Enternasyonal Komünist Partisi Bölünmez ve Değişmez Parti Tezleri Bütünü


Demokratik İlke
(Rassegna Comunista, Şubat 1922)



Komünizm sorunlarının teşhirinde belirli terimlerin kullanılması, bu terimlerin verilebileceği farklı anlamlar nedeniyle çok sık belirsizliklere neden olmaktadır. Demokrasi ve demokratik kelimelerle durum böyledir. Marksist komünizm ilkesel açıklamalarında kendisini bir demokrasi eleştirisi ve yadsıması olarak sunar; yine de komünistler genellikle proleter örgütlerin demokratik karakterini (işçi meclisleri, sendikalar ve partinin devlet sistemi) ve içlerindeki demokrasi uygulamasını savunurlar. Bunda kesinlikle bir çelişki yoktur ve "ya burjuva demokrasisi ya da proleter demokrasi" ikileminin, "ya burjuva demokrasisi ya da proleterya diktatörlüğü" formülüne mükemmel bir eşdeğer olarak kullanılmasına itiraz edilemez.

Burjuva demokrasisinin önermelerinin Marksist eleştirisi aslında modern toplumun sınıfsal karakterinin tanımına dayanmaktadır. Siyasal eşitliği toplumun üretim şeklinin doğası gereği belirlenen toplumsal sınıflara bölünmesiyle bağdaştırıyormuş gibi yapan bir sistemin teorik tutarsızlığını ve pratik aldatmacasını ortaya koymaktadır.

Liberalizm teorisine göre oy kullanma hakkıyla ifade edilen özgürlük ve siyasi eşitliğin, temel ekonomik koşulların eşitsizliğini dışlayan bir temel dışında hiçbir anlamı yoktur. Bu nedenle biz komünistler proletaryanın sınıf örgütleri içinde uygulanmalarını kabul ediyor ve demokratik bir şekilde işlemeleri gerektiğini düşünüyoruz.

Ancak demokrasi, yıkmak için yoğun çaba sarf ettiğimiz oldukça çağrışımlı bir kavramdır ve yanlış anlamalara yol açmamak için her iki durumda da farklı bir terim kullanmak arzu edilir görünebilir. Bunu yapmasak bile, hem genel olarak hem de homojen sınıf organlarına uygulanmasında demokratik ilkenin içeriğine biraz daha yakından bakmak faydalı olacaktır. Bu, demokratik ilkeyi yeniden mutlak bir hakikat ve adalet ilkesine yükseltme tehlikesini ortadan kaldırmak için gereklidir. Böyle bir önkabülcülüğe geri dönüş, tam da eleştirimiz aracılığıyla "liberal" teorilerin aldatıcı ve keyfi içeriğini süpürmeye çalıştığımız anda, tüm teorik çerçevemize yabancı bir unsur ortaya çıkartacaktır.


* * *

Teorik bir hata her zaman siyasi taktik hatasının kökeninde yer eder. Başka bir deyişle, taktik hatanın kolektif eleştirel bilincimizin diline çevrilmesidir. Velhasıl sosyal-demokrasinin zararlı siyaseti ve taktikleri, sosyalizmi liberalizmin eski spiritüalist doktrinlere karşı savunduğu doktrinin önemli bir kısmının mirasçısı olarak sunan ilkesel hatasında yansımasını bulur. Gerçekte, demokratik liberalizmin eski rejimin aristokrat ve mutlak monarşilerine karşı yükselttiği eleştiriyi kabul etmek ve tamamlamak bir yana, Marksist sosyalizm ilk formülasyonlarında onu tamamen yıktı. Bunu, burjuva devrimcilerinin Voltaireci materyalizmine karşı spiritüalist ya da idealist doktrini savunmak için değil, burjuva materyalizminin teorisyenlerinin, Ansiklopedistlerin siyaset felsefesinin kendilerini sosyoloji ve siyasete uygulanan metafiziğin ve idealist saçmalığın sislerinden kurtardığını hayal ettiklerinde gerçekte sadece kendilerini nasıl kandırdıklarını göstermek için yaptı. Aslında, tüm selefleri gibi, Marx’ın tarihsel materyalizminin sağladığı toplumsal ve tarihsel olguların gerçekten nesnel eleştirisine teslim olmak zorunda kaldılar.

Savımıza dönecek olursak, sosyalist demokrasi eleştirisinin özünde eski siyasi felsefelerin demokratik eleştirisinin bir eleştirisi, sözde evrensel karşıtlıklarının bir inkârı, teorik benzerliklerinin bir göstergesi olduğunu göstereceğiz; tıpkı pratikte, toplumun yönetimi feodal, monarşik ve dini soyluların elinden genç ticaret ve sanayi burjuvazisinin eline geçtiğinde proletaryanın kutlama yapmak için çok az nedeni olması gibi. Ve yeni burjuva felsefesinin despotik rejimlerin eski hatalarının üstesinden gelmediğinin, ama kendisinin yalnızca yeni safsatalardan oluşan bir yapı olduğunun teorik olarak gösterilmesi, somut olarak, oy hakkının ve parlamenter demokrasinin getirilmesi sayesinde, burjuvazinin toplumun yönetimini sonsuza kadar barışçıl ve sonsuza kadar mükemmelleştirilebilir bir temel üzerine kurduğu iddiasının yadsınmasını içeren proletaryanın devrimci hareketinin ortaya çıkmasına karşılık geldi.

Spiritüalist kavramlara ve hatta dini vahye dayanan eski siyasi doktrinler, insanların bilincini ve iradesini yöneten doğaüstü güçlerin, kolektif varlığı yönetme ve idare etme görevini belirli bireylere, ailelere veya kastlara verdiğini ve onları ilahi bir hakla "otorite" deposu haline getirdiğini iddia ediyordu. Burjuva devrimi sırasında kendini ortaya koyan demokratik felsefe, buna karşı ister soylu, ister din adamı, ister halktan olsun, tüm yurttaşların ahlaki, siyasi ve hukuki eşitliğinin ilanını ortaya attı. "Egemenliği" kast ya da hanedanlığın dar alanından, yurttaşların çoğunluğunun kendi iradesine göre devletin liderlerini belirlemesine izin veren oy hakkına dayalı evrensel halk istişaresi alanına aktarmaya çalıştı.

