Enternasyonal Komünist Partisi Bölünmez ve Değişmez Parti Tezleri Bütünü

Üçüncü (Komünist) Enternasyonal
V. Kongre - 23. Oturum - 2 Temmuz 1924
Faşizm Hakkında Rapor

İtalya Komünist Partisi delegesi tarafından sunulmuştur

Dördüncü Kongre’de, İtalya’daki faşizm tarihinin belirleyici bir dönüm noktasında faşizm üzerine bir rapor sunduğum iyi bilinmektedir. Delegasyonumuz Mussolini’nin iktidara gelmesinden bir gün önce buraya gelmek üzere İtalya’dan ayrılmıştı.

Bugün bu konu hakkında ikinci kez ve yine faşizmin gelişiminde çok önemli bir dönüm noktasında, bildiğiniz gibi Matteotti olayının tetiklemesiyleilgili konuşmam gerekiyor. Kader, daha önce olduğu gibi, bu olayın da İtalyan delegasyonunun 5. Kongre için yola çıkmasından hemen sonra gerçekleşmesine karar verdi. Dolayısıyla her iki durumda da raporların zamanlaması, faşizmin son derece önemli sosyal ve siyasi olgusunu göstermesi açısından uygun olmuştur.

Doğal olarak, ilk raporumda faşizmin tarihsel gelişimi hakkında söylediğim her şeyi burada tekrarlamayacağım çünkü ele almam gereken çok fazla nokta var. Bu nedenle, o dönemde yaptığım faşizm eleştirisindeki ana fikirleri kısaca hatırlatacağım. Bunu, 4. Kongre’de söylediklerimin bütünlüğünü korumak için şematik bir şekilde yapacağım.


Her şeyden önce: faşizmin kökenleri

Tarihsel kökenleri açısından faşist hareket, İtalya’nın dünya savaşına müdahalesini savunan bir dizi grupla bağlantılıdır. Sendikalizmden, anarşizmden ve bazı durumlarda – özellikle Mussolini’nin grubunda – sosyalizmin aşırı solundan dönenlerden oluşan bir aşırı sol da dahil olmak üzere, böyle bir politikayı destekleyen birçok grup vardı. Bu son grup kendisini tamamen ulusal uyum ve İttifak Devletlerine karşı askeri müdahale politikalarıyla özdeşleştirdi. Ve savaş sonrası faşizme genelkurmayını sağlayan grubun bu grup olması çok karakteristiktir. Bu eski siyasi gruplaşma ile bugün karşı karşıya olduğumuz büyük faşist hareket arasındaki ilişkiler kesintisiz bir silsile halinde takip edilebilir.

Klasik faşist eylemin doğum tarihi, Bologna’daki (Palazzo D’Accursio) olayların gerçekleştiği 2 Kasım 1920’dir. Yine de tamamen tarihsel nitelikteki bu noktayı atlayarak diğer konulara geçeceğim.

Birisi İtalya’daki hükümet krizini şöyle tanımlamıştı: faşizm, burjuva liberal ve sol demokratik politikaların hâkim olduğu dönemin siyasi olumsuzlamasını temsil eder; savaş sonrası dönemde Giolitti ve arkadaşları tarafından uygulamaya konulan taviz politikasına karşı tepkinin en sert biçimidir. Öte yandan biz, iki dönemin diyalektik olarak birbirine bağlı olduğu görüşündeyiz: İtalyan burjuvazisinin savaş sonrası dönemin getirdiği devlet krizi sırasındaki eski tutumu, Faşizm için doğal bir hazırlıktan başka bir şey değildi.

Bu dönemde proleter bir saldırı tehdidi vardı. Burjuvazinin güçleri doğrudan bir saldırıya karşı koymak için yeterli değildi. Bu nedenle, çatışmadan kaçınmak için kurnaz manevralara başvurmak zorunda kaldılar; ve bu manevralar sol politikacılar tarafından uygulamaya konulurken, faşizm sonraki büyük baskı araçlarını hazırlayabildi ve devrimci güçlere ölümcül bir darbe indirmek için bizzat saldırıya geçeceği ikinci aşamanın zeminini hazırladı. Burada bu yorumu destekleyen her argümanın üzerinden geçmek mümkün değil. Yine de 4. Kongre’de söylediklerim hala geçerlidir. Bir başka gerçek. Faşizm tarımsal bölgelerden başlar. Bu son derece tipiktir. Devrimci proletarya tarafından tutulan mevzilere saldırı köylü bölgelerinde başlar. Bologna kırsal bir merkezdir. Po vadisindeki büyük bir tarım bölgesinin başkentidir ve faşizm tüm İtalya’da zafer turuna burada başlamış ve çeşitli yönlere yayılmıştır. İlk raporumuzda bu zafer turunun coğrafi bir tanımını yapmıştık. Burada faşizmin sadece ikinci aşamada sanayi merkezlerine ve büyük şehirlere saldırdığını hatırlatmak yeterli olacaktır.

Ancak faşist eylemin sanayi dışı bölgelerde başladığı doğru olsa da faşist hareketin toprak burjuvazisinin, büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına hizmet etmek için yaratıldığı sonucuna varmamalıyız. Tam tersine. Bu hareketin arkasında büyük sanayinin, ticaretin ve yüksek finansın çıkarları da vardır. Bu, tüm burjuva güçlerinin birleşik bir karşı-devrimci saldırı girişimidir. Bu, bu rapor boyunca üzerinde duracağım ve birçok kez geri döneceğim bir başka tezdir. Üçüncü bir nokta olarak orta sınıfların seferberliği gerçeğini de eklemek gerekir. İlk bakışta, dış görünüşe bakılırsa, faşizm yukarıda bahsedilen üst sosyal tabakaların, yani büyük toprak sahiplerinin ve büyük kapitalist burjuvazinin bir hareketi değil, daha ziyade küçük ve orta burjuvazinin, eski askerlerin, entelektüellerin ve proletaryanın henüz yörüngesine çekmeyi ve devrimci diktatörlük parolası etrafında toplamayı başaramadığı tüm sınıfların bir hareketi olduğu izlenimini vermektedir. Bu sınıflar içinde güçlü bir ideolojik, siyasi ve örgütsel seferberlik geliştirildi; hoşnutsuzlukları ve huzursuzlukları örgütlendi. Onlara şu söylendi: Siz savaş alanına giren üçüncü sınıfsınız, yani sadece proletaryaya karşı değil, aynı zamanda eski burjuvaziye ve onun geleneksel politikacılarına karşı da isyan eden yeni bir güçsünüz. Savaş sonrası kriz sırasında proletarya devrimci politikasını hayata geçirmeyi ve eski egemen sınıfın elinden kaymakta olan iktidarı ele geçirmeyi başaramadı. Şimdi sahnede üçüncü bir sınıf beliriyor.

Faşizmin kendisine vermeyi sevdiği dış görünüm budur. Ama gerçekte, büyük burjuvazinin muhafazakar güçleri tarafından ve onların önderliğinde, devlet aygıtının işbirliği ve yardımıyla orta sınıfların harekete geçirilmesidir. Dolayısıyla faşizmin iki yüzü vardır: birincisi, büyük burjuvazinin, yani üst sınıfın çıkarlarını savunur; ikincisi, orta sınıfları, yani küçük ve orta burjuvazinin önemli toplumsal güçlerini bu çıkarları savunmak için harekete geçirir. İlk raporumda faşist ideolojinin bir eleştirisini yapmıştım. Şunu sormuştum: Bu hareketin dayandığı ideoloji nedir? Bugünlerde faşizmin bir teorisi olmadığını, yeni bir siyasi teorinin ana hatlarını çizmek için hiçbir şey yapmadığını söylemek sıradan bir söylem haline geldi. Bir devrim gerçekleştirdiğini, toplumsal ve siyasi mücadeleye yeni bir çehre kazandırdığını iddia ediyor. Mussolini’ye göre, yarın diğer ülkelerdeki toplumlara da yayılabilecek olan İtalyan toplumunun bu kendine özgü tepeden tırnağa yenilenmesi gerçekte, teorik açıdan bakıldığında, böyle bir devrimin programı için yapıcı bir temel oluşturabilecek hiçbir şey yaratmamıştır. Faşizmin başlangıçta aşırı solun programlarından bazı noktaları ödünç alan bir programa sahip olduğu bir gerçektir. Ancak bu program yalnızca daha önce bahsettiğimiz seferberliğin ihtiyaçlarına hizmet etmektedir. Faşizm iktidara gelir gelmez hızla unutulur, hatta tam tersine dönüşür; ve o andan itibaren yenilenme programı söner.

Faşizm devrimci bir hareket değildir. Kurulu burjuva düzeninin savunulması için tamamen muhafazakar bir harekettir. Yeni bir program üretmez. Bununla birlikte, ideolojik alandan örgütsel alana geçer geçmez, bir yenilik getirdiğini görebiliriz. Burada İtalya’daki ve diğer ülkelerdeki burjuvazinin şimdiye kadar kullanmadığı bir şey olduğunu hemen görebiliriz. İtalyan burjuvazisi büyük siyasi liderlere, profesyonel politikacılara, seçimlerde büyük bir halk desteğine sahip parlamenterlere ve büyük liberal partiye sahip olmasına rağmen, politikaları herhangi bir örgütsel güçten yoksun olmasıyla karakterize edilirdi. Liberal partinin açık ve somut bir doktrini, iyi tanımlanmış bir tarihsel geleneği ve burjuva bakış açısına tamamen uygun bir ideolojisi vardı. Ancak örgütlülükten yoksundu. Faşizm bu durumu tamamen tersine çevirdi. İdeolojik açıdan yeni bir şey getirmez (eski burjuva partilerinin ideolojisine getirdiği eleştirinin değerini yakında göreceğiz). Ancak eski partilerin tamamen yoksun olduğu yeni bir faktörü devreye sokar: hem siyasi örgütlenme hem de askeri örgütlenme açısından güçlü bir kampanya aygıtı.

Bu da gösteriyor ki, mevcut ağır kapitalist kriz döneminde devlet aygıtı burjuvaziyi savunmak için artık yeterli değildir. Ülke çapında faaliyet gösterebilen, orta sınıfların desteğini kazanmak için mücadele eden ve hatta belki de işçi sınıfının belirli katmanlarına yanaşabilen iyi örgütlenmiş bir parti tarafından desteklenmesi gerekmektedir. Bu kriz sırasında burjuvazi ancak burjuva olmayan sınıfların seferberliği sayesinde yaklaşan devrimle yüzleşebilir. Faşizm ile proletarya arasında nasıl bir ilişki vardır? Faşizm doğası gereği anti-sosyalist ve dolayısıyla anti-proleter bir harekettir. Başlangıcından bu yana faşizm kendisini işçi sınıfının en küçük kazanımlarının bile yok edicisi olarak sunmuştur. Bununla birlikte, faşizmi aşırı sağın geleneksel gericiliğiyle, kuşatma halleri, terör, olağanüstü hal yasaları ve devrimci örgütlerin yasaklanmasıyla özdeşleştirmek yanlıştır. Faşizm daha ileri gider. Daha modern bir harekettir. Daha sofistike olduğu için proleter kitleler arasında da nüfuz kazanmaya çalışır ve bu amaçla sendikal örgütlenme ilkelerini tereddütsüz kabul eder. İşçilerin ekonomik örgütlerini yaratmaya çalışır.

Bu sendikaların özgür sendikalarla kıyaslanamayacağı açıktır. Yine de, bence, faşist sendikaların varlığının, ekonomik örgütlenmeyi sınıf mücadelesinin belirleyici silahı olarak gören devrimci sendikalizme karşı çok önemli bir argüman oluşturduğunu tespit etmeliyiz. Gerçekler, bu silahın karşı-devrimci amaçlar için de kullanılabileceğini göstermektedir.

Elbette faşist sendikal hareket gerçek sendikal hareketten çok karakteristik bir özelliği ile ayrılmalıdır, zira sadece işçi sınıfından değil tüm sınıfların saflarından üye toplar çünkü aslında üretim sektörlerine dayalı bir örgütlenme biçimidir. Amaç, sınıf işbirliği temelinde paralel işçi ve işveren örgütleri yaratmaktır.

Böylece faşizm ve demokrasinin birleştiği bir noktaya ulaşmış bulunuyoruz. Kısacası faşizm, sol kanat burjuva partilerinin ve sosyal-demokrasinin eski oyununu oynamakta, yani proletaryayı sivil ateşkes ilan etmeye çağırmaktadır. Bu amaca ulaşmak için sanayi işçilerinin ve tarım işçilerinin sendikalarını kurmaya çalışmakta ve bu sendikaları patronların örgütleriyle fiili bir işbirliğine yönlendirmektedir. Elbette bu eylemin tek amacı devrimci örgütleri yok etmek ve proleter kitlelerin kapitalistler tarafından tamamen sömürülmesine izin vermektir. Yine de üst tabakalar faşizmi işçileri ezmenin vahşi bir yöntemi olarak göstermez, aksine ülkenin tüm üretici güçlerini örgütlemenin bir yolu olarak sunulur ve bu gerekliliğin tanınması tüm ekonomik grupların "ulusal çıkar" için işbirliği yapması biçimini alır.

Tüm bunların altında yatan şeyin milliyetçi ve yurtsever ideolojinin istismarı olduğu açıktır. Bu tamamen yeni bir şey değildir. Savaş sırasında, tüm özel çıkarların tüm ülkenin genel çıkarına boyun eğmesi formülü ulusal çıkar için zaten yaygın olarak kullanılmıştı. Dolayısıyla faşizm, burjuva siyasetinin eski bir programına geri dönmektedir. Ancak bu program, bir şekilde sosyal demokrasinin programını yansıtan bir biçimde ortaya çıkmakta, ancak diğer yandan gerçekten bir yenilik, yani muhafazakâr güçlerin hizmetinde güçlü bir siyasi ve askeri örgütlenme içermektedir.

Dördüncü Kongre’ye sunduğum raporda vardığım sonuç, faşist programın aslında temel bir tarihsel ve toplumsal çelişkiye dayandığıdır. Faşizm toplumdaki tüm ekonomik ve sosyal çatışmaları uzlaştırmak ve susturmak ister. Ancak bu sadece dış görünüştür. Gerçekte burjuvazi içinde bir birlik, mülk sahibi sınıfların üst katmanları arasında, burjuvazinin farklı gruplarının ve farklı kapitalist işletmelerin çıkarları arasındaki bireysel zıtlıkların yumuşatıldığı bir koalisyon sağlamaya çalışır.

Ekonomik alanda faşizm tamamen eski burjuva liberalizminin kalıplarına sıkışıp kalmıştır: ekonomiye her türlü devlet müdahalesini reddeder; iş dünyası için sınırsız hareket özgürlüğü vaaz eder; ve kapitalizmden kaynaklanan güçlerin serbestçe etkileşimini savunur. Ancak bu durum onun çözülmez bir çelişkiye düşmesine neden olmaktadır: ekonomik örgütler arasında istedikleri şekilde gelişme konusunda tam bir özgürlük olduğu sürece ve tek tek kapitalist gruplar kendi aralarında rekabet etmekte tamamen özgür oldukları sürece, burjuva sınıfının üniter bir politikasını hayata geçirmek son derece zordur. Buradan çıkardığımız sonuç, faşizmin, hükümetin dizginlerini sıkıca elinde tutmasına, devlet aygıtının güçlü silahına hükmetmesine ve tüm yarımadaya yayılmış, orta sınıfları ve bir dereceye kadar proletaryayı da birleşik burjuvazinin çıkarları doğrultusunda seferber eden bir örgüte sahip olmasına rağmen, kapitalizmin ekonomik anarşisi nedeniyle başarısız olmaya mahkum olduğudur. Güçlü faşist aygıt, faşist iktidarın süreceği izlenimini verebilir, ancak bu iktidar köklerinde temel bir çelişkiden muzdariptir, çünkü faşizm kapitalist krizin üstesinden gelmek için yeni bir yola sahip olduğunu göstermemiştir.

