Enternasyonal Komünist Partisi


Komünizm ve Milli Sorun
(“Il comunismo e la questione nazionale”, Prometeo, no.4, 15 Nisan 1924)


Eylem ve İlkeler

Proleter, komünist ve devrimci yönteme ilişkin tartışmalar genellikle "ilkeler" ve bu ilkeler ile eylem, teori ile pratik arasında sözde bir ikilik meselesi etrafında dönmektedir. Bu konuda net bir anlayışa ulaşmayı başardığımız pek sık görülmez; ancak bunu yapana kadar, her eleştirel ve polemiksel gelişme anlamsız bir kafa karışıklığına dönüşecektir.

Eski ve yeni oportünizm, insan davranışlarının temelinde doğuştan gelen ebedi fikirlerin olduğunu reddeden Marksist tezin vurgusunu değiştirmeyi sever ve genellikle onları engelleyebilecek sınırlayıcı faktörleri dikkate almadan gerçekleştirilecek eylemlerden, sabit ilkeleri olmayan politikalardan bahseder. Marx’ın devrimci doktrinini olduğu gibi bıraktığını iddia ederek kendisini proleter hareketin üzerine akıllıca yerleştiren Bernstein’ın klasik revizyonizmi, "hedef hiçbir şeydir, hareket her şeydir" diyordu. Hedefin hiçbir şey olduğunu ilan etmek, birazdan göreceğimiz gibi, ilkeler olmadan da yapabileceğiniz anlamına gelir çünkü Marksist komünizm için ilkeler hedeflerdir, yani eylemin yöneldiği varış noktalarıdır... Ve iki terimin karşıtlığı paradoksal görünmemelidir.

Oportünist reformizm, büyük bir nihai hedef vizyonunu bir kenara bırakıp hareketin doktrinini tavan arasına kaldırdıktan sonra, yalnızca yakın gelecekte deneysel şekilde teker teker çözülebilecek mevcut sorunlardan bahseder.

Bununla birlikte, kendini yeniden keşfetmeyi ve yeni kisveler altında yeniden ortaya çıkmayı kesinlikle bırakmayan bu tahrifatın yeni varyasyonlarıyla ilgili olarak, çeşitli eylem biçimleri arasındaki seçimimize rehberlik etmek için tüm geçerli kuralları bir kenara bıraktıktan sonra hangi göstergeyi kullanmamız gerektiğini sorma hakkımız vardı ve hala bu hakkımız saklı. Çıkarları doğrultusunda eylemde bulunulacak olan "özne" kimdir? Ve oportünizm (proleter devrim doktrini ve genel pratiğinin yerine basit "emekçiliğin" somutlaşmış hali ve temsilcisi), günlük görevlerinin işçilerin çıkarlarından, yani tek tek ele alındığında belirli grupların ve mesleki kategorilerin çıkarlarından esinlendiğini, bunların tatminini daha kolay, daha yakın ve daha hızlı olarak gördüğünü söylemektedir.

Dolayısıyla, hangi eylemin gerçekleştirileceğine dair soruların çözümleri artık proleter hareketten ve onun tarihsel yolculuğundan esinlenmemekte, her seferinde bir tane uydurulmakta ve işçi sınıfının küçük kesimleriyle, yolculuğunun çok küçük bölümleriyle sınırlandırılmaktadır. Revizyonizm bu şekilde hareket ederek kendisini ilkelerle olan her türlü bağdan kurtarmakta, ancak az ya da çok aşırı biçimlerinde yine de Marksizmin gerçek ruhuyla hareket etmekle övünmektedir ki bu da onlara göre son derece açık fikirli ve eklektik bir hareket anlamına gelmektedir.

Bu sapmalara karşı mücadele, proleter hareket daha da önemli deneyimler kazanmaya devam ettikçe, hareketin çok önemli bir yönü olmaya devam edecektir. Sorunları ortaya koyma ve çözme konusundaki bu revizyonist yöntem hakkında sık sık uyarılar ve eleştiriler yapılmıştır, ancak yine de proleter eylemi etkilemeye çalışmak için yeni ve daha dolambaçlı yollar bulacaktır. Burada genel bir çürütme yapmayacağız, sadece belirli bir sorunla ilgili olarak tutumumuzu daha anlaşılır kılacağız.


