazlasıyla yoğunlaşmış yerel proletarya ise, bir kere olsun, sermayenin hükmünden birlikte kurtulmak için yüzlerce yıldır sefalet koşullarında yaşayan köylü ve yarı-proleter kitlelerin öncüsü olarak sunulmadı. Bu sırada emperyalist metropollerde Komünist partiler şiddetli devrim ve proletarya diktatörlüğü ilkelerine sırt çevirdiler. Cezayir Savaşı sırasında Fransa’da ve Vietnam Savaşı sırasından Amerka’da, kendilerini “barış ve müzakere” çağrıları yapmak ve yeni kurulan ülkelerin “eşitliği ve bağımsızlığının resmen tanınmasını” talep etmekle sınırlandırarak İkinci Enternasyonal reformistlerinden bile daha aşağı battılar. Üçüncü Enternasyonal bu yaklaşımı “Sosyalist kılıklı demokratik burjuvazinin” ikiyüzlü sloganı olarak tanımlamıştı. Çifte devrimler üzerine Marksist bakış açısının bu şekilde tamamen kaybedilmesinin sonucu, (ceremesini hep milyonlarca proleterin ve fakir köylünün çektiği) büyük ve sıklıkla kanlı devrimlerin barındırdığı devasa devrimci olanağın ziyanı oldu: şimdi resmi olarak bağımsız olan ülkelerde yozlaşmış, açgözlü ve asalak burjuvaziler iktidara geldiler ve sömürülen kent ve kır kitlelerinin ortaya koyduğu tehlikeyi göz önünde bulundurarak dünün “düşmanı” emperyalizmle yeni ittifaklar kurmaya fazlasıyla hevesliler. Eski emperyal merkezlerin sermayesi ise rezil şekilde bu ülkelerden kovulduktan sonra basitçe eski sömürgelere arka kapıdan giriyor ve “Yardım”, borç ve hammadde ve imalat ticareti aracılığıyla bu badireyi kayıpsız atlatıyor. Aynı zamanda emperyalizmin kalelerinde proleter ve komünist devrimci hareketin geçirdiği felç durumunun bir sonucu olarak, küresel yasalcı ve pasifist reformizm batağından tek çıkışın hayali köylü ve halk devrimleri olduğunu iddia eden yozlaşmış Maocu, Castrocu ve Guevaracı teoriler tarihsel bir haklılık iddia edebiliyorlar. Oysa ki tüm bunlar hayati önem taşıyan enternasyonalizmin terk edilmesinin önlenemez sonuçlarıdır. Lakin nasıl ki (Moskova ve Beijing’e bağlı partilerin vazgeçtiği) enternasyonalizm, giderek küreselleşen bir ekonomi ve değişim sisteminde bulunan kökleri aracılığıyla ve (sömürgelerde tüm sınıfların birleşik cephesini teşvik eden, sanayileşmeyi ve siyasi ve toplumsal yapıların hızla dönüşümünü dayatan) milli esaretin ortadan kalkmasıyla tekrar yükselecekse, Sınıf Savaşı ve Proletarya Diktatörlüğü de engellenemez olarak ve her yerde yeniden gündemde olacaktır. Bu, bugünün Enternasyonal Komünist Partisi’nin görevinin, sözde Üçüncü Dünya’nın büyüyen çalışan sınıflarının Komünist devrimin dünya ordusunda hak ettikleri yeri almalarını mümkün kılacak şekilde kaderlerini iktidardaki toplumsal katmanlardan nihai olarak ayırmalarına katkı sağlamak olduğunu gözler önüne sermektedir. Programatik düzeyde, sosyalizm kavrayışımız diğer herkesinkinden şiddetli bir devrimle öncelenmesi, burjuva devletin tüm kurumlarının yok edilişi ve eski rejime karşı proleter saldırıları hazırlayan, yoğunlaştıran ve zafere taşıyan tek bir partinin güdümünde karşıt bir yönde kullanılacak yeni bir devlet aparatının yaratılması gereksinimini ifade etmesiyle ayrılır. Lakin, kapitalizmden Sosyalizme siyasi bir devrim gerçekleşmeden, yani demokrasi yok edilmeden kademeli ve barışçıl bir geçiş fikrini nasıl reddediyorsak, devrimin görevlerini mevcut devlet