Bugün de, daha önce olduğu gibi, kapitalist krizin "kahramanca" yollarla aşılamayacağına inanıyoruz. İlk raporumda açıkladığım faşizmin analizine ilişkin temel kavramları burada da tekrarladım. Çıkardığımız sonuçlar öncekilerle aynıdır ve neredeyse iki yıllık faşist diktatörlük tarafından tamamen doğrulanmıştır.

Faşistlerin iktidarı ele geçirdiği 4. Kongre sırasında içinde bulunduğumuz tarihsel evreye dönelim: İtalya’da devrimci güçlere ve iktidarın eski sahiplerine karşı genel saldırının sonuçlanması, Roma Yürüyüşü. O raporda, Zinovyev yoldaşın konuşmasında değinmesine rağmen, 4. Kongre sırasında saflarımızda ortaya çıkan tartışmalı soruna henüz değinmemiştim. İtalya’da bulunmadığımız süre zarfında ne oldu? Bir darbe mi yoksa bir komedi mi? Bana göre üç seçenek olmasına rağmen bu konuyu kısaca ele alacağım: darbe, komedi – ya da devrim?

Faşistlerin iktidarı ele geçirmesinin karakteristik özelliklerini kendimize hatırlatalım. Silahlı mücadele yoktu. Sadece iktidarın devrimci bir şekilde ele geçirilmesini tehdit eden bir faşizm seferberliği ve belli bir noktada fiilen olağanüstü hal ilan eden devletin bir tür savunma seferberliği vardı. Ancak devlet gerçek bir direniş göstermedi. Silahlı mücadele olmadı. Savaşmak yerine bir uzlaşmaya varıldı ve belli bir anda mücadele deyim yerindeyse askıya alındı, ertelendi. Bunun nedeni Kral’ın doğru zamanda sıkıyönetim kararnamesini imzalamayı reddetmesi değil, uzlaşmanın uzun zaman önce hazırlanmış olmasıydı. Bu nedenle faşist hükümet normal bir şekilde kuruldu: Facta hükümetinin istifasının ardından Kral, yeni bir kabine kurması için Mussolini’yi çağırdı. Bu kendinden menkul devrimin lideri Milano’dan Roma’ya yataklı bir vagonla ulaştı ve yol boyunca her durakta devletin resmi temsilcileri tarafından alkışlandı. Bir devrimden söz edilememesinin nedeni sadece iktidarın ayaklanma olmadan alınmış olması değil, daha önce faşizmin tarihsel önemini değerlendirirken değindiğimiz tüm diğer nedenlerdir. Toplumsal açıdan faşizm büyük bir değişimi temsil etmez; eski burjuva hükümet yöntemlerinin tarihsel olarak yadsınmasını temsil etmez, sadece sözde demokratik ve liberal burjuva hükümetinin bir önceki aşamasının tamamen mantıksal ve diyalektik devamını temsil eder.

Faşistler tarafından defalarca tekrarlanan, iktidarı ele geçirmelerinin devrimle eşdeğer tutulabileceği iddiasına kararlılıkla karşı çıkıyoruz. Mussolini konuşmalarında "biz bir devrim yaptık" diyor. Ama biz, "devrim yoktu, mücadele yoktu, devrimci terör yoktu, çünkü hiçbir zaman açık ve net bir ’iktidarın ele geçirilmesi’ gerçekleşmedi ve düşmanın gerçek bir imhası da olmadı" diye karşılık verdiğimizde, Mussolini tarihsel açıdan oldukça gülünç bir argümanla cevap veriyor: "Bunun için hala vaktimiz var", diyor, "zamanı gelince devrimimizi tamamlayacağız". Ancak bir devrim ’rafa kaldırılamaz’; en cesur ve güçlü liderler bile böyle bir güce sahip değildir. Bu tür argümanlar, devrimin hiçbir zaman gerçekleşmediğine işaret eden eleştiriyi çürütmek için yeterli değildir. "Doğru, bu olaylar henüz gerçekleşmedi ama istediğimiz zaman bunu düzeltebiliriz" diyemezsiniz. Elbette yeni mücadelelerin yaşanması her zaman mümkündür. Ama Roma Yürüyüşü kesinlikle bir savaş değildi, bir devrim değildi. "Yine de hükümet iktidarının alışılmadık bir şekilde el değiştirdiği, bir darbe olduğu" da söyleniyor, ancak bu nokta üzerinde durmayacağım çünkü sonuçta sadece bir kelime oyununa indirgeniyor. Ayrıca, "hükümet darbesi" terimini kullandığımızda, bunu sadece hükümet personelinin değişmesi, iktidardaki partinin genelkurmayının değişmesi olarak değil, o zamana kadar iktidarda olan her hükümetin temel yönelimini şiddetli bir şekilde ortadan kaldıran bir eylem olarak anlıyoruz. Faşizm bunu yapmadı. Faşizm parlamentarizme karşı olduğundan, ne kadar antidemokratik ve antiparlamenter olduğundan çokça bahseder. Ancak, bir bütün olarak ele alındığında, sosyal programı aynı eski demokratik yalanlar programıdır, burjuva egemenliğinin korunması için ideolojik bir silahtır. Faşizm iktidarı ele geçirmeden önce bile çok hızlı bir şekilde "parlamenter" oldu; gerçekten de faşist olmayanların ve hatta anti-faşistlerin çoğunlukta olduğu eski alt meclisi dağıtmadan bir buçuk yıl boyunca iktidarda kaldı. Burjuva politikacılarının karakteristik esnekliğini sergileyen bu meclis, daha sonra Mussolini’nin konumunu yasallaştırmak ve kendilerinden istemeye tenezzül ettiği kadar güvenoyu vermek için kendisini Mussolini’nin emrine vermekte tereddüt etmedi. Mussolini’nin ilk kabinesi bile – "sol kanat konuşmalarında" sık sık hatırlattığı gibi – tamamen faşist temeller üzerine inşa edilmemişti. Giolitti’nin partisi ve Popolari’den demokratik sola kadar geriye kalan burjuva partilerinin en önemli temsilcilerini içeriyordu. Dolayısıyla bir koalisyon hükümetiydi. İşte sözde darbenin doğurduğu şey! Mecliste sadece 35 milletvekili olan bir parti iktidarı ele geçirdi ve bakanlık ve bakan yardımcılığı makamlarının ezici çoğunluğunu işgal etti.

İtalya’da meydana gelen ve Roma Yürüyüşü ile hiçbir ilgisi olmayan bir başka önemli tarihi olayın da altını çizmek gerekir. İtalya’nın bir bütün olarak faşistler tarafından işgal edilmesinden bahsediyorum; bu işgal daha önceki olaylar tarafından başlatılmış ve coğrafi yayılımı net bir şekilde çizilebilen bir işgaldir. Mussolini’nin iktidarı ele geçirmesi, daha önce var olan bir güçler ilişkisinin kabul edilmesinden ibaretti. İktidara gelen her hükümet – özellikle de Facta’nınki – faşizmi serbest bırakmıştı. Ülkeyi gerçekten yöneten ikincisiydi; ona tamamen özgür bir el verilmişti ve devlet aygıtı onun emrindeydi. Facta kabinesi sadece iki ay görevde kaldı ve faşizmin iktidarı ele geçirmeyi uygun göreceği anı bekledi.

"Komedi" terimini kullanmamızın nedenleri bunlardır. Her halükarda, bunun bir devrim olmadığı yönündeki beyanımızın tamamen arkasındayız. Olan şey daha ziyade burjuva liderliğinde bir değişimdir; üstelik önceden hazırlanmış ve aşamalı olarak gerçekleştirilmiş bir değişim. Ekonomik ve sosyal alanda, hatta iç politika alanında bile, İtalyan burjuvazisinin programında herhangi bir dönüşümü temsil etmemektedir. Nitekim faşist devrim denilen büyük şok dalgası, hem Roma Yürüyüşü öncesinde hem de sonrasında, devlet aygıtının resmi kullanımına değil, polisin, yerel yönetimin, bürokrasinin ve ordunun zımni desteğiyle kuşatılmış yasadışı gericiliğe dayanmaktadır; bu zımni destek – ve bu konuda ısrarcı olmamız gerekiyor – faşistler iktidarı ele geçirmeden önce bile zaten bol miktarda mevcuttu.

Mussolini Meclis’teki ilk konuşmasında, "Askerlerimin desteğiyle sizi bu odadan dışarı atabilirim. Bunu yapabilirim ama yapmayacağım. Meclis benimle işbirliği yapmaya hazır olduğu sürece görevlerini yerine getirmeye devam edebilir" dedi. Eski Meclis’in ezici çoğunluğu yeni şefin emirlerine boyun eğmeye oldukça istekliydi.

Nitekim faşistler iktidarı ele geçirdikten sonra hiçbir yeni yasa çıkarılmadı. İç politika alanında hiçbir olağanüstü hal yasası çıkarılmadı. Elbette (daha sonra tartışacağımız) siyasi zulümler oldu ama resmi olarak yasalar değiştirilmedi. Devrimci aşamalarda burjuva hükümetleri tarafından onaylanan istisnai kararnameler, örneğin Crispi ve Pelloux tarafından çıkarılanlar gibi, olağanüstü hal, askeri yargı ve baskıcı önlemlerden oluşan bir politika benimseyerek devrimci partilere ve liderlerine karşı periyodik olarak koruma sağlamaya çalışanlar olmadı.

Öte yandan faşizm, iktidarı ele geçirmeden önce kullandığı proleter güçlere karşı aynı orijinal ve modern tekniği kullanmaya devam etmektedir. Hatta diğer partiler de aynı şeyi yapar yapmaz yasadışı saldırı birliklerini dağıtacaklarını ilan etmişlerdir. Gerçekte, faşist savaş birlikleri devletin dışındaki örgütler olarak ortadan kayboldular, ancak daha sonra "Ulusal Milisler" oluşturularak devlet aygıtına dahil edildiler. Ve şimdi, daha önce olduğu gibi, bu silahlı güç faşist partinin ve bizzat Mussolini’nin emrindedir. Resmi olarak devlet aygıtına dahil edilmiş yeni bir örgütü temsil etmektedir. Faşizmin dayandığı temel direktir.

Gündemdeki soru şudur: bu örgütün ortadan kalkmasına izin vermeli miyiz, vermemeli miyiz? Faşizmden iç politikada bu yeni organlar yerine anayasal araçlara dayanması istenebilir mi? Elbette faşizm şimdiye kadar anayasal hukukun eski normlarını kabul etmedi ve şu anda Milis, faşist yönetimi yıkmak isteyen herkesin en sert düşmanıdır.

Yasal olarak konuşursak, ülkemizde olağanüstü hal yasaları yoktur. Şubat 1923’te binlerce İtalyan komünist tutuklandığında, faşizmin bize karşı yasal bir kampanya başlatmasını, sert adımlar atmasını ve en ağır cezaları vermesini bekliyorduk. Ancak durum çok elverişli bir şekilde gelişti ve eski demokratik yasalara göre yargılandık. Aşırı burjuva solunun bir temsilcisi olan bakan Zanardelli’nin eseri olan İtalyan ceza kanunu son derece liberaldir ve yoruma çok yer bırakır. Siyaset ve inançlarla ilgili suçlar söz konusu olduğunda özellikle yumuşak ve esnektir. Bu nedenle aşağıdaki pozisyonu almak bizim için kolay oldu: "Faşizmin düşmanlarından kurtulması ve bize karşı diktatörce önlemler alması oldukça anlaşılabilir bir durumdur. Komünist olduğumuz ve mevcut hükümeti devrimci yollarla devirmeyi amaçladığımız için bizi yargılamak ve suçlu bulmak tamamen doğrudur. Ancak, yasal açıdan bakıldığında, yaptığımız şey yasak değildir. Başka şeyler kesinlikle yasak, ancak iddia edilen komplo, suçlamanın dayandırıldığı suç birliği konusunda kesinlikle hiçbir kanıtınız yok.” Sadece bu çizgiye sadık kalmakla kalmadık, aynı zamanda bu sayede mahkemeler tarafından beraat ettirildik, çünkü mevcut yasalara dayanarak bizi mahkum etmek kesinlikle imkansızdı.

Dolayısıyla faşizmin bakış açısından yargı ve polis aygıtının göreve hazır olmadığını görebiliyorduk. Faşizm devlet aygıtını ele geçirmişti ama onu kendi amaçlarına uygun hale getiremiyordu. Mahkeme kararları yoluyla komünist liderlerden nasıl kurtulacağını bilmiyordu. Kendi kadroları, kendi terör örgütleri vardı ama adalet sistemi içinde yeni silahlar kullanmayı gerekli görmüyordu. Bu benim için, proletaryanın hareket özgürlüğüne karşı mücadelede burjuva-liberal güvencelerin ve liberal adaletin tamamen yetersiz olduğunun bir başka göstergesidir. Bu tür durumlarda savunmamızın yasal yollara da başvurmak zorunda olduğu doğrudur, ancak düşman, sorunu oldukça farklı bir şekilde çözebileceği yasadışı bir örgüte sahipse, bu demokratik güvenceler anlamını yitirir.

Faşizm, herkes için kanun önünde eşitlik vs. gibi eski sol demokratik yalanlar politikasına sadık kalır. Bu, proletaryaya ciddi şekilde zulmetmeye devam etmesini engellemez. Ben sadece, devrimci proletaryanın liderlerinin ezilmesi gereken tamamen siyasi davalara atıfta bulunarak, faşizmin yarattığı yeni durumun demokratik-burjuva hükümetlerinin klasik sistemini hiç değiştirmediğini söylemek istiyorum. Öte yandan bir devrim her zaman siyasi yasaların dönüşümü ile karakterize edilir.

Şimdi kısaca faşizmin iktidarı ele geçirmesinden sonra meydana gelen olaylara değineceğim.

Öncelikle İtalya’daki ekonomik durum hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Faşistler bize sürekli olarak 1920 ve 1921’deki ekonomik krizi, iktidara geldikten sonra bir ekonomik büyüme döneminin izlediğini söylüyorlar. Son iki yılda durumun istikrara kavuştuğunu, ekonomik dengenin geri geldiğini, düzenin yeniden tesis edildiğini ve tüm durumun belirgin bir iyileşme gösterdiğini iddia ediyorlar. Bunların faşizmin tüm sosyal sınıflar için avantajları olduğu, İtalyan halkının faşizme borçlu olduğu nimetler olduğu varsayılmaktadır. Bu resmi görüş, tüm basının seferber edilmesiyle ve iktidara sağlam bir şekilde yerleşmiş bir partinin elindeki tüm araçların kullanılmasıyla desteklenmektedir. Ancak bu sadece resmi bir yalandır. İtalya’daki mevcut ekonomik durum kötüdür. Liranın döviz kuru savaşın bitiminden bu yana en düşük seviyeye indi: sadece 4.3 ABD senti değerinde, yani döviz kurundaki dalgalanmalar liranın şimdiye kadar kaydedilen en düşük değere inmesine neden oldu. Faşizm durumu iyileştirmeyi başaramadı. Mussolini’ye göre, o olmasaydı liranın döviz kurunun daha da düşeceği doğrudur, ancak bu argüman ciddiye alınamaz.