İlkelerden Kaçınmak Eşittir Burjuva İlkelerine Boyun Eğmek

Marksist Sol olarak oportünizmin bayağı hilelerinin maskesini birçok kez düşürdük. Aptalca dogmalar olarak adlandırılan sözde ilkelerden kaçınma, basitçe burjuvazinin karşı-devrimci ideolojisinin tipik ilkelerine körü körüne, inatçı bir şekilde uymaya indirgenmiştir. Proleter hareketin içindeki olumlu, pratik, açık fikirli insanlar, proleter hareketi ve işçilerin ekonomik çıkarlarını tabi kılmaya çalıştıkları burjuva fikirlerinin en hevesli destekçileri olarak kendilerini en yüksek anda ortaya atmışlardır.

Bu karakteristik gerçeğin altını çizen teorik eleştiri, sosyalist oportünizmin burjuva eyleminin bir biçimi ve liderlerinin de proleter saflardaki kapitalizmin ajanları olarak siyasi maskelerinin düşürülmesiyle yan yana ilerleyen bir eleştiridir.

Dünya savaşının başlangıcında, oportünist Enternasyonal’in göz kamaştırıcı iflası, kendisini teorik olarak, teori alanında olduğu kadar sosyalist propagandada da sürprizler, beklenmedik ifşaatlar, sansasyonel "keşifler" olarak görünen argümanlarla savundu. Sosyalizmin doktriner ya da programatik ilkeleri olmadığını söyleyenler, birdenbire sosyalizmin artık ilkesiz hareket olma özelliğini bile korumadığını, ancak o zamana kadar hiçbir zaman açıkça ifade edilmemiş, aslında her zaman sosyalist düşünceye yabancı olarak görülmüş ve polemik düzeyinde onun tarafından kesin olarak yıkılmış olan bazı tezlerin koşulsuz kabulüne tabi olması gerektiğini ileri sürdüler. Sosyalizm, burjuva sol hareketinin bir "alt okulu" haline indirgenmiş, sözde demokrasi ideolojisine bağlanmış, Marksizmin en temel ifadelerinde kabul ettiği gibi, yani burjuva sınıfının çıkarlarına uygun siyasi doktrin olarak değil, birdenbire egemen kapitalist yönetime göre ileri ve ilerici bir şey olarak sunulmuştur. Enternasyonal’deki hainler daha sonra, proleter eylemin kaçınılmaz olarak belirlendiğini ve takip etmeye mahkum olduğunu iddia ettikleri bazı ilkeleri "keşfederek" bize çelme takmaya çalıştılar; kalplerinde çok değerli olan bireysel gruplarınkiler de dahil olmak üzere tüm acil çıkarların kaçınılmaz olarak feda edilmesi gerektiğini söylediler. Bu ilkelerden özellikle üçü öne çıkarıldı: demokratik özgürlük, savunma savaşı ve milliyet ilkeleri.

O zamana kadar oportünistler kasıtlı olarak teorik bir ortodoksluk taklidi yapmış ve kitlelere her zaman sınıf mücadelesinden, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasından ve emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasından bahsetmişlerdi: Bu nedenle yeni ilkelerin aniden keşfedilmesi proletaryayı şaşırtacak, sınıf bilincini ve devrimci ideolojisini zayıflatacak ve ideolojik olarak sınıfçı bir yönde harekete geçirme olasılığını sabote edecekti; tıpkı büyük işçi örgütlerinin önde gelen yetkililerinin burjuvaziyle ittifaka girmesinin, dünya işçi sınıfının sosyalist eylem temelinde yeniden örgütlenmesi platformunun aniden ortadan kalkmasıyla sonuçlanması gibi.

O zaman öğrendik ki (ve sadece çok az militan sosyalist öfkesini ve protestosunu nasıl ifade edeceğini biliyordu ve daha da azı bunu yapabildi), sosyalist proletarya, sözkonusu olan sınıfçı doktrinden türetilen ilkelerse ilkesiz olmak, ancak burjuva ideolojisinin ilkeleri, yani egemen sınıfların hakim çıkarlarını dönüştürme eğiliminde oldukları dinin temel fikirleri ise, kutsal bir yazı gibi onlara boyun eğmek zorundaydı. Marksist eleştirinin özüne ihanet bundan daha bariz olamazdı.