iktidarını yıkmakla sınırlı tutan anarşist yaklaşımı da reddediyoruz. Geleneksel marksizm siyasi devrimin yeni bir toplumsal çağın başlangıcını ifade ettiğini savunur, dolayısıyla bu sürenin temel aşamalarını tanımlamak önem taşımaktadır. Siyasi olarak bu aşama Proletarya Diktatörlüğü ile nitelendirilir; iktisadi olarak ürünlerin ticari dağıtımı ve büyük çapta sanayide olmasa da bazı sektörlerde, özellikle de tarımda bir miktar ufak üretim gibi özellikle kapitalizmle ilişkili biçimler varlıklarını sürdürürler. Proleterya iktidarı bu olguları ancak despotik önlemler alarak, yani zaten toplumsal ve kolektif bir doğadaki sektörlerin hepsini (büyük çapta sanayi, tarım ve ticaret, ulaştırma vb.) kendi kontrolü altına alıp ve özel ticaretten bağımsız, ama yine de en azından başta ticari bir kritere göre işleyen devasa bir dağıtım ağı kurarak aşabilirler. Öte yandan bu aşamada, her türlü makul beklentinin aksine iktidardan düşürülen sınıf silahlı direnişten vazgeçmediği takdirde, askeri mücadelenin ödevleri, toplumsal ve ekonomik yeniden yapılanmaya ağır basar. Bu aşamanın süresi bir yandan kapitalist sınıfın devrimci proletaryaya çıkartacağı zorluklara, diğer yandan her sektör ve ülkede erişilmiş iktisadi ve sosyal duruma göre gereken ve dolayısıyla gelişmiş ülkelerde daha kolay olan yeniden yapılanma çalışması miktarına bağlıdır. İkinci aşama diyalektik olarak ilkinden türer ve şu özellikleri gösterir: ufak üretim sektörü varlığını sürdürse de Proleter devlet artık brüt değiştirilebilir ürünü kontrol etmektedir. Bu koşullar parasal olmayan dağıtıma geçmeyi mümkün kılsalar da ürünlerin üreticilere dağıtımı hala yapılan iş karşılığında, çalışılan süreyi belgeleyen emek fişleri kullanılarak gerçekleştirilir. Bu sistem, ücretli emekçilerin kazanımlarının emek güçlerine bağlı olduğu ve bireysel hayatlar ve toplumun zenginliği arasında uçurum olan kapitalizmden ciddi şekilde farklıdır. Bunun nedeni Sosyalizmde, elinden gelen herkesin çalışma yükümlülüğü ve kapitalizmde proletaryaya düşman bir güç olan ilerlemelerin anında tüm türün kurtuluşunun bir aracı haline getirilmesi haricinde ihtiyaçlar ve onların karşılanması arasındaki engellerin ortadan kalkacak olmasıdır. Buna karşın burjuva toplumundan miras kalan kimi olgular sürmektedir: “Üretici, topluma bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, başka bir biçimde ondan geri alır. Besbelli ki, burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimini düzenleyen ilkenin aynıdır (...) Demek ki, meta değişiminde eşdeğer değişimi yalnızca ortalama olarak varolduğu, tek tek durumlarda olmadığı halde, ilke ile pratiğin ortak çekişme içersinde olmamasına karşın, eşit hak, burada, hâlâ özü itibarıyla burjuva haktır. Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hâlâ burjuva sınırlar içersinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik, ölçümün eşit bir ölçüt ile, emek ile yapılması olgusudur”. (Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi). Herşeyden önce iş hala toplumsal bir kısıtlayıcı olarak varlığını sürdürür ama çalışma koşulları iyileştikçe giderek daha az baskıcı hale gelir. Öte yandan Proleter devletin üretim araçlarını elinde tutması, (tüm faydasız ve anti-sosyal ekonomik sektörlerin ortadan kalkması için