Faşistler ayrıca denk bütçeyi yeniden tesis ettiklerini iddia etmektedirler. Bu maddi açıdan doğrudur: sonuçta devlet bütçeleri ile istediğinizi gösterebileceğiniz iyi bilinmektedir. Her halükarda faşistler, Muhalefetin uzmanları tarafından yapılan ve kömür fiyatlarının 1920-21 fiyatlarına kıyasla düşmemiş olması ve belirli bir süre boyunca ödenmesi gereken savaş masraflarının farklı bir şekilde kaydedilmemiş olması halinde, bütçe açığının bugün 1920-21’dekinden çok daha yüksek olacağı yönündeki açıklamayı yalanlamadılar.

Ekonomik durum endeksi kesinlikle yaygın bir düşüş göstermektedir. İşsizlik rakamlarına gelince, 1920’de ve özellikle 1921’de çok yüksekti ve şimdi daha düşük olduğu doğrudur, ancak son birkaç aydaki veriler işsizliğin yeniden arttığını ve endüstriyel krizin tamamen aşılmadığını göstermektedir. İş dünyasında durum son derece gergin; ticaret büyük zorluklarla karşılaşıyor. Bu durum, son yıllara kıyasla muazzam bir artış gösteren iflas istatistikleriyle de kanıtlanmaktadır. Ayrıca büyük şehirlerdeki hayat pahalılığı endeksi de yükselmektedir. İtalya’daki tüm ekonomik durumun kötüye gittiği oldukça açıktır; hiç istikrara kavuşmamıştır. Faşizmin, burjuvazinin uyguladığı muazzam baskı aracılığıyla ürettiği şey yalnızca dışsal bir istikrardır. Resmi endeksler, elde edilen her şeyin proletarya üzerinde uygulanan bu korkunç baskının ifadesinden ibaret olduğunu; başarılan her şeyin proleter sınıfın zararına ve yalnızca egemen sınıfın çıkarına olduğunu göstermektedir. Bu acımasız baskının varlığının, ekonomik durumu büyük burjuvazinin özel çıkarları doğrultusunda istikrara kavuşturmak için faşist girişimde kurban edilen sınıfların patlak vermesini çok muhtemel kıldığı da unutulmamalıdır.

Şimdi faşist hükümetin işçilere yönelik tutumuna geçeceğim. Daha önce bize karşı sahnelenen büyük siyasi davaların faşist devletin yasal aygıtının yetersizliğine dair kanıtlar sunduğuna işaret etmiştim. Bununla birlikte, ne zaman yoldaşları hukukun ’siyasi’ olarak kabul ettiği suçlar yerine adi suçlar işlemekle suçlayabildilerse, gerçekten de çok ağır bir şekilde bastırdılar. Faşistler ve proleterler (çoğunlukla komünistler) arasında çok sayıda çatışma yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor; ve bu tür çatışmalarda genellikle her iki taraftan da kayıplar oluyor. Faşistlerin iktidara gelmesinden çok sonra, aleyhlerindeki kanıtlar kesin olsa bile, işçileri öldüren faşistlere hala tam dokunulmazlık verildiği bilinen bir gerçektir. Öte yandan, kendilerini savunmak için faşistleri yaralayan ya da öldüren işçiler son derece ağır cezalara çarptırılmışlardır. Çıkarılan af, yalnızca ulusal amaçlar için adi suç işleyenlerin yararınadır: başka bir deyişle, faşist katiller için bir aftır, ulusal amaçlara karşı olan, yani faşizme karşı mücadele eden adi suçlular ise en ağır cezaları beklemelidir. Bu katıksız bir sınıf affıdır.

Daha sonraki bir af, cezaları 2 ila 3 yıla indirecektir; ancak yoldaşlarımızın genellikle 10, 15 ve hatta 20 yıl hapis cezasına çarptırıldığını bilmek önemlidir. Yüzlerce işçi, İtalyan yoldaş, faşistlerle silahlı çatışmalara girdikten sonra sınırı yeterince hızlı geçemedikleri için bugün hapiste; katıldıkları ise neredeyse kaçınılmaz olarak faşistler tarafından kışkırtılan çatışmalar. Böylece mevcut İtalyan hükümeti işçi sınıfına karşı en vahşi baskıyı uygulamaktadır. İşçi sınıfı ne zaman faşist teröre karşı kendini savunmaya kalksa, eski siyasi "vatana ihanet" davalarından pek de farklı olmayan bir şekilde hemen yasal işlem başlatılıyor. Tam anlamıyla yasal olarak, komünist partinin, anarşist hareketin vb. var olma hakkı eskiden olduğu gibi yasalar tarafından güvence altına alınmaya devam etmektedir. Teoride mümkün olmayan ne var?

Basın söz konusu olduğunda da durum hemen hemen aynı. Resmi olarak hala basın özgürlüğü var. Tüm partilerin yayın organlarını yayınlamalarına izin veriliyor, ancak yasal bir gerekçe olmamasına rağmen polis yetkilileri bir gazetenin dağıtımını yasaklayabiliyor. Şimdiye kadar bu yasağın hedefi sadece komünistler olmuştur. Trieste’deki günlük gazetemiz Il Lavoratore, bu kentte halen uygulanmakta olan bir Avusturya yasası uyarınca yasaklanmıştır. Böylece eski Avusturya yasaları devrimcilere karşı, yani savaş sırasında yenilgicilikleri nedeniyle Avusturya’nın suç ortağı olarak adlandırılanlara karşı kullanılmaktadır!

Buna, gazetelerin silahlı çeteler tarafından bastırılmasını, proleter basının yayınlanmasını imkansız hale getiren yazı işleri bürolarına yapılan baskınları, gazeteci derneklerinin sabote edilmesini vb. ekleyebiliriz. Şu anda bile gazetelerimiz ve muhalefetin gazeteleri varış yerlerine ulaştıklarında sık sık imha edilmekte ya da yakılmaktadır.

Faşist hükümet sendikalar üzerinde korkunç bir baskı uyguluyor. İşçiler faşist sendikalara üye olmaya zorlanıyor. Kızıl sendika büroları tahrip edilmiştir. Ancak buna rağmen, kitleleri faşist ekonomik örgütlerde toplamayı başaramadılar. Faşistler tarafından yayınlanan rakamlar bir blöftür. Aslında proletarya bugün sendikal açıdan örgütsüzdür. Zaman zaman kitleler faşist sendikaların önderlik ettiği hareketlere katılmaktadır, ancak bunun tek nedeni onlara grev yapma fırsatı sunmasıdır. Ezici çoğunluğu faşist sendikaları desteklemeyen ve iç komisyon seçimlerinde ezici çoğunluğu faşistlere karşı ve devrimci adaylar için oy kullanan birçok işçi, birçok kategori, en azından burjuvaziyle savaşmayı deneyebilmek için faşist sendikaya katılmak zorunda kalıyor. Böylece faşist sendikal hareket içinde ciddi bir çatışma ortaya çıkıyor. Grevlerden kaçınamıyor ve faşist patron örgütlerine karşı mücadelenin içine çekiliyor. Faşist ve hükümet organları arasındaki bu çatışma her zaman işçilerin aleyhine çözülüyor. Faşist sendikal hareketin liderlerinin son toplantılarında gizleyemedikleri hoşnutsuzluk, ciddi kriz bundan kaynaklanmaktadır. Sanayi proletaryasını örgütleme girişimleri tamamen başarısız olmuştur. Eylemleri, özgür sendikaların faaliyetlerini durdurmak ve proletaryayı örgütsüz bir durumda tutmak için bir bahane – gereksiz bir bahane – yaratmayı amaçlamaktadır.

Son zamanlarda hükümet özgür sendikalara karşı da adımlar atmıştır: sendikaların iç örgütsel ve idari çalışmalarına resmi Devlet denetimi getirilmiştir. Bu çok ciddi bir adımdır, ancak özgür sendikaların çalışmaları daha önceki önlemlerle zaten neredeyse tamamen felç edilmiş olduğundan, durumun özünü değiştirmemektedir.

Özgür sendikalar, İşçi Odaları (Camere del Lavoro), ticaret loncaları vs. şeklinde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir, ancak kitlelerle temas halinde kalmayı başardıklarında bile üyeliklerine ilişkin kesin rakamlar vermek kesinlikle imkansızdır. Çünkü düzenli ve sürekli aidat toplanması ve üye kazanma kampanyaları neredeyse tamamen yasaklanmıştır. İtalya’da şimdiye kadar sendikal örgütlerin kadrolarını yeniden yapılandırmak mümkün olmamıştır. Ancak faşizmin en büyük avantajı sözde artık grevlerin olmayacağıdır. Burjuva ve küçük burjuva cahiller için asıl önemli olan budur.

Faşizmin olmadığı 1920’de işçi kitlelerinin her gün sokaklara döküldüğünü söylüyorlar. Burada bir grev, orada bir yürüyüş, açık çatışmalar patlak veriyordu. Bugünlerde artık grev yok, huzursuzluk yok. Fabrikalarda artık iş kesintiye uğramıyor, barış ve düzen hüküm sürüyor. Bu işverenlerin bakış açısıdır.

Yine de grevler yapılmakta ve bu grevler sırasında faşist sendikalar, devrimci işçiler, hükümet ve işverenler arasındaki ilişkilerden kaynaklanan kayda değer olaylar meydana gelmektedir. Durum kesinlikle istikrarsızdır. Sınıf mücadelesinin varlığını sürdürdüğü bir dizi önemli olayla kanıtlanmıştır. Gerçekten de, engellere rağmen, yükselişte olduğuna şüphe yoktur. Faşist hükümetin eylemleri devlete ait işletmelerdeki işçilere de yönelmektedir. Örneğin, demiryolu işçilerine karşı açık bir terör uygulanmaktadır. Çok sayıda işçi işten çıkarıldı. Tabii ki ilk işten çıkarılanlar devrimci örgütlerin aktif üyeleri oldu (demiryolu işçilerinin örgütü eskiden liderliği çok daha solda olan sendikalardan biriydi). Hükümet, devlete bağlı diğer bazı işletmelere karşı da aynı şekilde hareket etmiştir.

Faşist cevap: ama biz proleterlere 8 saatlik iş günü verdik! 8 saatlik iş günü artık kanunla belirlenmiştir! Bunlar büyük fetihlerdir! Büyük bir ülkede böyle bir yasa çıkaran başka bir burjuva hükümeti söyleyin!

Ancak bu yasa, 8 saatlik işgünü ilkesini tamamen ortadan kaldıran ek maddeler içermektedir. Aslında, yasa titizlikle uygulansa bile, 8 saatten çok daha uzun bir ortalama iş günü uygulamak mümkün olacaktır. Her halükarda yasa uygulanmamaktadır. Faşist sendikaların onayıyla işverenler işyerlerinde istediklerini yapıyorlar. Ve son olarak, İtalya’daki proletarya 8 saatlik iş gününü kendi örgütleriyle zaten fethetmişti; hatta birkaç federasyon daha da kısa bir iş günü elde etmişti. Dolayısıyla, faşizmin İtalyan proletaryasına bahşettiği bir "armağan "dan söz etmiyoruz. Aslında işsizliğin arttığını söyleyebiliriz çünkü patronlar fabrikalardaki işçileri günde 8 saatten çok daha fazla çalışmaya zorluyor. Diğer "kazanımlardan" bahsetmeye bile değmez. Daha önce belirli haklara, fabrikalarda belirli bir hareket ve eylem özgürlüğüne sahip olan işçiler, şimdi demir bir disipline tabi tutuluyor. İtalyan işçisi bugün bıçak altında çalışmaktadır.

Ekonomik durumla ilgili olarak, eldeki tüm rakamlar, ücretlerin, bugün fiyatları savaş öncesine göre 4-5 kat daha yüksek olan vazgeçilmez malların fiyatlarındaki artışa karşılık gelen bir seviyeye geçici olarak ulaştıktan sonra dramatik bir şekilde düştüğünü göstermektedir. İşçilerin yaşam standardı daha da kötüleşmiştir. Kuşkusuz işyerinde "düzen" yeniden kurulmuştur, ancak bu gerici bir düzendir, patronlar tarafından sömürülmenin genel çıkarına olan bir düzendir. Sendikalarınınki de dahil olmak üzere tüm faşist eylemlerin işverenlerin ve Sanayiciler Birliği’nin hizmetinde olduğuna dair pek çok somut kanıt vardır.

Liman işçileri örgütüne gelince, Giulietti gibi kötü şöhretli oportünistler tarafından yönetilmesine rağmen (ya da belki de tam olarak bu nedenle), belli bir noktaya kadar faşist güce direnmeyi ve Roma Yürüyüşü’nden sağ çıkmayı başardı. Bu örgütün yanı sıra "Garibaldi" adında bir liman işçileri kooperatifi de vardı. Hükümet ile armatörler arasında yeni bir sözleşme imzalanmak üzereyken, Garibaldi daha rekabetçi bir teklif sunmayı düşündü. Bu armatörler için tehlikeli bir rekabet anlamına gelecekti. Onları daha cazip ama daha az kârlı bir teklif yapmaya zorlayacaktı. Peki onlar ne yaptı? Gemicilik patronlarını temsil eden grup, denizcilik kralları, faşist hükümete bir emir verdi ve faşist hükümet de bu emri yerine getirmek için acele etti. Yerel yetkililer tarafından kışkırtılan bir çatışma bahanesiyle, kooperatifin ofislerini işgal etmek üzere polis memurları gönderildi ve kooperatif faaliyetlerini askıya almaya zorlandı.

Durum çok karmaşık, ancak şu şekilde özetleyebiliriz: faşist devlet aygıtının işçi sınıfına karşı savaşan sermaye gruplarının hizmetinde olduğu açıktır. Bugün proletaryanın tüm yaşamı, İtalya’nın tüm endüstriyel yaşamı, hükümetin kapitalistlerin bir yönlendirme organı ve iş komitesi haline gelişinin ülkemizde en aşırı biçimiyle gerçekleştiğinin en çarpıcı kanıtı ve en açık göstergesidir. Benzer olguların tarım emekçilerini de etkilediğinin farkında olmalıyız. Lomellina’daki tarlalarda "pirinç ayıklayanlar" olarak adlandırılan işçilerin faşist sendikanın öncülüğünde gerçekleştirdiği grevi örnek olarak veriyorum. Faşist sendikanın onayıyla başlatılan bu grev, sonunda gerici terörün tüm gücüyle üzerine saldırdığı bir grev oldu; grevcilerin hepsi kadındı, polis ve milisler, yani faşist hükümetin organları tarafından saldırıya uğradılar ve grev kanla bastırıldı.

İtalyan proletaryasının bugün içinde bulunduğu durumun resmini veren yüzlerce benzer örnek vardır. Faşist sendikal politika, işçilerin mücadele etmeyi denemelerine ve yürütmelerine izin verir; ancak işçiler ve patronlar arasında herhangi bir gerçek çatışma olduğunda, hükümet kapitalist sömürünün çıkarları doğrultusunda acımasız bir şiddetle müdahale eder.