Tüm dinlerin rahipleri ve spiritüalist filozoflar tarafından bu son anlayışa karşı fırlatılan şimşekler, bu siyasi felsefenin "rasyonalizmi" uzun bir süre boyunca sosyal bilimde ve siyaset sanatında son söz gibi görünse ve birçok müstakbel sosyalist onunla dayanışma içinde olduğunu ilan etse bile, hakikatin karanlıkçı yanılgıya karşı kesin zaferi olarak tanınması için yeterli değildir. Toplumsal hiyerarşisini seçmenlerin çoğunluğunun rızasına dayandıran bir sistemin "ayrıcalık" çağının sonunu getirdiği iddiası, toplumsal olguların doğasına tamamen farklı bir ışık tutan Marksist eleştiriye dayanamaz: ve bu iddia, ancak her bir oyun, yani her bir seçmenin yargısının, görüşünün, bilincinin, kolektif işin yönetimini belirlemede aynı ağırlıkta bir delege gücüne sahip olduğu baştan kabul edilirse çekici bir mantıksal yapı gibi görünen bir iddiadır. Bu anlayışın gerçekçi ve materyalist olmadığı zaten açıktır, çünkü her bir bireyi potansiyel olarak eşdeğer birçok birimden oluşan bir sistem içinde mükemmel bir "birim" olarak görür; ve bireyin görüşünün değerini onun çok çeşitli varoluş koşulları, yani başkalarıyla ilişkileri ışığında değerlendirmek yerine, bu değeri bireyin "egemenliği" hipotezi önkabülüyle varsayar. Yine bu, insanların bilincinin, varoluşlarının olgularının ve maddi koşullarının somut bir yansıması olduğunu inkar etmek anlamına gelir; bunun yerine onu, tanımlanamayan yüce bir yaşam bahşedicisi tarafından her organizmada - sağlıklı ya da bozuk, işkence görmüş ya da tüm ihtiyaçları uyumlu bir şekilde karşılanmış - aynı ilahi adaletle tutuşturulmuş bir kıvılcım olarak görür. Demokratik teoride, bu yüce varlık artık hükümdarı atamamakta, aksine herkese bunu yapmak için eşit bir kapasite bahşetmektedir. Rasyonalist cephesine rağmen demokratik teori, Katolik ahiret doktrinine göre insanlara ya lanetlenmeyi ya da kurtuluşu kazandıran "özgür irade "den daha az çocukça olmayan bir metafizik önermeye dayanır. Kendisini zamanın ve tarihsel olumsallıkların dışına yerleştirdiği için, demokratik teori, aynı derecede hatalı olan vahiy ve ilahi hakla monarşi felsefelerinden daha az spiritüalizmle lekelenmemiştir.

Bu karşılaştırmayı daha da genişletmek için, Fransız Devrimi’nden ve insan ve yurttaş haklarının ilanından yüzyıllar önce, demokratik siyasi doktrinin idealizm ve metafizik felsefe alanında kararlı bir şekilde tavır alan düşünürler tarafından ilerletildiğini hatırlamak yeterlidir. Dahası, Fransız Devrimi Hristiyan tanrısının sunaklarını akıl adına devirdiyse, bu sadece aklı yeni bir tanrısallık haline getirmek içindir.

Marksist eleştiriyle bağdaşmayan bu metafizik önkabul, yalnızca burjuva liberalizminin inşa ettiği doktrinin değil, aynı zamanda belirli toplumsal ve devlet ilişkileri şemalarının "içsel değerine" dayanan tüm anayasal doktrinlerin ve yeni bir toplum planlarının da karakteristik özelliğidir. Marksizm kendi tarih doktrinini inşa ederken aslında ortaçağ idealizmini, burjuva liberalizmini ve ütopik sosyalizmi tek bir darbeyle yıkmıştır.


* * *

İster aristokratik ya da demokratik, ister otoriter ya da liberal olsun, toplumsal anayasaların bu keyfi kurgularına ve benzer hatalara dayanan hiyerarşisiz ya da yetki devrinin olmadığı anarşist toplum anlayışına karşı, komünist eleştiri, insanlık tarihi boyunca karmaşık evrimleri içinde toplumsal ilişkilerin doğası ve nedenlerinin çok daha kapsamlı bir incelemesini yaptı, mevcut kapitalist çağdaki özelliklerinin dikkatli bir analizini ortaya attı ve bundan sonraki evrimleri hakkında bir dizi mantıklı hipotez çıkardı. Buna şimdi Rusya’daki proleter devrimin muazzam teorik ve pratik katkısı eklenebilir.

Burada ekonomik determinizmin iyi bilinen kavramlarını ve tarihsel olayları ve toplumsal dinamiği yorumlamada kullanılmasını haklı çıkaran argümanları geliştirmek gereksiz olacaktır. Muhafazakarlar ve ütopyacılar arasında yaygın olan önkabüller, üretim, ekonomi ve bunların belirlediği sınıf ilişkilerinden kaynaklanan faktörlerin analiziyle ortadan kaldırılır. Bu, toplumsal yaşamın çeşitli tezahürlerini oluşturan hukuki, siyasi, askeri, dini ve kültürel olguların bilimsel bir açıklamasını mümkün kılar.

Kendimizi, yalnızca tüm bireyleri bir araya getiren bir kolektivitenin soyut bir temsili olan devlette değil, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkilerden doğan diğer örgütlenmelerde de, toplumsal örgütlenme ve insanların gruplandırılması biçiminin tarihsel evriminin kısa bir özetini yapmakla sınırlayacağız.

İster genişletilmiş ister sınırlı olsun, her toplumsal hiyerarşinin yorumlanmasının temeli farklı bireyler arasındaki ilişkilerdir ve bu ilişkilerin temeli bu bireyler arasındaki görev ve işlevlerin bölünmesidir.

İnsan türünün başlangıçta tamamen örgütlenmemiş bir biçimde var olduğunu ciddi bir yanılgıya düşmeden hayal edebiliriz. Sayıları hala az olan bu bireyler, teknoloji ya da emek kullanmadan doğanın ürünleriyle yaşayabiliyor ve bu koşullarda hemcinsleri olmadan da idare edebiliyorlardu. Tüm türler için ortak olan mevcut tek ilişki üreme ilişkisiydi. Ancak insan türü için - ve sadece onun için değil - bunlar zaten kendi hiyerarşisine sahip bir ilişkiler sistemi - aile - oluşturmak için yeterliydi. Bu çok eşliliğe ya da tek eşliliğe dayanabilirdi. Burada ayrıntılı bir analize girmeyeceğiz, ancak şunu söylemek yeterli: aile bize, doğrudan fizyolojik faktörler tarafından belirlenen bir görev dağılımına dayanan örgütlü kolektif yaşamın embriyosunu verdi, çünkü anne çocukları besleyip büyütürken, baba kendini ava, yağma elde etmeye ve aileyi dış düşmanlardan korumaya vb. adadı.

Üretim ve ekonominin neredeyse hiç olmadığı bu ilk aşamada ve bunların gelişmekte olduğu daha sonraki aşamalarda, birey-birimle mi yoksa toplum-birimle mi uğraştığımız gibi soyut bir soru üzerinde durmak gereksizdir. Hiç şüphesiz birey biyolojik açıdan bir birimdir, ancak metafizik bir saçmalığa düşmeden onu toplumsal örgütlenmenin temeli haline getiremeyiz. Toplumsal açıdan bakıldığında, her bireysel birim aynı değere sahip değildir. Kolektivite, her bir bireyin statüsü ve faaliyetinin bireysel bir işlevden değil, sosyal ortamın çoklu etkileri tarafından belirlenen kolektif bir işlevden kaynaklandığı ilişkiler ve gruplaşmalardan doğar. Örgütlenmemiş bir toplum ya da toplumsuzluk durumunda bile, sadece aile örgütlenmesini üreten fizyolojik temel, bireyin diğer hemcins birimlerle birleşmekte özgür olan, onlardan farklı ve yine de bir şekilde onlara eşdeğer olmaktan çıkmayan bölünmez bir birim olduğu yönündeki keyfi doktrini çürütmek için yeterlidir. Bu durumda, toplum-birimi de açıkça mevcut değildir, çünkü insanlar arasındaki ilişkiler, başkalarının varlığı gibi basit bir kavrama indirgense bile, son derece sınırlıdır ve aile ya da klan alanıyla sınırlıdır. Dolayısıyla "toplum-birim"in hiçbir zaman var olmadığı ve sınıfların ve devletlerin teşkil ettiği sınırları aşarak daha da yaklaşabileceğimiz bir "limit" dışında muhtemelen hiçbir zaman var olmayacağı gibi açık bir sonuç ortaya koyabiliriz.