geçiş aşamasında başlayan sürecin tamamlanmasından sonra), kapitalizm altında ihmal edilen sektörlerin, özellike konut ve tarımın daha hızlı şekilde geliştirilmesini mümkün kılar: dahası üretim aparatının coğrafi şekilde yeniden yapılanmasını mümkün kılar ki bu kent ve kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması ve kıtasal düzeyde büyük üretim birimlerinin oluşturulmasının yolunu açacaktır. Proleter devletin elindeki fiili sanayi üretim tekeli nedeniyle, küçük üreticilerin de çıkarları onları daha gelişmiş ve yoğunlaşmış üretim biçimleriyle sürekli daha yakın ilişkilenmeye yönlendirecektir. Son olarak tüm bu ilerlemeler, bir yandan kadınları üretken olmayan ev işlerine hapseden, diğer yandan geniş sayıda üreticiyi yalnızca kol emeğiyle yapılan faaliyetlerle sınırlandırıp entellektüel çalışma ve bilimsel bilgiyi tek bir toplumsal sınıfın imtiyazı kılan genel koşulların ortadan kalmış olmasını gerektirmektedirler. Dolayısıyla üretim araçlarıyla farklı sınıfsal ilişkiler kurulmasının ortadan kalkmasıyla, belirli insan gruplarına sabit toplumsal görevler verilmesinin de ortadan kalkması olanağı ortaya çıkar. Varlığını borçlu olduğu bu görevleri yerine getirdiği ölçüde, devlet kapitalizmi geri getirme teşebbüslerini engelleme ve bastırma işlevini aşarak bir devlet, yani insanlar üzerinde bir hüküm olarak var olmaktan çıkmaya ve işleri idare etmek için basit bir aygıta dönüşmeye başlar. Bu sönümlenme belirgin toplumsal sınıfların ortadan kalkmasına bağlıdır ve dolayısıyla küçük üreticiler, yani köylüler ve zanaarkarlar tamamen sanayi üreticileri haline geldikleri zaman gerçekleşir. Dolayısıyla Marx’ın şu şekilde ifade ettiği komünizmin üst aşamasına ulaşırız: “Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra - ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”. Bu büyük tarihsel sonuç, yalnızca kapitalist toplum altında insanlığa reva görülen huzursuzluğa ve “genel, özel ve daimi” güvensizliğe (Babeuf) neden olan insanlar arasındaki karşıtlıkların yok oluşunu yol açmakla kalmaz, ayrıca insan güçlerinin bir insan faaliyeti olarak gelişiminin ilk defa kendinde bir amaç olmasıyla Engels’in “zorunluluk devrinden özgürlük devrine geçiş” olarak tanımladığı toplumun doğa üzerinde gerçek bir hakimiyet sağlaması durumunun temel koşuludur. Geleneksel teorik düşüncenin “varoluş ve öz arasında, nesneleşme ve öz-olumlama, özgürlük ve zorunluluk, birey ve tür arasındaki” (Marx) tüm zıtlıkların çözümünü sağlayacak olan bu toplumsal pratiktir ve komünizm böylelikle bilimsel sosyalizmin kurucularının ona yaptığı “tarihin gizeminin çözümü” tanımının hakkını verecektir.
KOMÜNİST PARTİNİN DÜNYA ÖLÇEĞİNDE YENİDEN İNŞAASI Siyasi devrimin sürekliliğini sağlamayı gerçekten başarabilecek bir proleter siyasi partinin ulusal ve uluslararası ölçekte yeniden inşaası ancak gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerdeki proletaryanın öncü güçleri yukarıda sıralanan hayati görüşler temelinde durduğunda tarihsel bir olgu olarak gerçekleşecektir. Geleneksel komünizm, sol radikalizmin muhtelif tonlarının hepsinden, modern toplumun evriminin proletaryanın kendisini devrimci bir parti olarak teşkil etmesini önlediği fikrini reddederek ayrılır. Kapitalist hükmün azımsanamayacak derecede faşist