Faşizm ile orta sınıflar arasındaki ilişki nedir? Bütün bir olaylar dizisi, orta sınıfların hayal kırıklığına uğradığını kanıtlamaktadır. İlk başta faşizmi kendi hareketleri, yeni bir tarihsel dönemin başlangıcı olarak gördüler. Büyük burjuvazinin ve onun siyasi liderlerinin egemenliğinin, herhangi bir proleter diktatörlüğe gerek kalmadan, 1919 ve 1920’de onları titreten Bolşevik devrimi olmadan sona erdiğine inanıyorlardı. Orta sınıfların, eski askerlerin, muzaffer bir savaş vermiş olanların egemenliğinin gerçekleşmek üzere olduğuna inanıyorlardı; Devletin dizginlerini ele almalarını sağlayacak güçlü bir örgüt yaratabileceklerini düĢünüyorlardı. Kendi çıkarlarını savunmak için hem kapitalist hem de proleter diktatörlüklere karşı mücadele edecek özerk bir politika geliştirmek istediler. Bu programın iflası, faşist hükümet tarafından alınan önlemlerle ortaya çıktı; bu önlemler sadece proletaryayı değil, aynı zamanda kendi iktidarlarını, kendi diktatörlüklerini yarattıkları için çılgına dönen ve hatta faşist devrimle yıkıldığını düşündükleri eski burjuva egemenliği aygıtına karşı gösterilere sürüklenen orta sınıfları da son derece sert bir şekilde vurdu. Faşizmin tüm hükümet önlemleri, onun büyük burjuvazinin, sanayi, finans ve ticaret sermayesinin hizmetinde olduğunu ve iktidarının sadece proletaryanın değil, orta sınıfların da dahil olduğu diğer tüm sınıfların çıkarlarına karşı yöneldiğini göstermektedir.

Örneğin, konut alanında alınan önlemler ayrım gözetmeksizin tüm sınıfları vurmuştur. Savaş sırasında, ev sahiplerinin uygulayabileceği kira artışlarına belirli sınırlamalar getiren bir moratoryum getirilmişti. Faşistler bunları kaldırarak ev sahiplerine kiraları yükseltme seçeneği tanıdı. Doğru, bu alanda sınırsız özgürlüğü yeniden tesis ettikten sonra, ev sahiplerinin haklarını sınırlayan yeni bir yasa çıkarmak zorunda kaldılar. Ancak bu yeni yasa tamamen demagojik bir nitelik taşımaktadır. Tek amacı, ilk yasanın uyandırdığı öfkeyi yatıştırmaktır. Yine de büyük bir lojman sıkıntısı yaşanmaya devam etmektedir. Aynı şey eğitim reformu için de geçerlidir. Bu reform Mussolini tarafından "tüm reformların en faşisti" olarak tanımlanmış ve ünlü filozof Gentile tarafından hazırlanmıştır. Teknik açıdan bakıldığında ciddiye alınması gereken bir reformdur. Meseleyi yeni kriterlere göre çözmek için gerçekten dikkate değer bir çalışma yapılmıştır. Ancak reformun tüm eğilimi aristokratiktir: işçilerin, yoksulların, küçük burjuvaların çocukları için iyi bir eğitim imkansız hale getirilmiştir. Bu, yalnızca hali vakti yerinde olanların, yani çocukları için yüksek okul ücretlerini karşılayabilen ailelerin kültür ayrıcalığından yararlanacağı anlamına gelmektedir. İşte bu nedenle bu reform orta sınıf ve küçük burjuvazi, hatta ekonomik durumları daha da kötüleşen ve artık daha sıkı bir disipline tabi olan öğretmenler ve profesörler tarafından çok kötü karşılandı.

Bir başka örnek: bürokratik reform sorununu çözmek için faşizm, devletin beyaz yakalı çalışanlarının maaşlarını şu ilkeye göre gözden geçirdi: en düşük maaşların azaltılması, üst düzey memurların maaşlarının arttırılması. Bu reform, devlet bürokrasisinin alt kademelerinde de faşist hükümete karşı bir hoşnutsuzluk hissi uyandırdı.

Burada derinlemesine ele almayacağım, ancak faşist hükümetin sınıfsal karakterini açıkça gösteren vergi sorunu da var. Temel olarak, hükümet bütçeyi yeniden dengelemek istiyordu. Ancak bu amaç doğrultusunda kapitalistlere karşı herhangi bir önlem almadı. Daha fazla gelir elde etmek için proletaryanın, tüketicilerin ve orta ve küçük burjuvazinin üzerindeki yükü arttırdı.

Faşizme yönelik hoşnutsuzluğun temel nedenlerinden biri de kırsal nüfusa, küçük kiracılara vb. yönelik muamelesidir.

Faşizm sanayi proletaryasının düşmanıdır ama köylü sınıfının koşullarında daha az belirgin olmayan bir kötüleşmeye neden olmuştur. Önceki hükümetler toprak vergisini düzenlemek için önlemler almışlardı ama bunlar hiçbir zaman uygulanmadı. Faşist bakan De Stefani şimdi bunları o kadar acımasız bir şekilde uygulamaya çalıştı ki, dayanılmaz bir mali yük artık tüm küçük toprak mülkiyeti üzerinde ağır bir yük oluşturuyor, hatta küçük çiftçilerin, kiracıların ve çiftlik işçilerinin gelirlerini bile etkiliyor. Bu durum, geçmişte yerel sosyalist yönetimlerin işçilerin lehine olacak şekilde anti-kapitalist bir yönde manevra yapmayı başardığı belediye ve il vergileriyle daha da ağırlaşmaktadır. Bugünlerde sığırlardan alınan vergiler ve diğer vergiler küçük çiftçilerin durumunda ciddi bir düşüşe neden oluyor. Kısa bir süre önce şarap üzerindeki vergi biraz azaltıldı, bu da kırsal kesimdeki hoşnutsuzluğun keskinliğini köreltmeyi amaçlayan bir indirim oldu. Ancak tüm bu vergiler, eskiden olduğu gibi şimdi de kırsal nüfus için korkunç bir yük teşkil ediyor.

İtalyan delegasyonundan kendisi de küçük bir çiftçi olan bir yoldaşın örneğini vereceğim. Kısmen kendisine ait olan, kısmen de kiraladığı 12 hektarlık arazisi için 1.500 Sterlin, yani 12.000 Sterlinlik bir üretimin %12,5’ini ödemek zorunda. Ailesinin ve çalışanlarının geçimini sağlamak için bu araziyi ne kadar yoğun bir şekilde ekip biçmesi gerektiğini bir düşünün!

İtalya’nın güneyinde kayda değer bir olgu gerçekleşmiştir. Geçen yıl üzüm hasadı mükemmeldi. Fiyatlar dramatik bir şekilde düştü ve bu yıl şarap sadece çok düşük fiyatlara alıcı buluyor. Güney’de hiç para kazanamadıklarını söyleyen çok sayıda kiracı çiftçi var. Ancak üzümün yanı sıra başka ürünler de yetiştiriyorlar ve genellikle üzüm yetiştiriciliği geçimlerini sağlarken, diğer ürünleri üretim maliyetlerini bir şekilde karşılamak için kullanıyorlar. Ancak, mevcut şarap fiyatları, vergiler ve şarap üretim maliyetleri vs. göz önüne alındığında, onlara hiçbir şey kalmıyor. Üretim maliyetleri ve perakende satış fiyatları aynıdır; köylü çiftçinin ailesini geçindirecek kadar geliri yoktur. Bu durumda borçlanmak, kırsal merkezlerdeki küçük burjuvalardan ya da büyük toprak sahiplerinden avans istemek ve son durumda toprağını ipotek ettirmek zorunda kalır. Savaştan hemen sonraki dönemde kiraların yükseltilmesi kanunla yasaklanmıştı. Bu yasa faşistler tarafından kaldırıldı. Küçük kiracılar artık ev sahiplerine % 100 ila % 400 arasında değişen oranlarda artan bir kira ödemek zorundadır. Ürünün kiracı ve toprak sahibi arasında bölüştürülmesine ilişkin hükümler bile kiracının lehine olacak şekilde büyük ölçüde değiştirildi. Küçük toprak sahibi hayatta kalabilmek için toprağının bir kısmını satmak ya da yarısını peşin, yarısını kredi olarak ödediği arsasından vazgeçmek zorunda kalıyor. Bir gün ödeme yapamazsa, hem satın aldığı araziyi hem de ödediği parayı hemen kaybeder. Şu anda gerçekleşmekte olan, küçük çiftçilerin açıktan açığa kamulaştırılmasıdır. Savaş sonrası dönemde toprakları için yüksek fiyatlar ödeyen ve şu anda nakitsiz olanlar, ödediklerinden daha azına satmaya zorlanıyor. Tekrar ediyorum, bu, küçük toprak sahibi çiftçilerin büyük toprak sahipleri tarafından gerçek bir kamulaştırılmasıdır ve giderek yaygınlaşma eğiliminde olan bir olgudur. Faşist hükümetin bu alanda aldığı her önlemin tek bir sonucu olmuştur: kırsal proletaryanın durumunun kötüleşmesi.

Daha önce sosyalistler, yöntemlerini tam olarak onaylayamadığımız bir ajitasyon yürüttüler: Hükümetin, tarım işçilerini meşgul etmek, işsizlikle mücadele etmek ve böylece emeğin kırsaldaki pazarlık konumunu iyileştirmek için büyük toprak reformu çalışmaları yapmasını sağlamaya çalıştılar. Faşist hükümet şimdi bütçeyi dengelemek için bu çalışmaları askıya aldı. Bunun sonucunda çok sayıda kır işçisi işgücü piyasasına atıldı, kırda yoksulluk arttı ve proletaryanın yaşam standardı daha da düştü. Hoşnutsuzluk hükümete yönelmiştir. Faşistler, kamu işleri lehine parlamento baskısı yoluyla devleti sistematik olarak sömüren eski kızıl kooperatiflerin asalaklığından uzun uzun bahsettiler, ama şimdi tam olarak aynı şeyi yapıyorlar. Faşist kooperatifleriyle (sosyalistlerin neredeyse tüm kooperatif aygıtı zorla onlara devredilmiştir) yeni faşist bürokrasinin çıkarları doğrultusunda benzer bir politika yürütmeye çalışmaktadırlar.

Faşizmin köylülüğe dayattığı vahim koşullar, bu sınıfın artık faşist hükümeti kendi çıkarlarına düşman bir güç olarak gördüğü ve giderek daha mücadeleci bir tutum takındığı anlamına geliyor. Vergilere ve faşist belediye yönetimlerine karşı kanlı çatışmalarla sonuçlanan silahlı köylü isyanları yaşanmıştır. Bunun gerçekleşmiş olması son derece önemlidir ve durumu çok iyi tanımlamaktadır.

Faşizmin sosyal politikası hakkında yorum yaptıktan sonra, şimdi din ile başlayarak diğer alanlardaki politikasını ele alacağım. Faşizmin bu konuda takındığı tavır, teorik esnekliğinin bir örneğidir. Başlangıçta, orta sınıflar ve entelektüeller tarafından geleneksel olarak benimsenen bazı tutumları istismar etmek için faşizm din karşıtı bir program benimsedi; böylece Katolik Halk Partisi’nin taşradaki etkisini zayıflatmak için onunla mücadele etti. İkinci bir dönemde faşizm Popolari ile rekabet etmeye başladı ve dinin ve Katolikliğin resmi partisi haline geldi. Hem tarihsel hem de teorik açıdan bu oldukça dikkat çekicidir. Vatikan faşizm yanlısı bir politika yürütmektedir. Faşist hükümetin din adamlarının koşullarını iyileştirmeyi kabul ederek ve okullarda din derslerinin yeniden okutulmasını sağlayarak verdiği tavizlerden çok memnundur. İsviçre’deyken din karşıtı kitaplardan oluşan küçük bir koleksiyonun (Tanrı’nın yokluğunun kanıtlandığı ve papalığın kötülüklerini, papalık tahtına seçilen kadının hikayesini ve yüzyıllardır işçilerin zihnini bulandıran diğer tüm saçmalıkları okuyabileceğiniz küçük broşürler) editörü olan Mussolini, bugünlerde ne zaman yararlı olduğunu düşünse ’Tanrı’ya’ yakarıyor ve ’Tanrı adına’ yönettiğini ilan ediyor.

Vatikan’ın siyasi oportünizmi, faşistler ile popolari (popolari bir tür Hıristiyan demokrasisini temsil etmektedir) arasındaki çatışmada ortaya çıkan temel bir karşıtlığı gizlemektedir. Katolik düşünce faşizme karşıdır, çünkü faşizm anavatanın, ulusun yüceltilmesini ve tanrılaştırılmasını temsil eder. Katolik bakış açısına göre bu bir sapkınlıktır. Faşizm Katolikliği İtalyan ulusal sorunu haline getirmek istemektedir, ancak Katolik kilisesinin politikası doğası gereği uluslararası ve evrenseldir çünkü siyasi ve ahlaki etkisini tüm sınırlara yaymayı amaçlamaktadır. Bu son derece önemli çatışma şimdilik bir uzlaşma sayesinde çözülmüştür.

Şimdi kısaca faşist dış politikaya bakalım. Faşistler, uluslararası politika söz konusu olduğunda, İtalya’yı son derece vahim bir durumda bulduklarını iddia ederler; ülke gülünç bir durumdaydı, ancak faşizm iktidara geldikten ve İtalya güçlü bir hükümete sahip olduktan sonra çok farklı muamele görmeye başladı ve uluslararası sahnedeki konumu artık çok değişti.

Yine de olaylar faşist dış politikanın yapabileceği tek şeyin İtalyan burjuvazisinin eski geleneğini sürdürmek olduğunu göstermiştir. Gerçekten de hiçbir şey değişmedi, yeni hiçbir şey olmadı. Mussolini, ünlü Korfu Olayı’nda ana kartını oynadıktan sonra, bu tür darbelerden derhal vazgeçti, aklıselimi gördü ve ortodoks diplomasi saflarına kabul edildi, daha önceki hatayı başka yerlerde tekrarlamamaya büyük özen gösterdi. Büyük Fransız ve İngiliz gazeteleri Mussolini’nin çok zeki bir politikacı olduğunu ve aslında çocukça bir hareket olan Korfu seferinden sonra çok akıllı ve ihtiyatlı davrandığını yazmaktadır. Aslında Mussolini’nin uluslararası politikası İtalya’nın sahip olduğu tek seçenektir; ikinci sınıf bir politika, çünkü büyük dünya güçleri arasındaki mücadelede İtalya ikincil bir rol oynamaktadır. Savaş tazminatları ve Fransız-Alman çatışması konularında Mussolini her zaman, mevcut güç ilişkileri üzerinde şu ya da bu şekilde hiçbir etkisi olmayan ara bir tutum sergilemiştir. Mussolini’nin kararsız tutumu önce Almanya, sonra Fransa, daha sonra da Büyük Britanya tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.

Faşizmin İtalya sınırları içerisindeki güç ilişkilerini değiştirebildiği, daha doğrusu tersine çevirebildiği doğrudur. Ancak aynı numarayı uluslararası ölçekte tekrarlayamadı çünkü devletlerarası ilişkiler üzerinde hiçbir etkisi yoktu. Böyle bir etki için gerekli tarihsel ve toplumsal önkoşullar eksik olduğundan, ciddi anlamda bir İtalyan emperyalizminden söz edilemez.

