Enternasyonal Komünist Partisi

Türkiye’de Proletarya için Savaş ve Açlık Kapıda

Türk lirası son haftalarda bir dizi çöküş yaşadı. Yılın başından bu yana dolar karşısında %90, Kasım’da %40 değer kaybetti ve Aralık’ta düşüş devam etti. Son aylarda elverişsiz genel koşullar, yüksek enflasyon, başta petrol olmak üzere enerji fiyatlarındaki keskin yükseliş, pandemi dalgalarıyla bağlantılı yüksek maliyetler lirayı baskı altında tuttu.

Ancak bu durumun nedenlerinden biri, Türk hükümetinin faiz indirimini savunmaya devam eden ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın yatırımları teşvik ettiği, ekonomiyi canlı tuttuğu ve istihdam yarattığı inancıyla para maliyetini düşürmesini şart koşan politikasıydı.

Uluslararası finans kuruluşları ise enflasyonla mücadele için faiz oranlarını yükseltmenin gerekli olduğunu ifade ediyor ve Merkez Bankası’na bu yönde baskı yapıyor. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan ekonomi politikasını sürdürmeye kararlı görünüyor. Son aylarda bunu dayatmak için üçer Merkez Bankası yöneticisi ve Maliye Bakanını, birkaç müsteşarı ve iki bakan yardımcısını değiştirerek müdahale etti. Böylece Ağustos ayındaki %19’luk faiz indirimini mevcut %14’e getirdi ve daha da indirmeyi planladığını açıkladı.

Döviz kurlarının inatçı müdafası, Türk para birimi üzerinde uluslararası spekülasyonlara yol açarak işleri daha da zorlaştırdı. Bazı finansal analistler, Türk para biriminin "bilinmeyen bölgelere" girdiğini belirtti.

Aralık ayında Merkez Bankası birkaç kez müdahale ederek döviz ve ayrıca altın rezervlerinin bir kısmını piyasaya satarak liranın euro ve dolar karşısında birkaç yüzde değer kazanmasını sağladı. Bu arada, hükümete göre enflasyon yılda _civarında seyrediyor, ancak bağımsız ekonomistlere göre aslında %58’i aşıyor gibi görünüyor.

Bu, fiyatların artmasıyla nüfusa yükleniyor ve en çok etkilenenler, maaş ve emekli aylıklarının değerinin düştüğünü gören işçiler oluyor. Büyük şehirlerde, Belediye’nin işlettiği Halk Ekmek fırınlarının önünde, özel fırınlarda maliyeti iki katına hatta daha fazlasına mal olan ekmeği kontrollü bir fiyattan almak için her sabah emekliler ve yoksullar uzun kuyruklar oluşturuyor.

Türk bankalarının ve şirketlerinin devasa dış borcu ülkeyi uluslararası spekülasyonlara maruz bırakıyor. Türkiye’de üretilen mallar yabancı para birimlerinde daha düşük fiyata satıldığından, ithal ürünlerin lira cinsinden fiyatını yükseltmesi durumunda para biriminin uluslararası değerinin kaybı, şimdiye kadar ihracatı destekledi. Ancak bu avantaj bile, ticareti yavaşlatan fiyat oynaklığı nedeniyle önemini yitiriyor.

Bu durumdan en çok kazanç sağlayan sektörlerden biri kuşkusuz hükümetin vicdansız savaş çığırtkanlığı politikasından nemalanan genç silah sanayisi. Dearsan Tersaneleri, Nijerya’ya iki açık deniz devriye gemisi sattı. Türkiye ve Pakistan ortak girişimiyle üretilen Milgem Ada sınıfı korvetin omurgasının serilmesi için 5 Kasım’da Pakistan’ın Karaçi limanında tören düzenlendi.

Kasım ayı sonlarında Türkiye’nin Nijer silahlı kuvvetlerine Bayraktar TB2 saldırı uçakları ve insansız hava araçları (İHA) ile zırhlı araç tedarik edeceği öğrenildi. Baykar Teknolojileri tarafından üretilen Bayraktar TB2 İHA’ları Suriye, Irak, Libya ve Azerbaycan’da birçok çatışmada kilit rol oynadı. Türk şirketinin bugüne kadar Ukrayna ile ortak üretim anlaşması da dahil olmak üzere 13 ülke ile sözleşmesi bulunuyor. 12 Kasım’da Ukraynalı firma Ivchenko-Progress ve Baykar Teknolojileri, yeni askeri saldırı uçağı için Ukrayna yapımı motorların tedariki için bir sözleşme imzalandığını duyurdu. Baykar, geçtiğimiz Ekim ayında İstanbul’da düzenlenen askeri teçhizat fuarı Saha Expo 2021’in oturum aralarında, yeni TB3 drone modelinin amfibi ve çok maksatlı hafif taarruz uçak gemisi TCG Anadolu’nun güvertesinden kalkış ve iniş yapmak üzere tasarlandığını açıkladı. Bu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2022 yılında hizmete girecek en büyük gemisini olacak.

Böylelikle Türkiye, ABD, İsrail ve Çin ile birlikte dünyanın en büyük dört drone üreticisinden biri haline geldi. Ama görünüşe göre Türkler daha ucuza mal oluyor! Bu başarılar hükümet tarafından politikasını haklı çıkarmak için kullanılıyor, ancak ülke ekonomisini ayakta tutmak için yeterli değil.

Hükümetin ekonomiyi canlandırmaya yönelik hamlelelerinden bir diğeri, Türkiye’nin yakın askeri ilişkiler içerisinde olduğu olduğu Katar sermayesine güvenerek Boğaz’a yeni bir alternatif kanal açma projesiydi. Yeni kanalın yönetim rejimi, Akdeniz ile Karadeniz arasında gemi geçişini düzenleyen Montrö Sözleşmesini geçersiz kılacağından, öneri, çevrecilerin yanı sıra uluslararası diplomasinin de protestolarına yol açtı.