Sosyalist doktrinin en bariz formülasyonlarının üzerine ilgisiz ve antitetik unsurların bu küstahça bindirilmesinin ne kadar ileri gittiğine dair küçük bir fikir vermek için sadece bir örnek vereceğiz. Biz kendi payımıza doğal olarak Komünist Manifesto’dan, proletaryanın bir ülkesi olmadığı ve ancak siyasi iktidarı ele geçirdiğinde burjuvaziden çok farklı bir anlamda bir millet oluşturduğunu düşünebileceği şeklindeki meşhur pasaja başvurduk. Sosyalist Partisi’nin en ünlü propagandacılarından biri olan eski partinin propaganda "teknisyeni" Paoloni’nin yanıtı ise şöyle oldu: Siyasi iktidarı fethetmek... demokratik oy hakkını fethetmekten ibarettir; proletarya oy hakkına sahip olduğu her yerde bir ülkeye ve ulusal haklara sahiptir! Cevap vermeye tenezzül etmeyeceğimiz bu önerme, İkinci Enternasyonal’de Marksist propaganda yapmakla görevlendirilenlerin nasıl inanılmaz derecede aptal ya da inanılmaz derecede utanmaz olduklarını göstermektedir.


Burjuva Özgürlük ve Demokrasi İlkesi

Bu derginin sayfalarında burjuva demokrasi ve özgürlük "ilkelerinin" Marksist eleştirisini ifade ettik ve daha da iyi ifade etmeye çalışmaya devam edeceğiz. Burjuva liberal felsefesini ve onun yasalar önünde eşitliğini ciddiye almıyoruz. Teorik yıkımına, komünist anlayışa göre, devrimci amaca ulaşmak için liberal ve özgürlükçü yöntemlerin uygulanmasının mümkün olduğu yanılsamasını ortadan kaldıran proleter bir siyasi program eşlik etmelidir: toplumun sınıflara bölünmesinin bastırılması. Burjuva devleti altında tüm yurttaşların sözde eşit haklara sahip olması, "serbest rekabet" ekonomik ilkesinin ve pazarda meta alıcı ve satıcılarının eşitliğinin tercümesinden başka bir şey değildir: bu, kapitalist sömürü ve baskının kurulup sürdürülebileceği en iyi koşulların sağlamlaştırılması anlamına gelen bir eşitliktir.

Sosyalist düşüncenin bir gereği olan bu eleştiriyle doğrudan bağlantılı olarak, savaş zamanında proleter ve sosyalist politikanın belirleyicisi olarak, çatışan ülkelerin elde ettiği az ya da çok "demokratik özgürlük" derecelerine başvurmanın yanlış olduğunu, çünkü bunun tamamen burjuva ve anti-proleter kriterlere dayanmak anlamına geleceğini göstermek gerekir. Bu nedenle yukarıda bahsedilen üç ilkeden ilki üzerinde daha fazla durmayacağız.

Diğer iki ilke de aynı teorik çarpıtmadan kaynaklanmaktadır: savunmacı ya da saldırgan olmalarına ya da bir ülkenin sakinlerine çoğunluğun istediği iddia edilen hükümeti verme amacına sahip olmalarına göre haklı ve haksız savaşlardan söz edilmesi, bireyler arasındaki ilişkilerde olduğu gibi devletler arasındaki ilişkilerde de bir demokrasi ilkesinin tesis edildiği inancını varsaymaktadır.

Bu tür ilkeler, burjuvazinin, arkasında yatan acımasız bencilliği itiraf edemediği için, kitleler arasında kendi yönetimine uygun bir ideoloji yaratmak amacıyla ilan ettiği ilkelerdir. Kapitalist devletin iç yaşamında seçimli demokrasi, bizim bakış açımıza göre, sınıf mücadelesinin belirleyici anlarında proletaryanın kendisini silahlı devlet makinesiyle karşı karşıya bulmayacağına dair etkili bir garanti teşkil etmese de, aslında yasal bir onaylama ya da anayasal bir karara eşdeğerdir; uluslararası ilişkilerde, demokratik teoriden kaynaklanan ilkelerin resmi bir uygulamasına karşılık gelen hiçbir yaptırım ya da sözleşme yoktur.