Birkaç olgu, Mussolini’nin izlemek zorunda kaldığı son derece mütevazı dış politikayı doğru ışığa yerleştirecektir. Fiume sorunu Yugoslavya ile bir uzlaşma yoluyla çözülmüştür. Yugoslavya’ya karşı savaş tehditleri yerini bu ülkeyle uzlaşma ve anlaşma politikasına bırakmıştır. Burada da emperyalist milliyetçilik dış politikanın gerçekleri karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştır. Sovyet Rusya’nın tanınması, İtalya’da aşırı sağcı bir politika yürütmek mümkün olsa da, faşistlerin iktidarı ele geçirmesinin böyle bir politikayı uluslararası düzeye yaymak için yeterli olmadığını da göstermektedir. Sovyet Rusya’nın tanınmasının İtalyan proletaryası üzerinde nasıl bir etkisi oldu? İtalyan proletaryası oldukça iyi bir devrimci eğitime sahipti ve faşist basının salladığı yemi yutmadı; bir gün öncesine kadar Bolşevik karşıtı her iftirayı, Rusya hakkındaki her masalı kaydeden ve sonra aniden, emir üzerine tam tersini yazmaya başlayan bir basın: Yani komünist devrimin artık olmadığını, Bolşevizmin tasfiye edildiğini ve Rusya’nın da diğerleri gibi bir burjuva ülkesi olduğunu; İtalya ve Rusya’nın ortak çıkarları paylaştığını, Rusya ve İtalya’nın işbirliği yapabileceğini vs. Büyük bir gaf da şu sözlerle yapıldı: iki devrim, iki diktatörlük, demokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik aynı siyasi yöntemin iki örneği ile karşı karşıyayız, bunlar doğaları gereği paralel bir eyleme varmak zorundadırlar, vb. Bu sadece komiklik yaratabilecek bir açıklamadır. Gerçekte, burada söz konusu olan şey süslenmemiş kapitalist çıkardır. Olumsuz ticaret dengesi nedeniyle endüstriyel gerilemeyi önleyemeyen İtalyan kapitalistler, metaları için yeni pazarlar aramak amacıyla Rusya ile ilişki kurmaya ilgi duymaya başladılar. İtalyan proletaryası bu olayı Sovyet Rusya’nın değil faşizmin zayıflığının kanıtı olarak değerlendirmiştir. Bununla birlikte, İtalyan proletaryası için birincil öneme sahip bu uluslararası olayın doğru siyasi yorumunun tatsız bir olayla gölgelendiğini belirtmeliyim: bazı Rus yoldaşlar, bu siyasi olayı açıklarken oldukça ileri giden, İtalya’ya yönelik dostluk beyanlarını içeren ve resmi İtalya’ya, Büyük Duce Mussolini’ye yönelik dostluk beyanları olarak yorumlanabilecek açıklamalar yayınladılar. Bunun, faşistler tarafından zulüm gören ve avlanan bir proletarya arasında belli bir ölçüde huzursuzluk yaratması kaçınılmazdı. Bu yanlış adımdan kaçınılmış olsaydı, diğer her şey İtalyan devrimci proletaryasının tam kavrayışıyla buluşacaktı.

Şimdi yeni hükümet altında faşist parti aygıtı ile devlet aygıtı arasında var olan ilişkilere geliyoruz. Bu ilişkiler, faşizm saflarında ciddi krizlere ve sürekli çatışmalara yol açan oldukça çetrefilli sorunlar yaratmıştır. En başından beri faşist örgütlerin iç yaşamı son derece çalkantılı olmuştur, ancak 700.000 üyesiyle çok büyük bir örgüttür ve bu büyüklükteki bir örgütte çatışmalar kaçınılmazdır. Bununla birlikte, İtalya’daki faşist hareket içindeki iç çatışmaların sertliği ve şiddeti istisnaidir. Başlangıçta, parti ile devlet arasındaki ilişkiler sorunu, devlet yetkililerinin yanına parti saflarından seçilen siyasi komiserler yerleştirilerek çok kusurlu bir şekilde çözülmüştür. Bunlar Devlet görevlileri üzerinde belirli bir etkiye sahipti ve bu nedenle fiili güç ellerindeydi. Elbette bunun kaçınılmaz sonucu sürtüşmelerdi. Bu örgütlenme yöntemi daha sonra gözden geçirildi ve faşist komiserler ortadan kaldırılarak devlet aygıtının eski hakları iade edilmek zorunda kalındı. Ancak büyük zorluklarla aşılan kriz kesin bir şekilde çözülemedi çünkü faşist hareket içinde iki akım oluştu. Bunlardan ilki, aşırı faşizmin revizyonunu amaçlayan, yasallığa geri dönmek isteyen ve şunu ilan eden akımdır: iktidar bizim elimizde, büyük liderimiz Mussolini’ye sahibiz, kendimizi iktidarın normal ve yasal kullanımı yoluyla yönetmekle sınırlayabiliriz; tüm devlet aygıtı bizim emrimizde, hükümeti biz kuruyoruz, Duce’ ye tüm partiler güveniyor, bu nedenle partinin artık idari meselelere bulaşmasına gerek yok. Bu akım şiddetli mücadeleden ve yasadışı araçların kullanımından vazgeçmek ve normal ilişkilere geri dönmek istemektedir. Mussolini’yi daha aşırı faşist unsurlardan izole ederek etkilemeye çalışır.

Bu aşırı unsurlar yerel hiyerarşiler arasından devşirilir ve Habeşçe bir terim olan ’Ras’ ile adlandırılırlar. ’Rassizm’ İtalya genelinde faşist işgal birliklerinin yerel diktatörlükleri içindir ve aslında muhaliflerine karşı "ikinci bir terör dalgasını" savunmaktadır. Kısa süre önce antifaşistler için ölüm cezası öneren Farinacci, tipik temsilcilerinden biridir.

Bu iki uç arasında, muhalefete karşı "ikinci dalga" saldırıyı savunan ve şöyle diyen eğilim arasında: Eğer Mussolini devrimin henüz tamamlanmadığını söylüyorsa, o zaman onu tamamlamalıyız; Bu eğilim ile faşizm ile bazı muhalif unsurlar ve hatta Confederazione Generale del Lavoro liderleri gibi reformistler arasında daha iyi ilişkileri tercih eden eğilim arasında, Mussolini şimdiye kadar bir o tarafa, bir bu tarafa kurnazca tavizler vererek belirli bir dengeyi korumuştur. Devlet aygıtı memurlarına eski haklarını iade etti ama devlet aygıtından bağımsız olarak faaliyet gösteren örgütlerin sağladığı kilit destekten vazgeçmeye niyeti yok çünkü faşist iktidarı ayakta tutan ve devrimci saldırılara karşı kendini savunmasını sağlayan bu örgütlerdir.

Faşizm parlamentoyu feshetmemiştir. Daha önce de belirttiğim gibi eski parlamento sürekli olarak Mussolini’ye güvenoyu veriyor ve ona istediği her şeyi sağlayan tam yetkiler tanıyordu. Bununla birlikte, faşizm seçim yasasını değiştirmek istedi. İtalya’da yürürlükte olan sistem nispi temsildi. Faşizm çoğunluğu elinde tuttuğundan emin olmak istiyordu. Eski seçim sisteminin mekanizmasını kullanarak bunun hala mümkün olabileceğine inanıyorum. Nispi temsil altında bile, seçimlerle, faşizm şu anda sahip olduğu şeyi elde edebilirdi. Yeni seçim yasasına göre, oyların çoğunluğunu kazanan ve kullanılan tüm oyların en az %25’ini alan parti listesi, yeni parlamentodaki sandalyelerin üçte ikisine sahip olma hakkına sahiptir. Bu da toplam oyların dörtte birinin sandalyelerin üçte ikisine sahip olmak için yeterli olduğu anlamına geliyor, tabii ki başka bir parti listesinin tüm oyların %26 ya da %27’sini almaması şartıyla, bu durumda ikinci liste çoğunluğu elde etmiş olacak. Çoğunluk partisinin ulusal listesinde 375 isim vardı. Yani aslında bu milletvekilleri bizzat Mussolini tarafından seçilmiştir çünkü bu listenin oyların %25’inden fazlasını alacağından şüphe yoktu. Faşist parti içinde kimin aday gösterileceği konusunda gerçek bir savaş patlak verdi. Yaklaşık 10 bin faşist Rase, seçilen 375 kişi arasında yer almayı hedefliyordu. Listedeki tüm kadroları faşist adaylara ayırmak bile mümkün değildi.

Seçimlerde ikili bir taktik uygulandı. Faşist örgütlenmenin çok güçlü olduğu Kuzey’de uzlaşmaya gerek duyulmadı ve sadece faşistlerden oluşan seçim listeleri öne sürüldü. Faşist örgütlenmenin çok daha zayıf olduğu Güney’de ise uzlaşmak zorunda kaldılar ve eski rejimin politikacılarına ulusal listede bolca yer verildi. Böylece adayların bir kısmı faşist parti saflarından gelen yeni isimler, bir kısmı da daha iyi bir kelime bulmak için ’geleneksel’ politikacılar olacaktı.

Seçimler şimdi gerçekleşti ve biz bu seçimler hakkında ayrıntılı olarak konuşmayacağız. Faşist terörün henüz muhalefetin oy kullanmasının kesinlikle imkansız olduğu bir aşamaya ulaşmadığını biliyoruz. Faşist hükümet belli bir ustalıkla manevra yaptı. Muhalefet oylarını tamamen ortadan kaldırarak seçimlerin tüm siyasi anlamını yitireceğini biliyordu. Bu nedenle hükümet kendini sonucu etkilemekle sınırladı. Mussolini artık şöyle diyebilirdi: "Seçimler artık sona erdi. Büyük çoğunluk bize oy verdi; İtalyan halkının büyük çoğunluğunun bu mutabakatı iktidarımızı meşrulaştırıyor. Artık bir azınlığın yönetiminden söz edilemez".

Seçimlerin gidişatını ve sonucunu değerlendirebilmek için İtalya’nın kuzeyi ile güneyi arasında net bir ayrım yapmak gerekir. Kuzeyde faşist örgütler çok güçlüdür, özellikle taşrada ama aynı zamanda sanayi kentlerinde de. Böylece orada seçmenleri gözetim altında tutabilir ve parti üyelerinin olması gerektiği gibi oy verip vermediğini kontrol edebilir; başka bir deyişle gizli oylamayı neredeyse tamamen bastırabilir. Kuşkusuz faşistler muhaliflerine karşı acımasızca savaştılar ama kendi güçlerine güvendikleri için onların oy kullanma haklarını kullanmalarına izin vermek zorundaydılar. Bu nedenle Kuzey’de faşizm sadece çok küçük bir çoğunluk elde edebildi (yani, kendi getirdikleri %25’in üzerindeki yapay çoğunluk yerine gerçek anlamda %50’den fazla bir çoğunluk). Milano gibi bazı şehirlerde faşist ulusal listenin muhalif listelere kıyasla azınlıkta kaldığı iyi bilinmektedir.

Güneyde ise faşizmin aday listesi oyların ezici bir çoğunluğunu toplamıştır. İtalya genelinde kullanılan toplam oy sayısı 7.3 milyondu ve faşistler bunun 4.7 milyonunu aldı (3.65 milyon kullanılan oyların yarısı; faşistler bundan bir milyondan fazla oy aldı). Olayın en garip yönü de budur.

Güneyde, Po vadisindekine benzer tarımsal çatışmaların yaşandığı birkaç bölge dışında, yün içinde ölmüş bir faşizm hiçbir zaman gerçekten var olmamıştır. Faşizm orada şu şekilde yer edinmiştir. Faşistler iktidarı ele geçirdikten sonra yerel burjuva klikleri, yerel idari mekanizma üzerindeki hakimiyetlerini korumak ve onu sömürmeye devam edebilmek için resmi anlamda faşizme bağlı kalmanın iyi olacağını düşündüler. Güney’de kayda değer düzeyde bir faşist örgütlenme gerçekte mevcut değildir ve yine de faşizm, çok basit araçlar kullanarak yukarıda bahsedilen ezici çoğunluğu Güney’de elde etmiştir. Burada seçimler istenildiği gibi yürütülmüştür; rakip listelerdeki temsilciler kovalanmış, faşist kadrolar örgütlenmiş, seçim belgeleri verilmiş ve yerel yönetimin emrine verilmiştir; bu kadroların her üyesi 30, 40 hatta 50 kez oy kullanmıştır. Bu durum karşısında Mussolini, ülkeyi kurtaranın İtalya’nın güneyi olduğunu; devrimci demokrasiye karşı savaşta en deneyimli güçlerin güneyde bulunduğunu; 1919 ve 1920’de Güney’in kendisini yoldan çıkarmasına izin vermediğini olağanüstü bir şekilde itiraf etmek zorunda kalmıştır. Böylece İtalya’daki duruma ilişkin daha önceki siyasi yorumu olan kuzeyin ülkenin en ilerici ve medeni kesimi olduğu görüşü tersine dönmüş oldu. Son konuşmalarında, önceki teorisine geri döndüğü ve açıklamalarını seçimlerin resmi istatistiksel sonuçlarıyla uyumlu hale getirmeye çalışmaktan vazgeçmiş göründüğü doğrudur. Faşizm Güney’de son derece zayıftır. Matteotti olayıyla ilgili olarak, aslında Güney’in hükümeti kınama konusunda oybirliği içinde olduğu söylenebilir. Bu önemli olgu, faşizmin kendisini iktidarda tutmasını sağlayan araçların ne kadar yapay olduğunu göstermektedir.

O halde seçimlere katılan diğer partilere hızlıca bir göz atalım. Öncelikle, faşizm yanlılarına geçmeden önce, şu anda resmi olarak tamamen faşist partiyle bütünleşmiş olan milliyetçi partiyi hatırlatmak istiyorum. Milliyetçi parti, daha kimse faşizmi duymadan önce uzun süredir varlığını sürdürüyordu. Faşizmin gelişimi üzerinde büyük bir etkiye sahipti ve faşizmi çürük teorik cephaneliğiyle donatanlar da onlardı. Başlarında Salandra’nın bulunduğu Liberallerin sağ kanadı da faşizmle tamamen birleşti ve üyeleri faşist listeden aday oldu. Azınlığa ayrılan sandalyelerden bazılarını kapmaya çalışmak için faşist listelerde yer almayan diğer ’liberal’ kişilikler ve gruplar, yine tamamen faşist olan paralel listelerde onların yanında yer alıyordu.

Resmi listelerin ve bu paralel listelerin yanı sıra, hükümet tarafından gayri resmi olarak desteklenen liberal aday listeleri de vardı. Giolitti’ninki gibi, hükümetin tarafsız bir duruş sergilediği ve tartışmasız birkaç sandalye kazanmalarına izin verdiği, açıkça anti-faşist olduğu ilan edilmemiş başka listeler de vardı.

Muhalefetle ilgili olarak, öncelikle ’demokrasiyi’ oluşturan çeşitli parlamento partilerinin; bir zamanlar böylesine güçlü bir çoğunluğa sahip olan partilerin yenilgisine odaklanmamız gerekir. Bonomi (aşırı sağcı sosyal reformist) yeniden seçilemedi. Di Cesare ve Amendola, Hükümetin kendilerine ve özellikle de ikincisine yönelik sert saldırısının ardından sadece küçük bir destekçi grubunu kurtarmayı başardı.