olan mevcut evresinde burjuva partiler arasındaki siyasi mücadeleleri tüketen kanunların proletarya için geçerli olmadığını savunur. Aksine, tam da eski klasik Sol ve Sağ kanatlar arasında, liberalizm ve otoriterlik arasında ve Faşizm ve Demokrasi arasında herhangi gerçek bir karşıtlığı kalmamasının, kararlı bir komünist ve devrimci partinin gelişimi için en uygun tarihsel temeli teşkil ettiğini iddia eder. Bu ihtimalin gerçekleşmesi, yalnızca herhangi bir formda kısa süreli bir açık krizin patlak vermesine değil, ayrıca genişleme ve refah dönemlerinde bile toplumsal çelişkilerin nesneler olarak yoğunlaşmasına bağlıdır. Bundan en ufak şüphe düyan, tarihsel Komünist devrim ihtimalinden de şüphe duymuş olur. Bu tavır, Üçüncü Enternasyonal’in yozlaşmasının, İkinci Emperyalist Savaş’ın ve ardından kapitalizmin dünya genelinde yayılımı ve güçlenmesinin yarattığı geri çekilmenin derinliğiyle açıklanabilir. Sermayenin, “mezar kazıcılarının” zihinlerindeki geçici zaferinin bir yansımasından ibarettir. Öte yandan rejime ebedi yaşam bahşetmek bir yana, bu zaferin önüne set çekmek suretiyle de olsa tarihin en şiddetli devrimci patlamasının koşullarını hazırlar. Partinin gelişebilmesi için, pek çok anti-Stalinist muhalefet grubunun “demokratik merkeziyetçilik” adına savunduğu resmi kurallar biçimine uymaması gerekir. Zira bu kurallar, partinin doğru yönelime sahip olabilmesi için, düşüncelerin ve proleter “tabanın” iradesinin özgürce ifade edilmesi ve kimin hangi düzeyde ne sorumluluk alacağına karar verme yöntemi olarak demokratik kurallara ve seçim kriterlerine saygı duyulması gerektiği inancına dayanırlar. Muhalif hareketlerin boğulmasının ve usuli düzensizliklerin gerçekten de (Rusya’da ve başka yerlerde) devrimci Komünist geleneğin tasfiye edilmesine hizmet ettiğini inkar etmesek de, partimiz her zaman bu tasfiyeyi özü itibariyle bir programın ve bir taktiğin tasfiyesi olarak tanımlamıştır. Troçkistlerin umduğu üzere sağlam örgütsel normlara dönülmesi bunu engellemek için pek etkili olmazdı. Aynı şekilde, demokratik mekanizmanın yaygın ve düzenli kullanımını içerecek bir tüzüğe dayanmaktan ziyade, devrimci mücadelenin araç ve amaçlarının açık ve tavizsiz tanımına inanmayı tercih ediyoruz. Parti, içsel organlarını, “ilmihal”ini tereddütsüz yerine getireceğini yeteri kadar kanıtlamış kişileri seçerek yaratmak durumundadır, bunu yapmazsa Parti değildir. Her halükarda önemli olan içsel işleyişin örnek bir temsilinden ziyade seçilme sürecidir. Partimizin hep demokratik merkeziyetçilik formülünün karşısına koyduğu “organik merkeziyetçilik” formülünün içeriği budur. Organik merkeziyetçilik tek bir temel unsura dayanır: çoğunluğun değil programın; bireysel fikirlerin değil hareketin tarihsel ve ideolojik geleneğinin esas alınması. Bu kavrayışa tekabül edecek şekilde, belki bireysel ve kolektik özgürlüğün omurgasız destekçilerinin komitelerin veya hatta bireylerin diktatörlüğü olarak tanımlayacağı fakat aslında devrimci bir örgüt olarak Partinin varoluşunun olmazsa olmaz koşulunu, yani ilkelerin diktatörlüğünü gerçekleştiren bir içsel yapılanma ortaya çıkar. Bu koşullarla birlikte, tabanın merkezin kararlarına disiplini asgari sürtünme ile gerçekleşir ve bireylerin topyekün bir diktatörlüğü ancak, -Stalin’in