Kapitalist rejim için devlet düzeyinde demokrasinin kurulması, gelişimine içkin bir zorunluluktu: ancak aynı şey, uluslararası ilişkiler için demokrasiden çıkarılan ve tahkime dayalı evrensel barışı, sınırların milliyet temelinde belirlenmesini vb. destekleyen ideologlar tarafından yasaklanan formüllerin hiçbiri için söylenemez. Bu sonuncu argüman, kapitalist sınıfları, salt burjuva teorisyenlerden ödünç aldıktan sonra proletarya tarafından onaylanmasını istedikleri bu siyasi taleplere karşı olarak tasvir eden oportünistlerin oyununa uyuyor gibi görünüyor. Ancak argüman sürekli olarak yüzlerinde patlamaktadır.

Gerçekten de, sosyalist proletarya "Kutsal İttifak" adına silahlarını bıraktıktan ve kendi mücadelesini ve bağımsızlığını terk ettikten sonra, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi için ona daha da özgür bir el bıraktı diye, bir burjuva devletin uluslararası politikasını değiştireceğini düşünmek saçmadır. İkinci olarak, sosyal hainlerin canice oyunu daha da bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır: Devrimci programların sözde "ütopyacılığına", acil ve somut hedefler koyma, gerçekten mümkün olana bağlı kalma ihtiyacıyla karşı çıktılar; birdenbire, proleter hareketin politikasını kendilerine tabi kılmak amacıyla, yalnızca sınıfçı ya da sosyalist olmayan değil, aynı zamanda tamamen gerçek dışı ve hayali olduğu kanıtlanan hedefler ortaya atıyorlar; burjuvazinin kendisinin asla uygulamayacağı, ancak proletaryanın inanmasını sağlamanın kendi çıkarlarına olduğu fikirlere itibar ediyorlar. Bu nedenle oportünistlerin politikası, küçük adımlarla da olsa, durumları gerçek pratik gelişimlerinde ileriye götürmeyi amaçlamamakta, ancak kitlelerin burjuvazinin ve karşı devrimin çıkarları doğrultusunda ideolojik olarak seferber edilmesinden başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.


"Milliyet İlkesi"

Milliyet ilkesine gelince, bunun hiçbir zaman kitleleri ajite etmek için kullanılan bir slogan ve en iyi varsayımla bazı küçük burjuva entelektüel tabakaların beslediği bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını göstermek zor değildir. Kapitalizmin gelişmesi için büyük devlet birimlerinin oluşması gerekliyse de, hiçbiri pratikte tanımlanması çok zor olan ünlü milliyet ilkesine uyularak oluşturulmamıştır. Kesinlikle devrimci olmayan Vilfredo Pareto adlı bir yazar 1918’de bir makale yazarak (Men and Ideas, Editör: Vallecchi, Floransa, 1920) "sözde milliyet ilkesi"ni eleştirmiş ve tatmin edici bir tanım bulmanın ne kadar imkansız olduğunu ve bunu belirlemek için kullanılabilecek birçok kriterden (etnik, dilsel, dinsel, tarihsel, vs.) hiçbirinin kapsamlı olmadığını ve aslında hepsinin birbiriyle çelişen sonuçlara götürdüğünü göstermiştir. Pareto ayrıca, bizim de savaş dönemindeki polemiklerimizde sık sık dile getirdiğimiz, plebisitlerin ulusal sorunların çözümünde kesinlikle kesin bir yol olmadığı, zira çoğunluğun oyunun geçerli olacağı toprakların sınırlarının ve bu toprakları örgütleyecek ve kontrol edecek güçlerin niteliğinin önceden belirlenmesi gerektiği, dolayısıyla bir kısır döngüye girileceği gibi bariz bir gözlemde bulunmaktadır...

Burada dokuz yıl önceki polemiklerin tamamına geri dönmeye gerek yok. O zamanlar biz enternasyonalistler için, sosyal savaş yanlıları tarafından ortaya atılan meşhur ilkelerin nasıl tamamen çelişkili bir şekilde uygulanmaya müsait olduğunu göstermek kolaydı. Savaş halindeki her devlet, savunma amaçlı bir durum yaratmanın bir yolunu bulabilir: belki de saldırgan, toprakları "yabancı istilacı tarafından ayaklar altına alınan" kişidir; her durumda sosyalist hareketin devrimci tutumu, hem saldırı hem de savunma amaçlı askeri eylem durumunda benzer sonuçlara yol açacaktır, çünkü biri basitçe diğerine dönüştürülebilir. Milliyetçilik ve irredantizm sorunlarına gelince, bunlar o kadar karmaşıktır ve o kadar çoktur ki, dünya savaşı sırasındakinden çok farklı ittifakların kurulmasını haklı göstermek için kullanılabilirler.