Sonuç çıkarabilen ve sosyal yapılar inşa edebilen, hatta toplumu inkar edebilen birey-birimden yola çıkmak, en modern formülasyonlarında bile sadece dini vahiy ve yaratılış kavramlarını ve doğal, organik yaşama bağımlı olmayan bir manevi yaşam kavramını yenilemek anlamına gelen gerçek dışı bir varsayımdan yola çıkmaktır. İlahi yaratıcı - ya da evrenin kaderini yöneten tek bir güç - her bireye, çevrenin fiziksel etkisinden kaynaklanan olumsal faktörlerden bağımsız olarak, sosyal bütünlük içinde bilinç, irade ve sorumlulukla donatılmış özerk, iyi tanımlanmış bir molekül olma temel özelliğini vermiştir. Bu dini ve idealist anlayış, demokratik liberalizm veya özgürlükçü bireycilik doktrininde sadece çok yüzeysel olarak değiştirilmiştir. Yüce Varlıktan gelen bir kıvılcım olarak ruh, her seçmenin öznel egemenliği ya da yasasız bir toplumun yurttaşının sınırsız özerkliği - bunlar, ilk burjuva liberalleri ve anarşistleri ne kadar kararlı bir şekilde "materyalist" olurlarsa olsunlar, Marksist eleştirinin gözünde aynı çocuksu idealizmle lekelenmiş safsatalardır.

Bu anlayış, eşit derecede idealist olan ve türümüzün yaşamını yönetip idare ettiği varsayılan ilahi irade temelinde inşa edilen mükemmel toplumsal birim -toplumsal monizm- hipotezinde karşılığını bulmaktadır. Toplumsal yaşamın ele aldığımız ilkel aşamasına ve orada keşfedilen aile örgütlenmesine dönecek olursak, türün yaşamını ve evrim sürecini yorumlamak için birey-birim ve toplum-birim gibi metafizik hipotezlere ihtiyacımız olmadığı sonucuna varırız. Öte yandan, üniter bir temelde örgütlenmiş bir kolektivite türü, yani aile ile karşı karşıya olduğumuzu kesin olarak söyleyebiliriz. Anarşizm ya da mutlak monarşinin bireyde yaptığı gibi, bunu sabit ya da kalıcı bir tip haline getirmemeye ya da toplumsal kolektivitenin model biçimi olarak idealize etmemeye özen gösteriyoruz. Daha ziyade, insan örgütlenmesinin birincil birimi olarak ailenin varlığını kaydediyoruz, bunu diğerleri izleyecek, kendisi de birçok açıdan değişecek, diğer kolektif örgütlenmelerin kurucu unsuru haline gelecek ya da haklı olarak beklenebileceği gibi, çok gelişmiş toplumsal biçimlerde ortadan kalkacaktır. Kendimizi ilkesel olarak, örneğin devletten yana ya da devlete karşı olmak zorunda hissettiğimizden daha fazla aileden yana ya da aileye karşı olmak zorunda hissetmiyoruz. Bizi ilgilendiren şey, bu tür insan örgütlenmelerinin evrimsel yönünü kavramaktır. Kendimize bir gün yok olup olmayacaklarını sorduğumuzda, bunu nesnel olarak yaparız, çünkü onları kutsal ve ebedi ya da zararlı ve yok edilmesi gereken olarak düşünmek aklımıza gelmez. Muhafazakarlık ve onun karşıtı (yani her türlü örgütlenme ve toplumsal hiyerarşinin yadsınması) eleştirel bir bakış açısından eşit derecede zayıf ve eşit derecede kısırdır.

Böylece "birey" ve "toplum" kategorileri arasındaki geleneksel karşıtlığı bir kenara bırakarak, insanlık tarihi çalışmalarımızda başka birimlerin, toplumsal yaşamın gerçek etkenleri ve ajanları olarak ortaya çıkan, işlevlerin bölünmesine ve hiyerarşiye dayalı yaygın ya da sınırlı insan gruplarının oluşumunu ve evrimini izleriz. Bu tür birimler bir dereceye kadar organik birimlerle, hücreleri farklı işlevleri ve değerleriyle insanlar ya da temel insan grupları tarafından temsil edilebilen canlı organizmalarla karşılaştırılabilir. Ancak bu benzetme tam değildir, çünkü canlı bir organizmanın iyi tanımlanmış sınırları varken ve büyüme ve ölümünün esnek olmayan biyolojik yasalarına uyarken, örgütlenmiş toplumsal birimlerin sabit sınırları yoktur ve sürekli olarak yenilenir, birbirlerine karışır, eşzamanlı olarak bölünür ve yeniden birleşirler. Eğer ilk ve bariz örnek olan aile birimi üzerinde durmayı seçtiysek, bunun nedeni, ele aldığımız bu birimler açıkça bireylerden oluşsa ve bileşimleri gerçekten de değişken olsa bile, yine de organik ve bütünleyici "bütünler" gibi davrandıklarını, öyle ki onları bireysel birimlere ayırmanın gerçek bir anlamı olmadığını ve bir mitle eşdeğer olduğunu göstermek içindi. Aile unsuru, yaşamı kendisini oluşturan bireylerin sayısına değil, ilişkiler ağına bağlı olan bir bütün oluşturur. Kaba bir örnek vermek gerekirse, aile reisi, eşler ve birkaç güçsüz yaşlı adamdan oluşan bir aile, aile reisi ve birçok güçlü genç oğuldan oluşan bir başka aile ile aynı değere sahip değildir.

İnsan evrimi, ilk örgütlü toplumsal form olan aileden yola çıkarak (ki burada işlevlerin bölünmesinin, ilk hiyerarşilerin, ilk otorite biçimlerinin, bireylerin faaliyetlerinin yönlendirilmesinin ve şeylerin idaresinin ilk örneğini buluruz), giderek daha geniş ve karmaşık hale gelen sonsuz sayıda diğer örgütsel formlardan geçer. Bu artan karmaşıklığın nedeni, işlevler arasında sürekli artan farklılaşmadan doğan sosyal ilişkilerin ve hiyerarşilerin artan karmaşıklığında yatmaktadır. Bu sonuncusu, teknoloji ve bilimin, daha yüksek yaşam biçimlerine doğru evrilen daha büyük toplumların ihtiyaçlarını karşılamaya uygun artan sayıda (kelimenin en geniş anlamıyla) ürün sağlamak amacıyla insan faaliyetlerinin emrine sunduğu üretim sistemleri tarafından doğrudan belirlenmektedir. Farklı insan örgütlenmelerinin oluşum ve değişim süreçlerinin yanı sıra toplumun bütünü içindeki ilişkilerin etkileşimini anlamaya çalışan bir analiz, üretici teknolojinin gelişimi kavramına ve bireylerin üretici mekanizmanın gerektirdiği farklı görevler arasında dağılımından doğan ekonomik ilişkilere dayanmalıdır. Hanedanların, kastların, orduların, devletlerin, imparatorlukların, şirketlerin ve partilerin oluşumu ve evrimi bu unsurlar temelinde incelenebilir ve incelenmelidir. Bu karmaşık gelişmenin en üst noktasında, tüm insanlığı kapsayacak ve tüm insanlar arasında rasyonel bir iş bölümü tesis edecek bir tür örgütlü birimin ortaya çıkacağı düşünülebilir. Kolektif yönetimin hiyerarşik sisteminin insan sosyal yaşamının bu daha yüksek biçiminde ne gibi bir öneme ve sınırlara sahip olacağı daha ileri bir tartışma konusudur.