Popolari (Halk Partisi) de ciddi bir yenilgiye uğradı. Halk Partisi, Eski parlamento döneminde faşist hükümette bile yer almıştır. Tutumu her zaman ikircikli olmuştur. Sadece yeni seçim yasasına karşı mücadele sırasında, Popolari bakanlarından kurtularak karşılık veren Mussolini’den kesin bir kopuş yaşadı. Ortaya çıkan kriz, parti başkanı Don Sturzo’yu (aslında hala parti politikasını yönlendirmeye devam etmesine rağmen) resmen istifaya zorladı. Bunun sonucunda bir tür bölünme yaşandı. Sağcı bir grup olan popolari nazionali artık partiden ayrılmış ve faşist listeyi desteklemektedir. Partinin ana kitlesi daha önce olduğu gibi Don Sturzo’yu takip etmektedir. Migliori liderliğindeki aşırı sol da partiden ayrılmıştır. Taşrada yürüttüğü ajitasyon zaman zaman devrimci örgütlerin eylemleriyle yakınlaşmıştır. Parti içinde büyük toprak sahiplerinin etkisi, Don Sturzo’nun arabulucu merkezciliği biçiminde hala baskındır. Popolari hareketi kuşkusuz ağır bir darbe almıştır.

Köylü partisi de kayda değer bir başka küçük partidir. Birkaç bölgede seçimlerde kendi aday listesini ortaya koydu. Bu parti, çıkarlarının temsilini mevcut partilerden herhangi birine emanet etmeye hazır olmayan ve kendi partilerini kurmayı tercih eden hoşnutsuz küçük çiftçilerden oluşan bir partidir. Bu hareketin bir geleceği olabilir. Ulusal çapta önem kazanabilir. Yarı proleter bir parti olarak değerlendirilebilecek olan küçük Cumhuriyetçi Parti’nin tutumu oldukça karışıktır, ancak faşist hükümete karşı çok güçlü bir kampanya yürütmüştür. İki parlamento sandalyesi kazandı (eski mecliste beş sandalyesi vardı, şimdi yedi sandalyesi var).

Bir de eski sosyalist partisinin içinden çıkan üç parti var: Üniteryen Sosyalist Partisi, Maksimalist Sosyalist Partisi ve Komünist Partisi. Bu partiler tek bir parti olarak birleştiklerinde 150 sandalyeye sahiptiler. Bugün üniteryenler (reformistler) 24, maksimalistler 22 ve komünistler 19 sandalyeye sahip. Komünistler, proleter birliği bayrağı altında maksimalist partinin üçüncü enternasyonalist fraksiyonu ile ortak bir liste sundu. Komünist Partisi’nin muhalefet partileri arasında parlamentoya sadece eski gücüyle değil, yeni sandalyeler kazanarak dönen tek parti olduğunu söyleyebiliriz. 1921’de 15 sandalyemiz vardı, şimdi 19 sandalyemiz var. Evet, koltuklardan biri tartışmalı ve nihai toplam 18 olabilir ama bu sadece küçük bir ayrıntı.

Alman ve Slav irredentistlerin küçük listelerine ek olarak, birkaç yıl önce Sardunya’da kurulan ve aslında İtalya’dan tamamen ayrılma çağrısı yapacak kadar ileri gitmeyen, ancak bölgesel özerkliğin arttırılmasını isteyen bir Sardunya partisi var. Devletin ademi merkeziyetçi olmasını ve İtalyan devletine ve İtalyan ulusuna daha az bağlı olmasını isteyen bir hareketten bahsediyoruz ve bu hareket daha da kötü durumda olan diğer bölgelerde de paralel hareketlere yol açabilir. Görünüşe göre Basilicata’da da benzer bir parti kuruluyor. Bu hareketin Torino’da Rivoluzione Liberale ’yi yayınlayan ve liberal ve federalist teorileri savunan tamamen entelektüel bir hareketle de bazı bağlantıları var. Bu grup faşizme karşı enerjik bir direniş sergilemektedir ve entelektüeller ve profesyonel sınıflar arasından belli sayıda sempatizanı kendine çekmiştir. Gördüğünüz gibi muhalefet çok sayıda küçük gruba bölünmüş durumda. Burada seçimlere katılmayan bazı siyasi akımlardan da bahsedeceğiz. Örneğin D’Annunzio liderliğindeki hareket, yani D’Annunzio’nun etrafında toplanan ve liderleri işaret verdiğinde savaşa girmeye hazır küçük bir elit kesim var. Ancak D’Annunzio’nun tutumu son zamanlarda oldukça çelişkiliydi. Bir süredir sessizdi.

Onunki, büyük burjuvazinin resmi seferberliğine karşı çıkan ve faşizm programından vazgeçip tamamen muhafazakar bir yol izlediği için kendisini ayrı tutan önceki orta sınıf ve asker hareketinden doğan bir hareketti. Bir de Italia Libera hareketi, yani asker örgütleri içindeki anti-faşist muhalefet var ki bunlar da şu anda etkilerinin oldukça arttığını görüyorlar. Oldukça aktif olan bir başka anti-faşist hareket de masonluktur. Faşizm masonlukta derin bir krize neden olmuştur. Çok önemli olmasa da bir bölünme bile yaşandı: küçük bir grup faşizm yanlısı mason ayrılmak istedi.

Faşistler masonlara karşı bir kampanya yürüttüler. Bir faşist olarak Mussolini, masonluk ve parti üyeliğinin bağdaşmazlığı konusunda 1914’te sosyalistler için mücadele ederken aldığı kararın aynısını onaylattı. Masonluk bu saldırılara şiddetle yanıt vermekte hiç zaman kaybetmedi. Yurtdışındaki burjuva çevrelerde faşist teröre karşı enerjik bir propaganda kampanyası yürütmüştür. İtalya’da da, aralarında masonluğun çok etkili olduğu küçük burjuvazi ve entelektüeller arasında eğitim çalışmaları yürütmektedir ve bunun belli bir etkisi olmuştur.

Anarşist hareket şu anda İtalyan siyasetinde çok önemli bir rol oynamamakta. Görebileceğiniz üzere, güçlü faşist çoğunluğa karşı çıkan çeşitli akımlar ortaya karmaşık bir tablo koyuyor.

Ancak bu muhalefet oldukça güçlü bir basına sahip olsa bile, askeri ve siyasi organizasyon açısından bu ne sayılır ki? Yakın gelecekte faşizm üstüne bir saldırı düzenleme olasılığı varken? Pratikte bunun bir cevabı yok. Doğrudur ki masonlar ve cumhuriyetçiler gibi bazı gruplar yasa dışı faşizm karşıtı organizasyonlara sahip olduklarına inanmamızı isterler, ama böyle iddialar kaale alınmamalıdır. Dikkate alınması gereken tek şey kamuoyunda ve basında yer alan güçlü muhalefet akımıdır. Burjuva muhalefeti basının büyük bir bölümünü kontrol eder. Bunlar İtalya genelinde dağıtılmış gazeteleride kapsar, muhalefetten oldugu açıklanmamış olsa da, kesinlikle faşizme karşı olan bir duruş sergilerler. Böylece Milan’ın Corriere della Sera’sı ve Turin’in La Stamp’ı kamuoyunu yönlendirir, özellikle ortalama burjuvalar arasında, inatçı yine de oldukça sesli muhalefeti. Bunların hepsi ikinci iktidarı aldığından beri oluşan memnuniyetsizliği gösterir.

Her ne kadar doğru bir şekilde muhalefet gruplarını tanımlamak ve sınıflandırmak oldukça zor olsada, proletaryanın modu ve orta sınıfın modu arasında açık bir çizgi çekmek mümkündür.

Sınıf bilincinin temelinde proletarya faşizm karşıtıdır, faşizme karşı olan mücadeleyi köklü değişimler yapacak ve faşist diktatörlük yerine devrimci bir liderlik getirecek muazzam bir savaş olarak görür. Proletarya intikam arıyor, ama kelimenin herkesçe bilinen ve duygusal anlamıyla değil; tarihsel bir mantık içerisinde intikam arıyor.

Devrimci proletarya, içgüdüsel olarak, gericilik güçlerinin gerçek büyümesine ve tahakkümüne, muhalefet güçlerinin gerçek bir karşı saldırısıyla karşı konulması gerektiğini anlar; proletarya, ancak yeni bir zorlu mücadele döneminden sonra ve – eğer zafere ulaşırsa – proletarya diktatörlüğü aracılığıyla mevcut gerçekliğin kökten değiştirilebileceğini hisseder. Proletarya bu anı beklemektedir; zor kazanılmış deneyimlerden doğan iki kat şevkle, sınıf düşmanına şu anda katlanmak zorunda kaldığı darbenin karşılığını fazlasıyla ödeyebileceği anı.

Faşizm karşıtı orta sınıf ise daha ez etkin bir karakterdir. Tabii ki elimizde yine güçlü ve içten bir muhalefet vardır, lakin temelde pasifisttir. Tüm kalpleriyle istedikleri şey İtalya’da normal siyasi hayatı yeniden kurmak ve konuşma özgürlüğünü yerine getirmektir... ama ele sopa almadan, zor kullanmaya gerek kalmadan. Her şey normale geri dönmelidir, hem komünistlerin hem de faşistlerin kendi inançlarını söylemeye hakkı olmalıdır. Belirli bir güç dengesi ve demokratik özgürlük arzulayan orta sınıfın yanılsamasıdır bu.

Faşizmden kaynaklı memnuniyetsizlikten gelen bu iki tutum, birbirinden açıkça ayırt edilmelidir. İkinci tutum, faaliyetlerimiz için küçümsenmemesi gereken zorluklar ortaya koymaktadır.

Burjuvalar arasında bile faşist hareketin menfaatinde şüpheler olduğu kelimenin tam anlamıyla anlaşıldı. Daha önce bahsedilen iki gazete, etkili bir şekilde sözcülüğünü yaparak belli bir dereceye kadar endişelerini dile getirmelerine izin veriyor. Kendilerine soruyorlar: bu doğru yol mu? Çok sert değil mi? Belirli ihtiyaçlara cevap verebilecek bir mekanizmanın mevcut olması sınıfımızın çıkarına olsa da, bu mekanizma başlangıçta amaçlanan işlev ve hedeflerin ötesine geçmiyor olabilir mi? Sınırı aşmaz mı? İtalyan burjuvazisinin daha zeki kesimleri faşizmin ve onun gerici aşırılıklarının gözden geçirilmesinden yanadır çünkü bunların devrimci bir patlamaya yol açacağından korkmaktadırlar. Egemen sınıfın bu katmanlarının, faşizmi yeniden yasal zemine çekmek ve onu daha güvenli ve esnek bir sınıf sömürüsü silahına dönüştürmek amacıyla faşizme karşı bir basın kampanyası yürütmesi doğal olarak burjuvazinin açık çıkarınadır. Faşizmin yaptıklarına, burjuva düzeninin yeniden kurulmasına ve temel dayanağı olan özel mülkiyetin kurtarılmasına duydukları coşkuyu ifade ederken aynı zamanda proletaryaya görünürde taviz verme gibi zekice bir politikadan yanadırlar. Bunlar yine de çok etkili olan görüşlerdir.

Örneğin, İtalya’nın en büyük otomobil üretim firmasının yöneticisi ve İtalyan kapitalistlerinin en güçlüsü olan Senatör Agnelli, bir liberaldir. Ancak, bazı yoldaşlarımızın başına geldiği gibi, bu gerçek çok fazla abartıldığında, FIAT işçileri bizi derhal doğru yola getirdiler ve FIAT’taki gericilik kurallarının faşist partiye mensup kapitalistler tarafından işletilen diğer fabrikalardakiyle tamamen aynı olduğunu garanti ettiler. Agnelli ne de olsa çok zeki bir işadamı olan bir kodamandır. İşçi kitlelerini kışkırtmanın tehlikeli olacağını bilir; işçiler fabrikalarını işgal edip kızıl bayrağı göndere çektiklerinde yaşadığı zor anları hatırlıyor; bu nedenle faşizme proletaryaya karşı savaşı nasıl daha akıllıca yürütebileceği konusunda hayırsever tavsiyelerde bulunuyor. Ve faşizmin bu tavsiyelere sağır olmadığı açıktır.

Matteotti olayından önce faşizm sola doğru bir dönüş yapmıştı. Matteotti’nin öldürülmesinin arifesinde Mussolini muhalefete seslendiği bir konuşma yaptı. Dedi ki: “Yeni parlamentoyu siz oluşturacaksınız. Hiçbir zaman seçimlere ihtiyaç duymadık; diktatörce bir güç kullanabilirdik ama yine de halka hitap etmeyi tercih ettik ve halkın bugün ezici bir çoğunlukla bize tam destek vererek buna karşılık verdiğini kabul etmelisiniz”. Aslında buna karşı çıkan Matteotti, demokratik ve anayasal açıdan faşizmin yenilgiye uğradığını, hükümetin azınlığa düştüğünü ve çoğunluğunun yapmacık ve yanıltıcı olduğunu ilan etti. Faşizm elbette bunu kabul etmeyi reddetti. Mussolini şöyle diyordu: “Resmi rakamlara göre çoğunluk bizde. Şimdi muhalefete değineceğim. Muhalefet iki şekilde ifade edilebilir. Birincisi; komünist yolla. Bu beylere söyleyecek hiçbir şeyimiz yok. Onlar tamamen mantıklılar. Amaçları bir gün devrimci şiddet kullanarak bizi devirmek ve proletarya diktatörlüğünü kurmaktır. Onlara yanıt veriyoruz: sadece üstün bir güce yenik düşeceğiz. Bizi alt etme riskini almak mı istiyorsunuz? Devam edin! Diğer muhalif gruplara şunu söylüyoruz: programınızda devrimci şiddetin kullanılması öngörülmüyor: bize karşı bir ayaklanma hazırlamıyorsunuz; o zaman ne istiyorsunuz? İktidarı nasıl ele geçirmeyi planlıyorsunuz? Yasalar bize bu Meclis’in yasama organı olarak beş yıl süre verdi. Ve yeni seçimler de aynı sonucu doğuracaktır. O halde yapılacak en iyi şey bir anlaşmaya varmaktır. Belki de aşırıya kaçtık, belki de haddimizi aştık. Yasadışı yöntemler kullandık ve ben bunun tekrarlanmasını önlemeye çalışıyorum. Sizi işbirliğine davet ediyorum! Önerilerinizi sunun! Düşüncelerinizi açıklayın! Bir orta yol bulacağız”. Bu, devrimci olmayan tüm muhalif gruplara yönelik bir işbirliği çağrısıydı. Sadece komünistler Mussolini’nin teklifinin dışında bırakılmıştı. CGIL ile bir anlaşmanın mümkün olabileceğini, çünkü CGIL’in demagojik devrim teorisi zemininde olmadığını, çünkü bolşevizmin şimdiye kadar tasfiye edilmiş olacağını vs. ilan etti.

Durum böyleyken Mussolini’nin takındığı tavır, anti-faşist muhalefetin nasıl bir güç haline geldiğini gösteriyordu. Hükümet sola dönmesi gerektiğini görebiliyordu. Sonra bomba patladı. Matteotti olayı İtalya’daki durumun tamamen değişmesine neden oldu. Gerçekler çok iyi bilinmektedir: Bir gün parlamento milletvekili Matteotti ortadan kaybolur. Ailesi iki gün boyunca boşuna onun dönmesini bekler. Sonra polise başvururlar. Polis hiçbir şey bilmediğini iddia eder. Gazeteler Matteotti’nin kayboluşuyla ilgili haberleri yayınladıktan sonra, görgü tanıkları onun sokakta beş kişi tarafından saldırıya uğradığını ve bir arabaya bindirilerek hızla uzaklaştığını gördüklerini anlatırlar.