Ünlü ilkeler listesi daha sonra uygulandığında birbiriyle çelişti. Sosyal yurtseverlere, daha demokratik bir halkın daha az demokratik bir halka saldırma ve boyun eğdirme hakkını tanıyıp tanımadıklarını; "kurtarılmamış" bölgeleri kurtarmak için askeri saldırıyı onaylayıp onaylamayacaklarını vb. sorduk.

Ve bu mantıksal çelişkiler, bu yanlış tezler bir kez kabul edildiğinde, herhangi bir savaşa sosyalist desteği haklı çıkarma olasılığına dönüşecekti; gerçekten de, en umutsuz koşullarda olan tüm ülkelerdeki sosyalist ihanet taktiklerini desteklemek için kullanılan aynı argümanlarla, her iki taraftaki işçiler savaş cephesinde birbirleriyle yüzleşmeye sürüklenecekti.

Galip burjuva hükümetlerinin, hangisi kazanırsa kazansın, sosyal milliyetçilere göre sadece proletaryanın savaşı desteklemesi için bir neden değil, aynı zamanda savaşın, işçilerin değersiz liderleri tarafından inandırıldıkları sonuçlara yol açacağının garantisi olan bu politikaları barış zamanında uygulamayı bir an bile düşünmeyeceklerini tahmin etmek de o kadar kolaydı.


Komünist Enternasyonal’de Milli Sorun

Sosyal-milliyetçi sapmaların eleştirisi ve çürütülmesi bu nedenle yeni bir şey değildir: Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu sırasında özellikle acil görünen, milli sorunun komünist bakış açısından olumlu bir şekilde çözülmesi meselesi daha az açıktır. Bu, 2. Kongre’nin (1920) tezleriyle tamamen çözüldüğü söylenemeyecek bir sorundur, öyle ki yakında yapılacak olan 5. Kongre’nin de bu sorunla ilgilenmesi gerekecektir.

Açıktır ki Komünist Enternasyonal, kendi siyasi ve taktik sorunlarını çözmesine yardımcı olması için burjuvazi ve küçük burjuvaziden teori ve slogan ödünç alacak değildir. Komünist Enternasyonal, Marksist doktrinin ve Marksist yöntemin devrimci değerlerini yeniden tesis etmiş ve onun program ve taktiklerinden ilham almıştır.

O halde, böyle bir temel üzerinde, örneğin milli sorun gibi sorunlara nasıl bir çözüm bulacağız? Burada milli sorunun en temel özelliklerini hatırlamak istiyoruz. Revizyonistler, ilkeleri ya da genel amaçları dikkate almaksızın, olumsal durumları vaka bazında incelemekten söz ederlerdi. Bu nedenle, durumları değerlendirirken sosyal-ekonomik faktörlerin ve çatışan sınıf çıkarlarının rolünü vurgulayan Marksist kriterlere artık bağlı kalmayarak tamamen burjuva sonuçlara ulaştılar. Doğru komünist çizginin, bir durumu analiz ederken olguların Marksist eleştiri yöntemine sıkı sıkıya sadık kalmak, önyargılı fikirlere ihtiyaç duymadan doğal olarak buradan sonuçlara varmak olduğu söylenebilir. Ancak bize göre böyle bir yanıt, belirsizliği nedeniyle hala oportünist tehlikeler barındırmaktadır. Öte yandan, bunun yerine, olumsal olguların daha Marksist ve sınıfçı bir incelemesini yapmak için, burjuva formüllerinin neredeyse mekanik bir şekilde altüst edilmesiyle ulaşılan ilkelere ve genel formüllere uyulmasını eklememiz gerektiği söylenebilir: bunun aşırı basitleştirme ve yanlış değerlendirilmiş bir radikalizm tarafında hata yapmak olacağını isteyerek kabul ediyoruz. Bazı basit formüller partimizin ajitasyon ve propagandası için vazgeçilmezdir ve bunlar her halükarda aşırı esneklik ve vicdansızlıktan daha az tehlikelidir. Ancak bu formüller, zaman zaman ortaya çıkan ve sonuçlarının açık ve net terimlerle militan kitlesinin hizmetine sunulabilmesi için partinin en yüksek eleştirel ve müzakereci organları tarafından ele alınması gereken sorunları incelemek için hareket noktaları değil, varış noktalarıdır, sonuçlardır. Bu nedenle, örneğin "tüm savaşlara karşı" sloganının, önemli bir tarihsel aşamada, gerçek devrimcileri, her bir burjuvazinin politikasının meşrulaştırılmasına yol açan bir savaş ile diğeri arasındaki farklar üzerinde tartışan oportünistlerden ayırt etmenin mükemmel bir yolu olduğu söylenebilir; Ancak bir doktrin ifadesi olarak slogan açıkça yetersizdir ve bunun nedeni, oportünist pozisyonu acımasızca altüst eden tüm biçimsel radikalizmine rağmen, kendisini başka bir burjuva ideolojik pozisyonla birleştirmeye elverişli olmasıdır: Tolstoycu pasifizmle. Ve böylece silahlı şiddet kullanımına ilişkin temel önermemizle çelişkiye düşmüş oluruz.