* * *

İç ilişkileri genel olarak "demokratik ilke" olarak adlandırılan şey tarafından düzenlenen üniter yapıları incelemek için, basitlik nedeniyle, hiyerarşileri dışarıdan dayatılan örgütlü kolektiviteler ile kendi hiyerarşilerini içeriden seçenler arasında ayrım yapacağız. Dini anlayışa ve saf otorite doktrinine göre, her çağda insan toplumu, hiyerarşisini doğaüstü güçlerden alan kolektif bir birimdir; ve tüm deneyimimizle çelişen böyle bir metafizik aşırı basitleştirmenin eleştirisini tekrarlamayacağız. Doğal olarak hiyerarşilere yol açan şey, işlevlerin bölünmesinin gerekliliğidir; ve aile örneğinde de durum böyledir. Aile bir kabile ya da sürüye dönüştükçe, diğer örgütlere (rakip kabileler) karşı mücadele edebilmek için kendini örgütlemek zorundadır. Liderlik, toplumsal enerjiyi en iyi şekilde kullanabilenlere emanet edilir ve askeri hiyerarşiler bu ihtiyaca yanıt olarak ortaya çıkar. Ortak çıkara yönelik bu seçim kriteri modern demokratik seçimcilikten binlerce yıl önce ortaya çıkmıştır; krallar, askeri şefler ve rahipler başlangıçta seçimle işbaşına gelmiştir. Zaman içinde, hiyerarşilerin oluşumu için başka kriterler hakim olmuş, miras yoluyla ve hatta kapalı okullara, mezheplere ve tarikatlara kabul yoluyla aktarılan kast ayrıcalıkları ortaya çıkmıştır. Bu evrim, belirli bir rütbeye erişmenin özel yeteneklere sahip olmakla gerekçelendirilmesi durumunda, bu koşulun kural olarak aynı rütbenin aktarımını etkilemek için en elverişli olduğu gerçeğinden kaynaklanmıştır. Burada kastların ve ardından toplum içindeki sınıfların oluşum sürecinin tamamına girmeyeceğiz. Bu sınıfların ortaya çıkışının artık yalnızca işlevsel bir bölünmenin mantıksal gerekliliğine değil, aynı zamanda ekonomik mekanizmada ayrıcalıklı bir konuma sahip olan bazı tabakaların iktidarı ve toplumsal etkiyi tekellerine almaları gerçeğine de tekabül ettiğini söylemek yeterli olacaktır. Öyle ya da böyle, her egemen kast kendi örgütlenmesini, kendi hiyerarşisini oluşturur ve bu durum ekonomik olarak ayrıcalıklı sınıflar için de geçerlidir; örneğin Ortaçağ’ın toprak sahibi aristokrasisi, diğer sınıfların saldırılarına karşı ortak ayrıcalıklarını savunmak için birleşerek, kamu güçlerini nüfusun diğer katmanlarını tamamen dışlayacak şekilde kendi elinde toplayan monarşiyle doruğa ulaşan bir örgütsel biçim inşa etmiştir. Feodal dönemin devleti, din adamları tarafından desteklenen feodal soyluların örgütlenmesiydi. Askeri monarşinin temel baskı unsuru ordu idi. Burada, rütbeleri bahşeden kral olduğu için hiyerarşisi dışarıdan kurulan ve orduda bileşenlerinin her birinin pasif itaati kural olan bir tür örgütlü kolektiviteyle karşı karşıyayız. Her devlet biçimi, bir dizi yürütme hiyerarşisinin örgütlenmesini ve yetkilendirilmesini tek bir otorite altında yoğunlaştırır: ordu, polis, yargı ve bürokrasi. Böylece devlet tüm sınıflardan bireylerin faaliyetlerinden maddi olarak yararlanır, ancak farklı hiyerarşilerini oluşturma gücünü elinde bulunduran tek ya da birkaç ayrıcalıklı sınıf temelinde örgütlenir. Diğer sınıflar (ve genel olarak devletin, iddialarına rağmen, hiçbir şekilde herkesin çıkarlarını garanti etmediğinin çok açık olduğu tüm birey grupları) kendi çıkarlarını hakim kılmak için kendi örgütlenmelerini sağlamaya çalışırlar. Hareket noktaları, üyelerinin üretimde ve ekonomik yaşamda aynı konumda olmalarıdır.

Bizi özellikle ilgilendiren, kendi hiyerarşilerini kendileri sağlayan örgütlere gelince: söz konusu örgütün tüm bileşenlerinin kolektif çıkarlarının savunulmasını sağlamak ve örgüt içinde ayrıcalıklı tabakaların oluşmasını önlemek için bir hiyerarşinin atanmasının en iyi yolunun ne olduğunu sorarsak, bazıları ilkesi tüm bireylere danışmak ve aralarından hiyerarşinin çeşitli düzeylerini işgal edecek olanları seçmek için çoğunluğun görüşünü kullanmak olan demokratik yöntemi önerecektir.

Böyle bir yönteme yönelik eleştirimizin şiddeti, bu yöntemin bir bütün olarak günümüz toplumuna, belirli uluslara uygulanıp uygulanmadığına ya da sendikalar ve partiler gibi çok daha sınırlı örgütlere uygulanıp uygulanmadığına bağlıdır.

İlk durumda, ekonomideki bireylerin durumunu dikkate almadığı ve uygulandığı kolektivitenin tarihsel evrimini dikkate almadan sistemin içsel mükemmelliğini varsaydığı için reddedilmelidir.