Kamuoyu büyük bir kargaşa içindeydi. Belki Matteotti esir tutuluyordu, belki de bu yalnız bir bireyin terörist eylemiydi. Sadece bu mu, yoksa daha kötü bir şey mi? Belki de bir suikasttı?

Hükümet yanıt vermeye çağrıldı. Mussolini derhal açıklama yaptı: Suçluların izini süreceğiz. Birkaç tutuklama yapıldı; ancak çok geçmeden Matteotti’nin partinin terör örgütüyle bağlantılı faşist bir ekibin üyeleri tarafından öldürüldüğü herkes tarafından bilinir hale geldi. Faşistler hemen şu açıklamayı yaptılar: Bu, bizim mücadele ettiğimiz ve Mussolini’nin her zaman mücadele ettiği yasadışı akımın üzücü bir jestidir. Bu bireysel bir eylemdir, ortak bir suçtur. Suçlulara karşı harekete geçeceğiz. Ancak kamuoyu bu durumdan pek memnun değildi. Tüm basın, suçun nedeninin sadece kişisel olamayacağını, suikastçıların aslında gizli bir birliğin, bir tür kara çetenin parçası olduğunu, daha önce de benzer suçlar işlediklerini, Matteotti cinayeti kadar yankı uyandırmadıkları için cezasız kalan suçlar işlediklerini göstermek için acele etti. Giderek daha fazla insan suçlanıyordu. Rejimin kilit isimleri saldırıya uğramaya başladı. Söz konusu arabanın aşırılıkçı-faşist yayın organı Corriere Italiano tarafından temin edildiği kanıtlandı. ’Dörtler Dizisi’ üyesi Cesare Rossi suçlandı; içişleri bakan yardımcısı Aldo Finzi suçlandı. Çok sayıda tanınmış faşist tutuklandı. Anti-faşistler şiddetli bir basın kampanyası yürüttüler.

Öyleyse soru şu: Cinayetten kim sorumlu? Çünkü ceset hala bulunamamış olsa bile, kuşkusuz bir cinayetten bahsediyoruz. Bu bir siyasi fanatizm suçu mu, siyasi bir suç mu, Temsilciler Meclisi’nde faşizme karşı yaptığı konuşmalar nedeniyle Matteotti’ye karşı yürütülen bir kan davasının sonucu mu? Yoksa sadece bir yürütme organının hatası mı? İkinci hipotezin ihtimal dışı olmadığını söyleyebilirim. Matteotti’nin birkaç gün esir tutulduktan sonra direnişe geçmesi üzerine kendisini kaçıran haydutlar tarafından öldürülmüş olması mümkündür. Yoksa daha da şüpheli bir durumla mı karşı karşıyayız? Matteotti’nin elinde faşist hükümetin bazı üyelerinin yolsuzluklarıyla ilgili bazı belgeler olduğu ve bunları yayınlamak istediği söyleniyor. Belki de onu ortadan kaldırmak istemelerinin nedeni buydu? İkinci hipotez pek olası değil. Matteotti bu tür belgeleri yanında taşıyacak kadar tedbirsiz olamazdı ve taşısaydı bile kesinlikle kopyaları olurdu. Bununla birlikte, basın kampanyası sırasında İçişleri Bakanlığı’nın İtalyan ve yabancı sermayedarların hükümetten çeşitli imtiyazlar satın alabildiği bir iş merkezi haline geldiği ortaya çıkmıştır. Üst düzey yetkililer tarafından büyük miktarlarda paranın tuzağa düşürüldüğü konuşulmaktadır. Sinclair davası, yani yabancı bir şirkete İtalya’da petrol çıkarma tekeli veren petrol anlaşması buna bir örnektir. Hatta Monte Carlo’daki kumarhanenin, İtalya’daki kumarhanelerin lisanslarını kısıtlayan yasayı kabul ettirmek için muazzam bir meblağ dağıttığı bile söylenir. Bu iddiaların ardından faşistler Finzi’yi derhal istifasını vermeye bile zorladılar. Soru hala açık: tam anlamıyla siyasi bir suçla mı yoksa faşist hükümetin ahlaki yozlaşmasına tanıklık edenleri susturma ihtiyacından kaynaklanan bir suçla mı karşı karşıyayız? Durum ne olursa olsun, burjuva muhalefeti ve komünist muhalefetin iki olasılığa yaklaşımları çok farklıdır.

Burjuva muhalefeti ne diyor? Onlar için bu sadece adli bir vaka. Hükümetin suçluyu cezalandırmasını istiyor. Hükümetin cinayete doğrudan karışan kişileri tespit etmekle yetinmemesi, yargının tüm olayı aydınlatması, olaya karışan üst düzey kişilerden ve hatta hükümet üyelerinden hesap sorması gerektiği görüşündeler. Örneğin, Emniyet Genel Müdürü General de Bono cinayete karışmakla suçlanmış ve istifaya zorlanmıştır. Bu, sorumluluğun faşist hiyerarşinin hangi seviyesine ulaştığını göstermektedir. Ne de olsa De Bono, ’Ulusal Milisler’in başlıca liderlerinden biridir.

Dolayısıyla burjuva muhalefeti tüm sorunu hukuki bir mesele, bir siyasi ahlak sorunu, ülkede toplumsal barış ve huzurun yeniden tesisi sorunu olarak görmekte ve terör ve benzeri şiddet eylemlerinin sona ermesi gerektiğini savunmaktadır. Öte yandan bizim için bu siyasi ve tarihsel bir sorundur, sınıf mücadelesi sorunudur, İtalyan burjuvazisini savunmak için kapitalist saldırının kaba ama zorunlu bir sonucudur. Böylesi bir dehşetin mümkün olmasının sorumluluğu tüm faşist partiye aittir. Tüm hükümet, tüm İtalyan burjuva sınıfı ve onun rejimi. Açıkça ilan edilmelidir ki böyle bir durumu yalnızca proletaryanın devrimci faaliyeti tasfiye edebilir; bu durum, bu tür semptomların salt yasal yollarla, yasa ve düzenin cahilce yeniden tesis edilmesiyle iyileştirilemeyeceğini göstermektedir. Böyle bir amaç doğrultusunda, acil mesele mevcut düzenin yıkılması, yalnızca proletaryanın sonuna kadar götürebileceği tam bir alaşağı etme haline gelir. Başlangıçta komünistler protesto için Temsilciler Meclisi’ndeki parlamenter muhalefetle birleşecekti. Ancak çok geçmeden bizim muhalefetimiz ile onlarınki arasında bir sınır çizgisi çizmek gerekti ve komünistler diğer partilerin son açıklamalarına katılmadılar.

Maksimalistler bile parlamento muhalefet komitesinde temsil edilmektedir; bu noktada çok karakteristik bir olaya işaret etmemiz gerekiyor. KP, Matteotti cinayetine karşı bir protesto eylemi olarak derhal İtalya’da ülke çapında bir genel grev önermişti. Önerinin ciddi ve pratik olduğunu gösteren bazı şehirlerde kendiliğinden grevler başlamıştı bile.

Diğer partiler, maksimalistlerin de onayıyla, bunun yerine Matteotti’nin onuruna bir protesto eylemi olarak on dakikalık bir grev önerdiler. Ancak reformistler, maksimalistler, CGIL ve diğer muhalif gruplar, sanayi konfederasyonlarının ve faşist sendikaların öneriyi derhal kabul etmesi ve resmen muhalefete katılması gibi büyük bir talihsizlik yaşayacaklardı! Böylece protesto elbette sınıfsal anlamından hiçbir şey kaybetmedi. Bugün, proletaryanın olayları belirleyici bir şekilde etkilemesine olanak tanıyacak bir öneride bulunanların yalnızca komünistler olduğu gün ışığı gibi ortadadır.

Mevcut durumda Mussolini Hükümeti için görünüm nedir? Son olaylar meydana gelmeden önce, faşizme karşı artan hoşnutsuzluğun çarpıcı kanıtlarına rağmen, askeri ve devlet örgütlenmesinin yakın gelecekte faşizmin devrilmesi için pratik olarak çalışabilecek bir gücün ortaya çıkmasını engelleyecek kadar güçlü olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştık. Hoşnutsuzluk artıyordu ama bir kriz durumundan hala çok uzaktaydık.

Son olaylar, küçük nedenlerin büyük etkileri nasıl belirlediğinin çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Matteotti cinayeti, elbette toplumsal koşullar bu gelişmenin öncüllerinin zaten gizli bir biçimde var olduğu anlamına gelse bile, gelişmekte olan durumu olağanüstü derecede hızlandırdı. Faşist krizin ritmi büyük ölçüde hızlandı. Faşist hükümet ahlaki, psikolojik ve bir anlamda da siyasi açıdan ağır bir yenilgiye uğramıştır. Bu yenilginin henüz siyasi, askeri ve idari örgütlenme düzeyinde yansımaları olmamıştır, ancak bunun gibi ahlaki ve siyasi bir yenilginin, krizin ve iktidar mücadelesinin daha da çözülmesine yönelik ilk adım olduğu açıktır. Hükümet, içişleri portföyünü artık bir faşist olan eski milliyetçi şef Federzoni’ye teslim etmek gibi kayda değer tavizler vermek zorunda kaldı. Başka tavizler de verildi, ancak faşizm hala iktidarı sıkı sıkıya elinde tutuyor. Mussolini, Senato’da yaptığı konuşmalarda görevine devam edeceğini ve kendisine saldıran herkese karşı elindeki tüm güç araçlarını kullanacağını açıkça ilan etti.

Son haberlere göre kamuoyundaki öfke dalgası hala dinmiş değil. Ancak durum nesnel olarak daha istikrarlı hale gelmiştir. Matteotti cinayetinden iki gün sonra harekete geçirilen Ulusal Milisler çoktan terhis edilmiş ve üyeleri olağan işlerine dönmüştür. Bu da hükümetin acil tehlikenin geçtiğini düşündüğünü göstermektedir. Ancak çok yakın bir gelecekte büyük çalkantıların yaşanması, Matteotti krizinden önce olduğundan çok daha olası görünüyor.

Yine de açık olan şey, gelecekte faşizmin çok daha zor bir durumda olacağı ve aradaki dönemde ne olacağına bağlı olarak gelecekteki anti-faşist eylem için pratik olasılıkların artık eskisinden farklı olduğudur.

Beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan bu yeni duruma nasıl yanıt vermeliyiz? Görüşlerimi sistematik bir şekilde özetleyeceğim.

KP, İtalya’daki durumun kendisine biçtiği bağımsız rolü vurgulamalı ve şu içerikte parolalar yayınlamalıdır: anti-faşist muhalif grupların tasfiyesi ve bunların yerine komünist hareketin doğrudan ve açık eylemi. Bugün kamuoyunun ilgisinin KP üzerinde yoğunlaşmasına neden olan olaylarla karşı karşıyayız. İktidarın faşistler tarafından ele geçirilmesinden sonra bir süre yoldaşlarımız kitlesel olarak tutuklandı. O zaman komünist ve Bolşevik güçlerin yok edildiği, dağıtıldığı; devrimci hareketin tamamen tasfiye edildiği söylendi. Ancak seçimlerden ve diğer olaylardan sonra uzunca bir süredir parti bu iddiaları desteklemeyecek kadar güçlü yaşam işaretleri veriyor. Mussolini tüm konuşmalarında komünistlere atıfta bulunmak zorunda kalmaktadır. Matteotti davasıyla ilgili tartışmalarda faşist basın her gün kendini savunmak ve komünistlere karşı bir pozisyon almak zorundadır.

Bu da dikkatlerin partimize ve partimizin birbiriyle yakından bağlantılı diğer tüm muhalif gruplardan bağımsızlığını koruma görevine odaklanmasına neden olmaktadır. Partimiz, kendi özel duruşunu benimseyerek, kendisi ile bu diğer gruplar arasında net bir sınır çizgisi çizmektedir. Ayrıca, savaş sırasında ve sonrasında İtalya’daki sınıf mücadelesi deneyimi ve yaşadığı acı hayal kırıklığı sayesinde İtalyan proletaryası, burjuva solundan proleter sağa kadar tüm sosyal-demokrat akımların tamamen tasfiye edilmesi gerektiğini bilmektedir ve bu bilinç sağlam bir şekilde yerleşmiştir. Tüm bu akımlar eyleme geçme ve kendilerini kanıtlama imkanına sahip olmuştur. Deneyimler hiçbirinin bu göreve uygun olmadığını göstermiştir. Devrimci proletaryanın öncüsü komünist parti, vazgeçmeyi reddeden tek partidir.

Ancak bağımsız bir siyasi çizgi izleyebilmek için yenilgiciliğin partiden sökülüp atılması kesinlikle vazgeçilmezdir. Partiye ve onun gücüne inanan İtalyan proleterlerine, komünistlerin bugüne kadar giriştikleri eylemlerin başarısızlık ve başarısızlık anlamına geldiğini söyleyemeyiz!

Eğer pratiğimiz partinin mücadeleyi örgütleyebileceğini ve kendine ait özerk bir taktik uygulayabileceğini gösterirse; eğer pratiğimiz partinin tek muhalefet partisi olarak yaşadığını gösterirse; eğer saldırıya geçmenin pratik bir yolunu gösteren uygun parolalar yayınlayabilirsek, işte o zaman muhalif grupları, özellikle de sosyalistleri ve maksimalistleri tasfiye etme amacımıza ulaşacağız. Bence mevcut durumdan faydalanmak için gitmemiz gereken yön budur.

Ancak bu yönde çalışmak için kendimizi polemiklerle sınırlamamalıyız; kitleleri fethetmek için pratik çalışmalar yapılmalıdır. Bu çalışmanın amacı, devrimci eylem için kitlelerin bir araya gelmesi, komünist partinin önderliğinde şehir ve ülke proletaryasının birleşik cephesidir. Ancak bu birleşme sayesinde faşizmle doğrudan mücadeleye girişmemizi sağlayacak koşulu elde etmiş olacağız. Bu, partinin bağımsızlığını koruyarak gerçekleştirilebilecek ve gerçekleştirilmesi gereken büyük bir görevdir.

Matteotti olayının ardından faşizmin “ikinci bir terör dalgası” başlatması, muhalefete karşı yeni bir saldırıya geçmesi mümkündür. Ancak bu, tırmanan durumun sadece bir başka bölümü olacaktır. Bu yeni terörün bir sonucu olarak muhalefetin geri çekildiğini ve hoşnutsuzluğun kamuoyuna yansımasının azaldığını görebiliriz. Ancak zaman içinde hoşnutsuzluk yeniden artmaya başlayacak ve muhalefet de yeniden güçlenecektir. Faşizm sürekli ve aralıksız baskı yoluyla iktidarı elinde tutamaz. Ancak bir başka olasılık daha var: çalışan kitlelerin KP’sinin inisiyatifiyle kızıl sendikaların yeniden kurulması bayrağı altında bir araya getirilmesi. Belki de yakında bu göreve başlamak mümkün olacaktır.

Oportünistler bu görevi üstlenmeye cesaret edemiyorlar. İtalya’da, işçileri kızıl sendikalara yeniden katılmaya davet edersek başarıya ulaşacağımızdan emin olabileceğimiz şehirler var. Ancak bu geri dönüş aynı zamanda bir mücadele işareti olacağından, çünkü aynı zamanda faşistlerle savaşmaya hazır olmamız gerekeceğinden, oportünist partiler proletaryanın kitle örgütlerini yeniden oluşturmak için acele etmiyorlar. Eğer KP bu elverişli andan ilk yararlanan ve bu parolayı yayınlayan parti olursa, İtalyan işçi hareketinin KP etrafında yeniden örgütlenme olasılığı ortaya çıkacaktır.