Doğru Tanımlanmış Marksist Yol

Bu tür soruları yanıtlamanın Marksist açıdan kesin yolu, kısaca bahsettiğimiz iki yanıttan hiçbiri değildir. Burjuvazinin demokratik doktrinlerinin Marksist-Leninist eleştirisinin hayranlık uyandıran yapısı ve Devlet sorununa ilişkin programımızın tanımı gibi parlak örnekler zaten mevcut olsa bile, devrimci proletaryanın partisinin bunu daha kesin bir şekilde belirtmesi faydalı olacaktır.

En iyi çözümün ne olduğuna dair kısa bir fikir vermek gerekirse, şu tezi kesinlikle reddettiğimizi söyleyebiliriz: Marksist siyaset, başka unsurlara ihtiyaç duymaksızın, birbiri ardına gelen durumları (elbette çok özel bir yöntem kullanarak) incelemekle yetinmelidir. Herhangi bir sorunla ilişkili olarak ortaya çıkan ekonomik faktörleri ve sınıf çatışmalarının büyümesini incelediğimizde, vazgeçilmez bir şey yapmış oluruz ama yine de her şeyi hesaba katmamış oluruz. Dikkate alınması gereken ve devrimci "ilkeler" olarak adlandırılabilecek bazı başka kriterler de vardır; ancak bu tür fikirlerin bir yerlerde bir taş tablete derinlemesine kazınmış "keşfedilmiş" içkin ya da önkabüle dayanan fikirlerden oluşmadığının açıkça belirtilmesi gerekir. İstersek "ilkeler" kelimesinden vazgeçebilir ve bunun yerine programatik önermelere atıfta bulunabiliriz: her şeyi daha iyi ifade etmek her zaman mümkündür ve aslında uluslararası bir hareketin dilsel gerekliliklerini, terminolojimizi de göz önünde bulundurmalıyız.

Bu kriterlere, Marksizmin devrimci gücünü özetleyen ek bir husus daha ekliyoruz. Örneğin İngiliz liman işçileri ya da Finlandiya’daki işçiler sorununu, yalnızca tarihsel-determinist yöntemi kullanarak, birincisinin bir işçi kategorisi olarak ya da ikincisinin bir ulus olarak durumunu, sorunun dolaysız bağlamının dayattığı zamansal ve mekansal sınırlamalar içinde

ele alarak incelemekten elde edilen olgularla çözemeyiz, çözmek zorunda da hissetmemeliyiz. Eğer tarihsel süreç bir bütün olarak ele alınacaksa, devrimci hareketimizi yönlendiren ve bu kısmi çıkarların çatışamayacağı daha yüksek bir çıkar vardır; ancak bu, belirli durumlarda ve belirli zamanlarda proleter grupları ilgilendiren bireysel sorunların doğrudan işaret etmediği ya da bunlardan doğrudan kaynaklanmayan bir çıkardır. Bu genel çıkar, tek kelimeyle, proleter devrimin çıkarıdır, yani tarihsel görevi bakımından birliğe sahip ve devrimci bir hedefi amaçlayan bir dünya sınıfı olarak kabul edilen proletaryanın çıkarıdır: burjuva düzeninin yıkılması. Bu yüce amaca bağlı olarak tek tek sorunları çözebiliriz ve çözmeliyiz de.