Toplumun ekonomik ayrıcalıklarla ayırt edilen sınıflara bölünmesi, çoğunluğun karar alma sürecindeki tüm değerleri açıkça ortadan kaldırmaktadır. Eleştirimiz, modern liberal anayasalardan doğan demokratik ve parlamenter devlet aygıtının tüm yurttaşların çıkarları doğrultusunda tüm yurttaşların bir örgütü olduğunu savunan aldatıcı teoriyi çürütmektedir. Karşıt çıkarlar ve sınıf çatışmaları ortaya çıktığı andan itibaren, örgütlenme birliği olamaz; halk egemenliğinin dış görünüşüne rağmen, Devlet ekonomik olarak egemen sınıfın organı ve onun çıkarlarını savunma aracı olarak kalır. Demokratik sistemin siyasi temsile uygulanmasına rağmen, burjuva toplumu karmaşık bir üniter organlar ağı olarak görünür. Bunların birçoğu ayrıcalıklı katmanlardan kaynaklanır ve mevcut toplumsal aygıtı koruma eğilimindedir; siyasi devletin güçlü merkezi organizması etrafında toplanır. Diğerleri tarafsız olabilir ya da devlete karşı değişen bir tutum sergileyebilir. Son olarak, ekonomik olarak ezilen ve sömürülen katmanlar içinde sınıf devletine karşı olan kesim ortaya çıkar. Komünizm, toplum ekonomiyle ilişkili olarak karşıt sınıflara bölünmüşken, demokratik ve çoğunluk ilkesinin tüm yurttaşlara biçimsel olarak hukuki ve siyasi uygulanmasının, devleti bir bütün olarak toplumun ya da bir bütün olarak ulusun örgütsel birimi haline getirmekten aciz olduğunu göstermektedir. Resmi olarak siyasi demokrasinin iddia ettiği budur; oysa gerçekte kapitalist sınıfın iktidarına, ayrıcalıklarını korumak amacıyla bu belirli sınıfın diktatörlüğüne uygun bir biçimdir.

Bu nedenle, ister aşırı fiziksel emekten bitkin düşmüş bir işçi, ister zengin bir aylak olsun; ister sanayinin kurnaz bir kaptanı olsun, isterse sefaletinin nedenlerini ve bunları düzeltmenin yollarını bilmeyen talihsiz bir proleter, her seçmenin oyuna aynı derecede bağımsızlık ve olgunluk atfeden ve kırk yılda bir ’seçmenin’ görüşünü almak gibi egemen bir görevi yerine getirmenin, devlet politikaları ve yönetimi tarafından mağdur edildiğini ve kötü muamele gördüğünü düşünen herkesin sükunetini ve itaatini sağlamak için yeterli olacağını iddia eden bu hatanın eleştirel yıkımı üzerinde daha fazla ısrar etmemize gerek yok.


* * *

Dolayısıyla demokrasi ilkesinin kendine özgü bir erdemi olmadığı açıktır. Bu bir ilke değil, çoğunluğun haklı, azınlığın haksız olduğu yönündeki basit ve kaba aritmetik varsayıma yanıt veren basit bir örgütsel mekanizmadır. Şimdi bu mekanizmanın, ekonomik karşıtlıklarla bölünmemiş daha sınırlı kolektivitelerden oluşan örgütlerin işleyişi için yararlı ve yeterli olup olmadığını ve ne ölçüde yeterli olduğunu göreceğiz. Bunu yapmak için, bu örgütler tarihsel gelişim süreçleri içinde ele alınmalıdır.

Bu demokratik mekanizma proletarya diktatörlüğünde, yani isyancı sınıfların burjuva devletlerin iktidarına karşı devrimci zaferinden doğan devlet biçiminde uygulanabilir mi? Bu devlet biçimi, yetki devri ve hiyerarşilerin oluşumuna ilişkin iç mekanizması nedeniyle "proleter demokrasi" olarak tanımlanabilir mi? Tarih daha iyi bir mekanizma üretmediği sürece, demokratik mekanizmanın belirli koşullar altında yararlı olduğu sonucuna varabileceğimiz için, bu soru önyargısız bir şekilde ele alınmalıdır; yine de, proletaryanın "çoğunluğunun" egemenliği kavramını bir önkabül olarak kurmak için en ufak bir neden olmadığına ikna olmalıyız. Aslında devrimin ertesi günü proletarya henüz ne tamamen homojen bir kolektivite ne de tek sınıf olacaktır. Örneğin Rusya’da iktidar işçi sınıfı ve köylülüğün elindedir; ancak devrimci hareketin tüm gelişimini göz önünde bulundurursak, sanayi proleter sınıfının, köylülükten çok daha az sayıda olmasına rağmen, yine de çok daha önemli bir rol oynadığını göstermek kolaydır. O halde Sovyet mekanizmasının bir işçinin oyuna bir köylününkinden çok daha fazla değer atfetmesi mantıklıdır.

Burada proleter devlet anayasasının özelliklerini derinlemesine incelemek niyetinde değiliz. Gericilerin monarşinin ilahi hakkını, liberallerin genel oya dayalı parlamentarizmi ve anarşistlerin devlet olmayanı yaptığı gibi onu metafizik açıdan mutlak olarak görmeyeceğiz. Proleter devlet, karşıt sınıfların ekonomik ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaya yönelik bir sınıf örgütü olduğu için, kendisini izlediği hedefe, yani onu doğuran gerekliliklere uyarlayan gerçek bir tarihsel güçtür. Belirli anlarda itici gücü geniş kitle istişarelerinden ya da tam yetkilerle donatılmış çok sınırlı yürütme organlarının eyleminden gelebilir. Esas olan, sınıfların daha sonra ortadan kalkmasına ve proleter devletin görevlerinin ve yapısının giderek daha derin değişikliklere uğramasına hazırlayacak şekilde, bu proleter iktidar örgütüne burjuva ekonomik ayrıcalıklarını ve burjuvazinin siyasi ve askeri direncini yok edecek araçları ve silahları vermektir.

Açık olan şu ki: burjuva demokrasisinin gerçek amacı, geniş proleter ve küçük burjuva kitleleri, büyük sanayi, bankacılık ve tarım oligarşilerine ayrılmış olan devletin kontrolündeki tüm etkiden mahrum bırakmak iken, proletarya diktatörlüğü, proleter ve hatta yarı proleter kitlelerin en geniş katmanlarını, somutlaştırdığı mücadeleye dahil etmek zorundadır. Sadece demokratik önyargıların kurbanı olanlar, bu amaca ulaşmanın geniş bir seçim istişare mekanizmasının kurulmasını gerektirdiğini hayal edebilirler. Bu aşırı da olabilir, ya da -daha sıklıkla- fazlasıyla yetersiz de olabilir, çünkü birçok proleterin bu katılım biçimi, sınıf mücadelesinin diğer daha aktif tezahürlerine katılmamalarına neden olabilir. Öte yandan, mücadelenin belirli aşamalardaki yoğunluğu, karar ve hareket hızını ve çabaların ortak bir yönde merkezi olarak örgütlenmesini gerektirir. Rusya deneyiminin bize bir dizi örnekle öğrettiği gibi, proleter devlet bu koşulları birleştirmek için anayasal mekanizmasını burjuva demokrasisinin kurallarıyla açık bir çelişki içinde olan özelliklere dayandırır. Burjuva demokrasisinin savunucuları özgürlüklerin ihlal edildiği konusunda feryat ederken, mesele sadece demagogların her zaman ayrıcalıklılara iktidar sağlamasına izin veren cahilce önyargıların maskesini düşürmektir. Proletarya diktatörlüğünde, devlet örgütünün anayasal mekanizması sadece istişari değil, aynı zamanda icraidir. Tüm seçmen kitlesinin olmasa bile en azından delegelerinin geniş bir kesiminin siyasi yaşamın işlevlerine katılımı kesintili değil süreklidir. İlginçtir ki bu, tüm devlet aygıtının eyleminin üniter karakterine zarar vermek yerine, tam da burjuva hiper liberalizminin kriterlerine karşıt kriterler uyguladığı, yani doğrudan seçimler ve nispi temsil (gördüğümüz gibi diğer kutsal dogma - eşit oy - devrildikten sonra) fiilen bastırıldığı için aslında onunla çelişmemektedir.