Matteotti olayının yarattığı durumdan önce bile bağımsız duruşumuz yapabileceğimiz en iyi manevraydı. Örneğin, seçimler sırasında komünist olmayan unsurlar bile komünist adaylara oy verdiler çünkü komünizmde anti-faşizmin en açık ve en radikal biçimini, nefret ettikleri şeyin en açık reddini gördüler. Bu nedenle bağımsız konumumuz, bizimle doğrudan bağlantılı olmayan kesimler üzerinde bile siyasi bir etki yaratmanın bir aracıdır. Hükümetin öncelikle adaylarımıza ve seçim kampanyamıza karşı başlattığı saldırıya rağmen, KP’nin seçimlerdeki büyük başarısını tam da kendimizi tek sesli bir programla sunmuş olmamıza borçluyuz. Resmi olarak “Proleter Birlik” sloganı altında kampanya yürüttük, ancak kitleler bize oylarını komünist olduğumuz için, faşizme karşı açıkça savaş ilan ettiğimiz için, hasımlarımız bizi uzlaşmaz olarak tanımladığı için verdi. Bu duruş bize kayda değer başarılar sağladı.

Aynı şey Matteotti olayı için de geçerli. Tüm gözler, diğer muhalefet partilerinden tamamen farklı bir dil konuşan Komünist Partisi’ne çevrilmiş durumda. Buradan, sadece faşizme değil muhalefete karşı da tamamen bağımsız ve radikal bir duruşun, faşizmin korkunç iktidarını devirmek için mevcut gelişmelerden yararlanmamızı sağlayacağı sonucu çıkmaktadır.

Köylü kitlelerini kazanmak için de benzer bir çalışma yürütülmelidir. Köylülüğün örgütlenme biçimini, sadece endüstriyel ücretli işçilerle aynı çizgide olan ücretli tarım işçileri arasında değil, aynı zamanda kiracı çiftçiler, küçük çiftçiler vb. arasında da, onların çıkarlarını savunan örgütler içinde çalışmamıza izin verecek şekilde detaylandırmalıyız. Ekonomik durum öyle ki, hiçbir baskı bu tür örgütlerin kurulmasını engelleyemeyecektir. Bu konuyu küçük köylü mülk sahipleriyle birlikte gündeme getirmeye çalışmalı ve onların baskı ve mülksüzleştirilmelerini ele alan net bir program ortaya koymalıyız. Sosyalist partinin bu alanda takındığı muğlak tutumdan temiz bir kopuşu temsil etmeliyiz. Köylü örgütleri oluşturmak için mevcut akımları kullanmalı ve onları kırsal nüfusun ekonomik çıkarlarının savunulması yoluna yönlendirmeliyiz. Gerçekten de bu örgütler seçim makinelerine dönüştürülürse, burjuva ajitatörlerin, politikacıların ve küçük kasaba ve köylerin savunucularının eline düşeceklerdir. Bunun yerine köylülüğün ekonomik çıkarlarını savunmak için bir örgüte hayat vermeyi başarırsak (bir sendika değil, çünkü teoride küçük mülk sahiplerinin sendikası fikri ciddi itirazlarla karşılaşır), elimizde grup çalışması yürütebileceğimiz, bizden etkilenecek ve Komünist Partisi’nin tek yönetimi altında kır ve kent proletaryasının koalisyonu için bir destek noktası bulabileceğimiz bir dernek olacaktır.

Bu sunulan bir terör programı değildir. Etrafımızda efsaneler yaratıldı. Bizim aslında bir azınlık partisi olmak istediğimiz, küçük bir elit olmak istediğimiz ve bunun gibi şeyler söylendi. Biz bu tür kavramları hiçbir zaman desteklemedik. Ultra-anarşistler ve sendikalistler tarafından yayılan terörist azınlıklar hakkındaki yanılsamaları yok etmek için hem eleştirileri hem de taktikleri ile durmaksızın çalışan bir hareket varsa, o da bizim partimizdir. Biz her zaman bu eğilime karşı olduk ve bizi terörist ve silahlı, kahraman azınlıkların eylemlerinin destekçisi olarak göstermek gerçekten işleri tersine çevirmektir!

Bununla birlikte, bugün partiyi çok yakından ilgilendiren bir konu olan beyaz muhafızların silahsızlandırılması ve proletaryanın silahlandırılması sorununa ilişkin olarak net ve ilkeli bir duruş sergilemenin gerekli olduğu görüşündeyiz.

Eğer kitleler mücadeleye katılırsa kesinlikle bir mücadele mümkündür. Proletaryanın çoğunluğu, kahraman bir öncünün saldırısının meseleleri çözmeyeceğini çok iyi bilmektedir. Bu sonuncusu, zekice bir çözümdür ve tüm Marksist partiler tarafından reddedilmelidir. Bununla birlikte, beyaz muhafızların silahsızlandırılması ve proletaryanın silahlandırılması parolasıyla kitlelere gidersek, aynı emekçi kitlelere aktif bir rol sunulmalıdır. Bir “geçiş hükümeti ”nin, burjuva mevzilerinin yasal yollarla, parlamenter manevralarla ve akıllıca çıkarlarla alt edilmesine, başka bir deyişle, burjuvazinin tüm teknik ve askeri mekanizmasının yasal olarak ele geçirilmesine ve silahların proletaryaya barışçıl bir şekilde dağıtılmasına izin verecek kadar saf olacağı yanılsamasını ortadan kaldırmalıyız; ve bunu yaptıktan sonra, sessizce isyan sinyali vermemizi sağlamalıyız. Bu gerçekten aptalca ve çocukça bir fikir! Bir devrim başlatmak o kadar kolay değil!

Mücadeleye birkaç yüz, hatta birkaç bin silahlı komünistle başlamanın imkansızlığına kesinlikle inanıyoruz. İtalya Komünist Partisi bu tür yanılsamalara kapılacak en son kuruluştur. Büyük kitleleri mücadeleye çekmenin mutlak gerekliliğine kesinlikle inanıyoruz; ancak silahlanmak yalnızca devrimci araçlarla çözülebilecek bir sorundur. Devrimci proleter oluşumlar yaratarak faşizmin gelişiminin yavaşlamasından faydalanabiliriz. Ancak her türlü manevranın bizi bir gün burjuvazinin teknik ve askeri mekanizmalarını ele geçirebileceğimiz, başka bir deyişle düşmanlarımızın elini kolunu bağlayıp daha sonra onlara saldırabileceğimiz bir konuma getirebileceği yanılsamasını yok etmeliyiz.

Proletaryada devrimci kayıtsızlık hissi uyandıran bir yanılsamayla mücadele etmek terörizm değildir; tam tersine gerçekten Marksist ve devrimci bir duruştur. Biz komünist “elit” olduğumuzu ve küçük bir azınlığın eylemiyle toplumsal dengeleri altüst etmek istediğimizi söylemiyoruz. Hiç de değil, proleter kitlelerin önderliğini fethetmek istiyoruz, proleter eylemde birlik istiyoruz; ama aynı zamanda İtalyan proletaryasının deneyimlerinden de yararlanmak istiyoruz ve bunlar bize, bir kitle partisi ya da doğaçlama bir parti koalisyonundan oluşsa bile, konsolide olmayan bir parti tarafından yönetilen mücadelelerin zorunlu olarak yenilgiye yol açtığını öğretti. Kentin ve ülkenin emekçi kitlelerinin ortak mücadelesini istiyoruz, ancak bu mücadelenin net bir siyasi çizgiye sahip bir genelkurmay, yani komünist parti tarafından yönetilmesini istiyoruz.


Karşı karşıya olduğumuz sorun budur

Durum az ya da çok karmaşık bir şekilde ortaya çıkacaktır, ancak devrimi başlatan ve yönlendiren ve mevcut anti-faşist muhalefet gruplarının yıkıntıları üzerinde ilerlemenin gerekli olduğunu açıkça ilan eden KP etrafında parolaların ve ajitasyonun yayınlanması için öncüller zaten mevcuttur. Proletarya, İtalya’da işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi kapitalist sınıf için gerçek bir tehlike olarak ortaya çıktığında, tüm burjuva ve sosyal-demokrat güçlerin faşizm etrafında hizalanacağı konusunda uyarılmalıdır. Bunlar, şimdiden hazırlanmamız gereken savaşın beklentileridir.

Sonuç olarak, İtalya’da yaşadığımız deneyimlere dayanarak, uluslararası bir fenomen olarak faşizm üzerine birkaç söz eklemek istiyorum.

Faşizmin İtalya’nın ötesine de yayılmak istediğine inanıyoruz. Bulgaristan, Macaristan ve belki de Almanya gibi diğer ülkelerdeki benzer hareketler muhtemelen İtalyan faşizmi tarafından desteklenmiştir. Ancak, tüm dünya proletaryasının İtalya’da faşizm hakkında öğrenilen dersleri anlaması ve kullanması gerektiği kesinlikle doğruysa, başka ülkelerde de benzer hareketlerin işçilerle savaşmanın bir aracı olarak oluşması durumunda, İtalya’da faşist hareketin böylesine devasa bir güç haline gelmesine izin veren bazı özel önkoşulların var olduğunu unutmamak gerekir. Bu önkabuller arasında ilk ve en önemlisi olarak ulusal ve dini birliği hatırlayacağım.

Orta sınıfların faşizm etrafında seferber olmasını sağlamak için her iki ön kabulün de vazgeçilmez olduğuna inanıyorum. Duygusal bir seferberlik hem ulusal hem de dini birliğe dayanmak zorundadır. Almanya’da büyük bir faşist partinin kurulmasının, iki farklı dini mezhebin ve kısmen ayrılıkçı eğilimleri olan farklı milliyetlerin varlığıyla karşı karşıya kalacağı açıktır. İtalya’da faşizm son derece elverişli bir ortam bulmuştur. İtalya galip devletler arasındaydı ve orada aşırı bir şovenizm ve vatanseverlik mevcutken, aynı zamanda zaferin maddi avantajları daha az belirgindi. Bu faktörle sıkı sıkıya bağlı olan şey proletaryanın yenilgisidir. Orta sınıflar, proletaryanın kazanacak kadar güçlü olup olmayacağını görmek için bir süre beklemişlerdir. Proletaryanın devrimci partileri güçsüzlüklerini gösterdiğinde, orta sınıflar bağımsız hareket edebileceklerine ve hükümeti kendi ellerine alabileceklerine inandılar. Bu arada büyük burjuvazi bu güçlere boyun eğdirme ve onları kendi çıkarlarının arabasına bağlama fırsatını yakaladı.

Bu gerçeklere dayanarak, diğer ülkelerde İtalya’daki kadar açık ve bariz bir faşizmin; sömürücülerin üst tabakalarının tek bir hareketi ve orta sınıfların ve küçük burjuvazinin büyük bir çoğunluğunun bu tabakaların çıkarları doğrultusunda harekete geçmesi anlamında bir faşizmin ortaya çıkmasını beklememiz gerektiğine inanmıyorum. Diğer ülkelerdeki faşizm İtalya’dakinden farklıdır. Bu ülkelerde tamamen küçük burjuva olan gerici bir ideolojiye ve bazı silahlı oluşumlara sahip bir küçük burjuva hareketidir; ancak büyük iş dünyası ve özellikle de devlet makinesiyle tamamen özdeşleşmemiş bir harekettir. Bu devlet makinesi daha ziyade büyük iş dünyasının, büyük bankaların ve büyük toprak mülkiyetinin partileriyle koalisyona girebilir, ancak orta sınıfa ve küçük burjuvaziye karşı bağımsızlığını az çok korur. Bu tür bir faşizmin proletaryanın da düşmanı olduğu açıktır. Ancak İtalyan faşizminden çok daha az tehlikeli bir düşmandır.

Böyle bir hareketle ilişkiler sorunu, bana kalırsa, tamamen çözülmüştür: onunla herhangi bir bağ kurmayı düşünmek deliliktir. Böyle bir hareket aslında yarı proleter kitlelerin karşı-devrimci siyasi seferberliği için bir temel sunmaktadır. Eğer gerçek proletarya da aynı temelde harekete geçirilecek olursa, bu ciddi tehlikeler doğuracaktır.

Genel anlamda yurtdışında İtalyan faşizminin bir kopyasının “demokratik ve pasifist dalganın” çeşitli tezahürleriyle melezleşeceğini bekleyebiliriz. Ancak faşizm İtalya’dakinden farklı biçimler alacaktır. Proletarya ile çatışan çeşitli katmanların gericiliği ve kapitalist saldırısı böyle tek bir yöne boyun eğmeyecektir.

İtalyan anti-faşizminin yabancı örgütleri hakkında çok şey söylendi. Bu örgütler burjuva İtalyan göçmenler tarafından oluşturulmuştur. İtalyan faşizminin uluslararası kamuoyu tarafından nasıl görüldüğü ve medeni ülkeler tarafından ona karşı yürütülen propaganda kampanyası da günün konusudur. Diğer ülkelerin burjuvazisinin bu ahlaki öfkesi, faşist hareketi tasfiye etmenin bir aracı olarak bile görülmektedir.

Komünistler ve devrimciler, diğer ülkelerin burjuvazisinin demokratik ve ahlaki duyarlılığına ilişkin bu yanılsamaya teslim olmamalıdır. Bugün pasifist ve sol eğilimlerin hala var olduğu yerlerde bile, yarın faşizmi sınıf mücadelesinde bir silah olarak kullanmaktan çekinmeyeceklerdir. Faşizmin İtalya’daki istismarlarının ve burada işçilere karşı yürüttüğü terör kampanyasının uluslararası sermayeyi sevindirmekten başka bir işe yaramayacağını biliyoruz.

Faşizme karşı mücadelede yalnızca devrimci proleter Enternasyonal’e güvenilebilir. Bu bir sınıf mücadelesi sorunudur. Yardım için diğer ülkelerin demokratik partilerine ya da İnsan Hakları Ligi gibi aptal ve ikiyüzlü derneklere başvurmuyoruz, çünkü bunların faşizmden önemli bir şekilde farklı olduğu ya da diğer ülkelerdeki burjuvazinin kendi işçi sınıfı için İtalya’daki faşizmle aynı zulümleri hazırlama ve aynı vahşeti gerçekleştirme yeteneğine sahip olmadığı yanılsamasına destek vermek istemiyoruz.

Eğer İtalyan faşizmine karşı bir ayaklanma ve ülkemizdeki teröre karşı bir kampanya olacaksa, güvenilecek tek bir güç vardır: İtalya’daki ve yurtdışındaki devrimci güçler. İtalyan faşistlerini boykot etmek için her ülkenin işçilerine ihtiyaç vardır. Mücadele sırasında zulme uğrayan ve yurtdışına sürgün edilen yoldaşlarımız ne bu savaşa ne de proletarya arasında uluslararası anti-faşist bir ruh halinin yaratılmasına kayıtsız kalacaklardır. İtalya’daki gericilik ve terör, uluslararası faşizme ve burjuva baskısının tüm diğer biçimlerine karşı dünya ölçeğinde devrimci güçlerin uluslararası bir birleşmesine yol açacak bir sınıf nefreti, proleter bir karşı saldırı uyandırmalıdır.