Liranın krizini sadece ekonomik ve finansal nedenler değil, aynı zamanda uluslararası politika da belirliyor. Türk burjuvazisi komşu ülkelere yönelik politikasında açıkça bir dönüm noktasında. Avrupa ve ABD ile güçlü ekonomik ve askeri bağlara rağmen, bölgesel emperyalizm rolü için destek arayışında Rusya, Çin ve Körfez ülkelerine yönelmekten çekinmiyor.

Orta Doğu Akdeniz’de, sadece Yunanistan ile değil, Mısır, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fransa ile de çatışarak, bu deniz yataklarının altındaki gaz ve petrol sahalarının işletilmesine katılmayı amaçlıyor.

Aynı zamanda Kıbrıs sorununda yürürlükte olan uluslararası anlaşmaları da sorgulamayı amaçlıyor. Kıbrıs sorununu yeniden gündeme getirerek Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan ile olan gerilimi besliyor.

Ankara, Rusya, Mısır ve Fransa’ya karşı olduğu Libya’daki savaşa da doğrudan müdahil. Suriye’de Rusya ve Esad rejimiyle olduğu kadar, terör örgütleri olarak gördüğü Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni ve onun silahlı kuvvetleri olan Suriye Demokratik Güçlerini (SDG) desteklemekle suçladığı ABD ile de gerilim durumu devam ediyor.

Türk devleti, Moskova’dan S400 füze sisteminin satın alınması konusunda da ABD ile anlaşmazlığa düşüyor; bu durum Amerika’nın Türkiye’ye F35 avcı uçağı tedarik etmeyi reddetmesiyle sonuçlandı, o kadar ki Türkiye hava filosunu yenilemek için yüzünü Rusya’ya dönmek durumunda kaldı.

Bu militarizm ve savaş çığırtkanlığı sarmalı, Türkiye ve uluslararası işçi sınıfı için yalnızca daha fazla trajediye yol açacaktır.

Hükümet başkanı, bir poker oyuncusu gibi, bahisleri yükseltiyor, ancak kartlarını açması gerekiyor. ABD’nin, Erdoğan’ı saflarına ve NATO’daki rolüne geri getirmek için finans araçlarıyla baskı yaparken beklediği şey budur.

Bu durumda işçi sınıfı, şu ana kadar yetersiz de olsa, koşullarının kötüleşmesine tepki göstermiştir. DİSK, büyük şehirlerde KESK’in desteğiyle "Geçinemiyoruz" diye bağırarak gösteriler düzenleyerek, asgari ücrete zam çağrısında bulundu.

12 Aralık’ta İstanbul’da yeni bir sendikal gösteri düzenlendi. Protestocular ağırlıklı olarak 179 avroya denk gelen asgari ücretin 331’e çıkarılmasını talep etti. Sosyal Güvenlik Kurumu’na göre ülkedeki tüm işçilerin %40’ından fazlası asgari ücreti alıyor. 2021 için asgari aylık ücret, yılın başında 380 dolar değerinde olan ancak şimdilerde 186’dan az olan 2.826 liraydı.

KESK, Aralık ayının son hafta sonu olmak üzere dört ilde Cumartesi günü İzmir ve Diyarbakır’da, Pazar günü İstanbul ve Ankara’da "Geçinemiyoruz" sloganıyla gösteriler düzenlemeye devam etti.

Bu seferberlikler ilk önemli sonuçlarını verdi: Hükümet, hem sendika protestolarının büyümesini önlemek için, hem de 2023 seçimlerini de göz önünde bulundurarak, Ocak 2022’den itibaren asgari ücreti %50 oranında, kamu çalışanlarının maaşlarını ise %30 oranında artıracağını açıkladı. Bu, geçen yılın ücret kaybını dahi telafi etmeye yetmeyecek, ayrıca enflasyonda yeni bir artışa neden olacak, fakat yine de geçici olarak işçi ve emeklilerin koşullarını hafifletecektir.

Muhalefetin yönettiği şehirlerin mahallelerinde de liranın çöküşü nedeniyle hükümetin istifasını isteyen yarı spontane gösteriler yapıldı.

Şimdi, burjuva muhalefeti (Kemalist Sosyal Demokratlar, onların muhalif faşist müttefikleri ve Kürt milliyetçileri) hem hükümet politikasının hoşnutsuzluğundan yararlanmak hem de proletaryanın bağımsız bir sınıf tepkisini önlemek için her şeyi kendi uzak seçim zaferlerine yatırararak gösteriler düzenliyorlar. Ama bu partiler iktidara gelirse sınıflar arasındaki güç dengesi değişmeyecek ve Türk proletaryası kesinlikle koşullarında önemli değişiklikler görmeyecektir.

Hükümet, güney sınırlarındaki savaşın, Kürtlere karşı iç savaşın ve Türkiye’nin birçok cephede kendini bağladığı diplomatik durumun gerektirdiği olağanüstü hal ve ulusal birlik çağrısına sürekli başvurarak ülkeyi baskıcı bir el altında tutuyor.

Bu durumda Türkiye proletaryası gerek burjuva sol partilerinin gerekse milliyetçilerin vaatlerine kapılmamaya özen göstermeli ve diğer sınıflarda müttefik bulamayacağını anlamalıdır. Aksine, tek müttefiki diğer ülkelerin proletaryasıdır. Militarizm ve savaş, yalnızca burjuvaziye ve egemen sınıflara yarar sağlarken, proleterler için sadece ölüm ve açlık anlamına gelir.