Temsili mekanizmaya getirilen ya da bir anayasaya işlenen bu yeni kriterlerin ilkesel nedenlerden kaynaklandığını iddia etmiyoruz. Yeni koşullar altında kriterler farklı olabilir. Her halükarda, açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız şey, bu örgütlenme ve temsil biçimlerine içsel bir değer atfetmediğimizdir: bu, temel Marksist teze tercüme edebileceğimiz bir görüştür: "devrim bir örgütlenme biçimi meselesi değildir". Aksine devrim bir içerik meselesidir, yani devrimci güçlerin bitmek bilmeyen bir süreçteki hareketi ve eylemi meselesidir; bu mesele çeşitli statik "anayasal doktrinler" içinde kristalize edilerek teorileştirilemez.

Her halükarda, işçi konseylerinin mekanizmalarında, burjuva demokrasisinin her yurttaşın en yüksek temsil organı olan parlamentoya kendi delegesini doğrudan seçmesini öngören kuralından hiçbir iz bulamıyoruz. Aksine, her biri Sovyetler Kongresi ile sonuçlanan daha geniş bir bölgesel tabana sahip farklı düzeylerde işçi ve köylü konseyleri vardır. Her yerel ya da bölgesel konsey kendi delegelerini bir üst konseye seçer ve aynı şekilde kendi yönetimini, yani yürütme organını seçer. Tabanda, kent ya da kır konseyinde, tüm kitleye danışılır. Yüksek konseylere ve yerel idari makamlara delege seçiminde, her seçmen grubu nispi sisteme göre değil, çoğunluk sistemine göre oy kullanır ve delegelerini partiler tarafından sunulan listelerden seçer. Ayrıca, bir alt ve üst konsey arasında bağlantı kurmak için tek bir delege yeterli olduğundan, resmi liberalizmin iki dogmasının - bir listeden birden fazla üyeye oy verme ve nispi temsil - yol kenarına düştüğü açıktır. Konseyler her seviyede hem danışma hem de idari nitelikte ve doğrudan merkezi idareye bağlı organlar oluşturmalıdır. Dolayısıyla, daha yüksek temsili organlara doğru ilerledikçe, hiç harekete geçmeden sonsuza kadar tartışan gevezelerden oluşan parlamenter meclislerle karşılaşılmaması doğaldır; bunun yerine, eylemi ve siyasi mücadeleyi yönlendirebilen ve bu şekilde üniter bir şekilde örgütlenmiş tüm kitleye devrimci rehberlik edebilen kompakt ve homojen organlar görülür.

Herhangi bir anayasal şemada kesinlikle otomatik olarak bulunmayan bu kapasiteler, bu mekanizmada, içeriği saf örgütsel biçimin çok ötesine geçen ve kolektif ve aktif bilinci çalışmanın uzun ve daima ilerleyen bir sürecin gereklerine göre yönlendirilmesini sağlayacak olan son derece önemli bir faktörün, siyasi partinin varlığı sayesinde elde edilir. Proletarya diktatörlüğünün tüm organları arasında, nitelikleri eylemde birleşmiş homojen bir üniter kolektivitenin özelliklerine en yakın olanı siyasi partidir. Gerçekte, kitlenin yalnızca bir azınlığını kapsar, ancak onu diğer tüm geniş tabanlı temsili örgütlenme biçimlerinden ayıran özellikler, partinin kolektif çıkarları ve hareketi diğer tüm organlardan daha iyi temsil ettiğini gösterir. Tüm parti üyeleri ortak görevin yerine getirilmesine sürekli ve kesintisiz olarak katılır ve kendilerini devrimci mücadelenin ve toplumun yeniden inşasının sorunlarını çözmeye hazırlarlar; kitlenin çoğunluğu ancak bu sorunlarla gerçekten karşı karşıya kaldıklarında farkına varır. Tüm bu nedenlerle, demokratik yalana değil, ortak temel çıkarları onları devrim yolunda ilerleten bir halk katmanına dayanan bir temsil ve delegasyon sisteminde, seçimlerin kendiliğinden, mücadelenin taleplerine yanıt vermek ve kendisini hazırlayabildiği sorunları çözmek için donanımlı olan devrimci parti tarafından öne sürülen unsurlara düşmesi doğaldır. Partinin bu kapasitelerini, başka herhangi bir örgüt için yaptığımızdan daha fazla, yalnızca partinin kendine özgü yapısına atfetmediğimiz gerçeği, daha sonra kanıtlamaya çalışacağımız bir şeydir. Parti, bir sınıfın devrimci eylemine önderlik etme görevine uygun olabilir ya da olmayabilir; bu görevi üstlenebilecek olan herhangi bir siyasi parti değil, özellikle bir tanesidir, yani komünist partidir; ve komünist parti bile sayısız yozlaşma ve çözülme tehlikesinden muaf değildir. Partiyi görevine layık kılan şey, tüzüğünün mekanizması ya da salt iç örgütsel önlemler değildir; gelişimi sırasında ortaya çıkan olumlu özellikler, mücadeleye katılımı ve tarihsel süreç kavrayışından kaynaklanan tek bir yönelime sahip bir örgüt olarak harekete geçmesi, kolektif bir bilince ve aynı zamanda güvenli bir örgütsel disipline dönüştürülmüş temel bir programdır. Bu konular, İtalya Komünist Partisi Kongresi’nde parti taktikleri üzerine sunulan ve okuyucunun kesinlikle haberdar olduğu tezlerde daha ayrıntılı olarak geliştirilmiştir.

Proletarya diktatörlüğünün anayasal mekanizmasının doğasına dönecek olursak - ki bunun her düzeyde yasama olduğu kadar yürütme de olduğunu söylemiştik - bu mekanizmanın yürütme işlevlerinin ve inisiyatiflerinin kolektif yaşamın hangi görevlerine yanıt verdiğini belirtmek için bir ekleme yapmalıyız. Bu işlevler ve inisiyatifler mekanizmanın oluşum nedenidir ve sürekli gelişen elastik mekanizması içerisinde var olan ilişkileri belirler. Biz burada proletarya iktidarının ilk dönemini, Rusya’da proletarya diktatörlüğünün var olduğu dört buçuk yıldaki duruma atıfta bulunarak ele alacağız. Sınıfsız komünist bir toplumda temsili organların kesin temelinin ne olacağı konusunda spekülasyon yapmak istemiyoruz, çünkü toplumun bu aşamaya yaklaşırken tam olarak nasıl evrileceğini öngöremiyoruz; sadece çeşitli siyasi, idari ve ekonomik organların kaynaşması yönünde hareket edeceğini ve aynı zamanda her türlü baskı unsurunun ve sınıf iktidarının bir aracı ve hayatta kalan düşman sınıflara karşı mücadele silahı olarak devletin kendisinin giderek ortadan kaldırılacağını öngörebiliriz.