zaferinden bile önce Enternasyonal’de olduğu üzere- partinin taktikleri programdan koptuğunda gerekli olur. Dolayısıyla doğal olarak ideolojik netleşme safhasından türeyen ideolojik propaganda, iktisadi hareketlere katılmaktan ayrılamaz. Sendikal “zaferler” asla nihai hedef olarak görülemese de onlara katılmak iki nedenden dolayı önem taşır: 1) sendikaların ve onları kontrol eden sınıf işbirlikçi partilerin tahminlerini, yaklaşımlarını ve yöntemlerini acımasızca eleştirerek bu hareketleri gerçek devrimci hazırlık için elzem deneyimler edinmenin bir aracı haline getirmek ve 2) daha ileri bir aşamada canlı deneyimin bir sonucu olarak, hareketlerin tüm amaçlarını gerçekleştirmeye iterek birleşmelerini ve devrimci şekilde aşılmalarını sağlamak. Geçtiğimiz on yıllarda resmi sendikalara giderek mücadeleleri birleştirme ve genelleştirme çabalarına daha da kapalı ve tabanın istek ve ihtiyaçlarına daha da duyarsız hale geldiler. Sonuç olarak en iyi ve en etkili mücadeleler büyük sendika federasyonlarından kopan ve onların kontrolü dışında gerçekleşenler oldu. Böylesi mücadelelerden doğan örgütler proletarya için değerli bir deneyim zenginliği teşkil ediyorlar ve bu yüzden Partimiz bu girişimleri bütün olanaklarıyla destekledi ve destekliyor. Sınıfın resmi sendika politikasını (misal işçilerin yaygın şekilde hoşnutsuz olduğu ve büyük iktisadi mücadelelerin gerçekleştiği anlarda) tekrar sınıf temeline oturması ihtimali hala mevcut olsa da bugün bu örgütler proleter ekonomik mücadele araçlarından ziyade işçi sınıfı içerisinde faaliyet gösteren burjuva devlet kurumları gibi görünüyorlar. Mevcut dönemde, Parti gelişimine dair her sorun enternasyonal sosyalist harekette eşi benzeri görülmemiş bir ideolojik ve pratik kriz bağlamında var oluyor. Bu böyle olsa da, geçmiş deneyim şu kanunu oluşturmak için yeterli: işçi sınıfının saldırgan gücünün yeniden inşası Marksizmin bir revizyonu ile, bir güncellemesi ile veya sözde yeni bir doktrinin “icadı” ile sağlanamaz. Aksine, ancak İkinci Enternasyonal’in sapmaları karşısında Bolşeviklerin sıkıca sarıldığı ve Üçüncü Enternasyonal’in sapmaları karşısında sürekliliği İtalyan Marksist Solu tarafından sağlanan özgün Marksist programın restorasyonunun bir meyvesi olabilir. Komünizm nerede ve ne zaman yükselecek olursa olsun, geleceğin enternasyonal hareketi ister istemez bu akımın verdiği kavganın tarihsel varış noktası olacak ve muhtemelen bu akım fiziksel olarak da önemli bir rol oynayacak. Bu nedenle mevcut dönemde embriyonik enternasyonalin yeniden inşaası ancak tek bir biçim alabilir: Enternasyonal Komünist Partisi’nin program ve faaliyetlerine katılım ve onunla demokratizmin her türünden azade, organik merkeziyetçiliğin ilkelerine dayanan örgütsel bağların kurulması. Bugünün toplumu için komünizm mutlak ve dünya çapında bir gerekliliktir. Er ya da geç, proleter kitleler devasa bir devrimci dalga ile kapitalizmin şatolarını kuşatacaktır. Bu şatoların yıkımı ve proletaryanın zaferi ancak sınıf partisinin yeniden inşaası eğilimi derinleşir ve tüm dünyaya yayılırsa gerçekleşebilir. Proletaryanın dünya partisinin kurulması, komünist devrimin zaferini isteyen herkesin hedefi budur ve burjuva enternasyonalinin birleşik güçleri şimdiden buna karşı savaşmaktalar. |