Proletarya diktatörlüğünün ilk döneminde, üç eylem alanına bölünebilecek son derece zor ve karmaşık bir görevi vardır: siyasi, askeri ve ekonomik. Hem içeriden ve dışarıdan gelen karşı-devrimci saldırılara karşı askeri savunma sorunları hem de ekonominin kolektif bir temelde yeniden inşası, kitlelerin farklı enerjilerini kullanarak ya da daha doğrusu daha etkili bir şekilde kullanarak son derece bütünlüklü olması gereken bir faaliyette güçlerini nasıl konuşlandıracağına dair sistematik ve rasyonel bir plana bağlıdır. Sonuç olarak, iç ve dış düşmana karşı mücadeleyi yöneten organ, yani devrimci ordu ve polis, proleter iktidarın elinde merkezileşmiş bir disipline ve hiyerarşiye dayanmalıdır. Dolayısıyla Kızıl Ordu, hiyerarşisi proleter devletin hükümeti tarafından dışarıdan dayatılan örgütlü bir birimdir; aynı şey devrimci polis ve mahkemeler için de geçerlidir. Muzaffer proletaryanın yeni üretim ve dağıtım sisteminin temellerini atmak için kurduğu ekonomik aygıt daha karmaşık sorunlara yol açar. Burada sadece bu rasyonel yönetimi burjuva özel ekonomisinin kaosundan ayıran özelliğin merkezileşme olduğunu hatırlatabiliriz. Her işletme tüm kolektivitenin çıkarları doğrultusunda ve tüm üretim ve dağıtım planının gerekleriyle uyum içinde yönetilmelidir. Öte yandan, ekonomik aygıt (ve onu oluşturan bireylerin konumu) sürekli olarak değiştirilmektedir ve bu sadece kendi kademeli gelişiminden değil, aynı zamanda böylesine büyük dönüşümlerin yaşandığı bir dönemdeki kaçınılmaz krizlerden de kaynaklanmaktadır; siyasi ve askeri mücadelelerin kaçınılmaz olduğu bir dönem. Bu değerlendirmeler şu sonuçlara götürür: proletarya diktatörlüğünün ilk döneminde, farklı düzeylerdeki konseyler kendi delegelerini yerel yürütme organlarına ve daha yüksek düzeylerdeki yasama organlarına atamak zorunda olsalar da, askeri savunmanın ve daha az katı bir şekilde ekonomik kampanyanın mutlak sorumluluğu merkezde kalmalıdır. Yerel organlar ise kitleleri siyasi olarak örgütleyerek bu planların hayata geçirilmesine katılmalarını ve askeri ve ekonomik örgütlenmeyi kabul etmelerini sağlamaya hizmet ederler. Böylece, kolektif yaşamın sorunlarıyla ilgili olarak mümkün olan en geniş ve sürekli kitle faaliyetinin koşullarını yaratır ve bu faaliyeti son derece merkezi bir proleter devletin oluşumuna yönlendirirler.

Bu değerlendirmeler kesinlikle devlet hiyerarşisinin ara organlarının tüm hareket ve inisiyatif olanaklarını reddetme amacı taşımamaktadır. Ancak fabrika ya da ordu tümeni düzeyinde örgütlenmiş seçmen gruplarından oluşmaları halinde, devrimin askeri ya da ekonomik düzenin korunmasına ilişkin yürütme görevlerini destekleyeceklerine dair bir teori üretilemeyeceğini göstermek istedik. Bu tür grupların yapısı onlara herhangi bir özel yetenek kazandıramaz ve bu nedenle seçmenlerin tabanda gruplandırıldığı birimler bu nedenle deneysel kriterlere göre oluşturulabilir. Aslında bu birimler, örneğin işyeri, mahalle, garnizon, cephe ya da günlük yaşamdaki herhangi bir başka durum gibi deneysel kriterlere göre kendilerini oluşturacaklardır; bunlardan hiçbiri önkabul olarak dışlanmayacak ya da bir model olarak ele alınmayacaktır. Yine de proleter devrimde devlet temsilinin temeli, seçim bölgelerine bölünmüş bir toprak parçası olmaya devam etmektedir. Bu düşüncelerin hiçbiri kesin ve hızlı kurallar değildir ve bu da bizi hiçbir anayasal şemanın ilke anlamına gelmediği ve biçimsel ve aritmetik anlamda anlaşılan çoğunluk demokrasisinin kolektif örgütler içinde ortaya çıkan ilişkileri koordine etmek için olası yöntemlerden yalnızca biri olduğu tezimize getirir; bu yönteme içsel bir zorunluluk ya da adalet karakteri atfetmek kesinlikle imkansızdır, çünkü bu tür terimlerin Marksistler için gerçekte hiçbir anlamı yoktur ve ayrıca amacımız, eleştirdiğimiz demokratik aygıtın yerine, doğası gereği tüm kusurlardan ve hatalardan arınmış bir parti aygıtı için akılsızca bir başka proje koymak değildir.


* * *

Bize öyle geliyor ki, demokratik ilkenin tüm sınıfları kucakladığını iddia eden burjuva devletine uygulanışı ve devrimci zaferden sonra devletin temeli olarak yalnızca proleter sınıfa uygulanışı hakkında yeterince şey söylendi. Demokratik mekanizmanın, iktidarın fethinden önce ve sonra proletarya içindeki örgütlere, yani sendikalara ve siyasi partilere uygulanması hakkında bir şeyler söylemek bize kalıyor.

Yukarıda gerçek bir örgütsel birliğin ancak üyeler arasındaki çıkar özdeşliği temelinde mümkün olduğunu ortaya koyduk. Bir kişi sendikalara ya da partilere belirli bir eylem türüne katılmaya kendiliğinden karar vererek katıldığı için, burjuva devleti söz konusu olduğunda demokratik mekanizmanın (yani tüm sınıfların yanlış bir anayasal birliği) herhangi bir değerini kesinlikle reddeden bir eleştiri burada geçerli değildir. Bununla birlikte, parti ve sendika söz konusu olduğunda bile, çoğunluk kararlarının "kutsallığı" gibi keyfi bir kavramla yoldan çıkmamak gerekir.

Partinin aksine sendika, üyelerinin dolaysız maddi çıkarlarının sanal özdeşliği ile karakterize edilir. Kategorinin sınırları dahilinde geniş bir homojenliğe ulaşır ve gönüllü üyeliğe sahip bir örgüttür. Belirli bir kategori ya da sektördeki tüm işçilerin otomatik olarak katıldıkları, hatta proletarya diktatörlüğünün belirli bir aşamasında olduğu gibi katılmak zorunda oldukları bir örgüt olma eğilimindedir. Bu alanda sayının belirleyici faktör olmaya devam ettiği ve çoğunluk kararının büyük bir değere sahip olduğu kesindir, ancak kendimizi sonuçlarının şematik bir değerlendirmesiyle sınırlayamayız. Sendikal örgütlenme yaşamında devreye giren diğer faktörleri de hesaba katmak gerekir: sendikayı vesayeti altında felç eden bürokratikleşmiş bir memurlar hiyerarşisi; ve devrimci partinin onu devrimci eylem alanına yönlendirmek için içinde kurduğu öncü gruplar. Bu mücadelede komünistler sıklıkla sendika bürokrasisinin memurlarının demokratik düşünceyi ihlal ettiğine ve çoğunluğun iradesini küçümsediğine işaret ederler. Bunu kınamak doğrudur çünkü sağcı sendika patronları demokratik bir zihniyete sahiptir ve onların çelişkilerine işaret etmek gerekir. Aynı şeyi, özgür bir istişarenin bile proletaryaya yük olan sorunları çözeceğini öne sürmeden, halk istişaresini zorladıkları ve tahrif ettikleri her seferinde burjuva liberallerine de yapıyoruz. Bunu yapmak doğru ve elverişlidir çünkü geniş kitlelerin ekonomik durumun baskısıyla harekete geçmeye zorlandığı anlarda, sendika bürokratlarının (özünde sendikaya yabancı sınıf ve örgütlerin proleter olmayan) etkisini bir kenara itmek ve böylece devrimci grupların etkisini arttırmak mümkündür. Ancak tüm bunlarda "anayasal" önyargılar yoktur ve komünistler - kitleler tarafından anlaşıldıkları ve onlara en yakın hissedilen çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini gösterebildikleri sürece - sendikalar içindeki resmi demokrasi kurallarına karşı esnek bir şekilde davranabilirler ve davranmalıdırlar. Örneğin, şu iki taktiksel tutum arasında bir çelişki yoktur: bir yandan tüzüklerin izin verdiği ölçüde sendikaların yönetim organlarında azınlığı temsil etme sorumluluğunu üstlenmek; diğer yandan da bu örgütleri ele geçirdikten sonra eylemlerini hızlandırmak için bu yasal temsilin ortadan kaldırılması gerektiğini söylemek. Bu soruda bize yol göstermesi gereken şey, mevcut aşamada sendikaların gelişim sürecinin dikkatli bir analizidir. Proletarya üzerindeki karşı-devrimci etki organlarından devrimci mücadele organlarına dönüşümlerini hızlandırmalıyız. İç örgütlenme kriterlerinin kendi başlarına hiçbir değeri yoktur, ancak bu amaca katkıda bulundukları ölçüde değerlidirler.

Şimdi, işçi devletinin mekanizmasıyla ilgili olarak daha önce değindiğimiz parti örgütlenmesini analiz ediyoruz. Parti, sendikada olduğu gibi tam bir ekonomik çıkar özdeşliğinden yola çıkmaz. Aksine, örgütünün birliğini sendika gibi kategorilere değil, çok daha geniş bir temel olan tüm sınıfa dayandırır. Bu sadece parti enternasyonal olmaya çalıştığı için mekanda değil, proletaryanın devrimci kurtuluş süreci boyunca bilinci ve eylemi zaferin gerekliliklerini yansıtan özgül organ olduğu için zamanda da geçerlidir. Parti yapısı ve iç örgütlenme sorunlarını incelerken, bu iyi bilinen hususlar bizi, yerine getirmesi gereken karmaşık görevlerle bağlantılı olarak, partinin oluşum ve yaşam sürecinin tamamını akılda tutmaya zorlar. Bu uzun açıklamanın sonunda, partinin kitlesel üyeliğinin istişaresini, üye alımını ve sorumlu görevlilerinin belirlenmesini düzenlemesi gereken mekanizmanın ayrıntılarına giremeyiz. Hiç şüphe yok ki şu an için çoğunluk ilkesine bağlı kalmak en iyisidir. Ancak sürekli vurguladığımız gibi, demokratik mekanizmanın kullanımını bir ilke haline getirmek için hiçbir neden yoktur. Partinin, devlet aygıtının yasama görevlerine benzer danışma işlevlerinin yanı sıra, mücadelenin en kritik anında bir ordununkine karşılık gelen ve azami hiyerarşik disiplin gerektiren yürütme görevleri vardır. Aslında, komünist partilerin oluşumuna yol açan karmaşık süreçte, bir hiyerarşinin ortaya çıkması, uzak kökenleri olan ve parti mekanizmasının işleyişinin tüm geçmiş deneyimine karşılık gelen gerçek ve diyalektik bir olgudur. Parti çoğunluğunun kararlarının, Kutsal Ruh’un papalık konsillerine katıldığını düşünenlerin de kesinlikle inandığı üzere çeşitli insan topluluklarının liderleri olan yanılmaz doğaüstü yargıçların kararları kadar doğru olduğunu söyleyemeyiz. Parti gibi geniş bir bileşimin kendiliğinden gönüllü üyelik ve üye alımların kontrollü seçilimi sonucu olduğu bir örgütte bile, çoğunluğun kararı özünde en iyisi değildir. Eğer partinin yürütme organlarının daha iyi işlemesine katkıda bulunuyorsa, bu sadece bireysel çabaların birleşik ve iyi yönlendirilmiş bir çalışmada çakışmasından kaynaklanmaktadır. Şu anda bu mekanizmanın başka bir mekanizma ile değiştirilmesini önermeyeceğiz ve böyle yeni bir sistemin ne olabileceğini ayrıntılı olarak incelemeyeceğiz. Ancak demokratik ilkenin kurallarından giderek daha fazla özgürleşecek bir örgütlenme biçimi öngörebiliriz; ve bir gün başka karar, seçim ve sorun çözme yöntemlerinin partinin gelişiminin ve tarih çerçevesindeki faaliyetinin gerçek talepleriyle daha tutarlı olduğu gösterilebilirse, bunu haksız korkularla reddetmek gerekmeyecektir.

Şimdiye kadar demokratik kriter bizim için iç örgütümüzün inşasında ve parti tüzüğümüzün formüle edilmesinde arızi bir maddi faktör olmuştur; onların vazgeçilmez platformu değildir. Bu nedenle, "demokratik merkeziyetçilik" olarak bilinen örgütsel formülü bir ilke düzeyine yükseltmeyeceğiz. Demokrasi bizim için bir ilke olamaz: merkeziyetçilik tartışmasız bir ilkedir, çünkü parti örgütlenmesinin temel özelliği yapı ve eylem birliği olmalıdır. Parti yapısının mekandaki sürekliliğini ifade etmek için merkeziyetçilik terimi yeterlidir, ancak zamandaki sürekliliğin temel fikrini - birbirini izleyen engelleri aşarak her zaman aynı hedefe doğru ilerleyen mücadelenin tarihsel sürekliliğini - ortaya koymak için, bu iki temel birlik fikrini birbirine bağlayarak, komünist partinin örgütlenmesini "organik merkeziyetçiliğe" dayandırdığını söylemeyi önereceğiz. Böylece, arızi demokratik mekanizmanın işimize yarayabilecek kadarını korurken, en kötü demagoglar için çok değerli olan ancak sömürülenler, ezilenler ve aldatılanlar için ironiyle lekelenmiş olan "demokrasi" teriminin kullanımını ortadan kaldıracak, onu burjuvazinin ve bazen aşırı uçlarda çeşitli kılıklarda ortaya çıkan liberalizm şampiyonlarının özel kullanımına terk edeceğiz.