Ayrı çözümleri bu genel amaç doğrultusunda koordine etme biçimi, parti tarafından kabul edilen ve programının ve taktik yöntemlerinin dayanakları olarak sunulan belirli önermelerde somutlaştırılmıştır. Bu önermeler değişmez dogmalar olmayıp, insan toplumunun mevcut tarihsel dönemdeki durumunun genel ve sistematik bir incelemesinin sonucudur ve bu incelemede deneyimlerimiz dahilindeki tüm olgular tam olarak dikkate alınmıştır. Bu incelemenin sürekli olarak gelişmekte olduğunu ve sonuçların her zaman daha iyi detaylandırılabileceğini inkar etmiyoruz, ancak kesin olan bir şey var: proletaryanın sahip olduğu tarihsel deneyim, eleştirimizin temeli olarak bir program ve bir dizi siyasi davranış kuralı oluşturmamıza izin vermeseydi, dünya partisi olarak var olamazdık.

Bu olmadan var olamazdık; ne bir parti olarak biz, ne de bilinçli bir doktrine ve savaşan bir örgüte sahip tarihsel bir sınıf olarak proletarya. Sonuçlarımızda boşluklar ortaya çıkarsa ya da gelecekte kısmi revizyonlar öngörülürse, çeşitli ülkelerdeki müteakip durumların olasılıklar olarak önerebileceği eylemler üzerinde kesinlikle bir "sınırlama" olarak görünen önermelerimizi ve ilkelerimizi tanımlamakta başarısız olarak bunu telafi etmek bir hata olacaktır. Çok daha az ciddi bir hata, biraz keyfi de olsa kesin formüllerimizi "tamamlayarak" meseleleri düzeltmeye çalışmak olacaktır. Çünkü ajitasyon ve eylem için bu tür formüllerin netliği, kesinliği ve mümkün olan azami sürekliliği devrimci hareketin güçlenmesi için vazgeçilmez koşullardır. Biraz pervasızca görünebilecek bu açıklamaya, pek çok kişinin aşırı soyut olarak görebileceği ciddi bir soru üzerinde daha fazla durmak istemeden, Büyük Savaş ve Rus Devrimi’ne kadar sınıf mücadelesi tarihinin bize sağladığı olguların, dünya komünist partisinin tüm boşlukları tatmin edici çözümlerle doldurmasına izin verdiğini ekliyoruz: bu kesinlikle gelecekte öğreneceğimiz hiçbir şey kalmadığı ya da sonuçlarımızın siyasi uygulamada sürekli olarak doğrulanması anlamına gelmiyor. Programın ve Enternasyonal’in taktik ve örgütsel kurallarının "kodifikasyonuna" acil bir öncelik vermeyi reddetmek, bugün bizim için oportünist nitelikte bir tehditten başka bir anlama gelemez; bu nedenle eylemimiz yarın burjuva kurallarına ve ilkelerine sığınma riskiyle karşı karşıya kalacaktır ki bu, eylem "özgürlüğümüz" söz konusu olduğunda kesinlikle tamamen yanlıştır ve hatta felakettir.

Hareketimizin karşı karşıya olduğu sorunlara Marksist bir çözümün şu unsurlardan oluştuğu sonucuna varıyoruz: nihai, genel devrimci zaferin gerçekleştirilmesine yönelik tarihsel sürece ilişkin genel vizyonumuzu oluşturan sonuçlar dizisi; ve araştırma alanına giren olguların Marksist incelenmesi.

Bu sonuçlar dizisi, olguların incelenmesinin ve özellikle de şimdiye kadar elimizde bulunan tüm sosyo-tarihsel olguların incelenmesinin diyalektik bir sonucudur: Devrimci parti söz konusu olduğunda, dogmatik olarak nitelendirilmemeli, aksine bizi tüm oportünistlerden ayıran ve daha sıradan bir ifadeyle, bizi devrimci davanın hainlerinden ve döneklerinden ayırmaya hizmet eden doktrinsel ve taktiksel tutarlılığımızda, hatta isterseniz monoton bir şekilde somutlaşan, gelişmiş bir tarihsel "kalıcılık" derecesine sahip olarak nitelendirilmelidir.


Yöntemin Milli Soruna Uygulanması

Şimdi, belirttiğimiz yöntemi örneklemek için her şeyden çok milli sorunu ele alacağız. Bu sorunun incelenmesi ve özetlendiği olguların tanımlanması, haklı olarak küresel kapitalizmin durumunun ve içinden geçmekte olduğu emperyalist aşamanın genel değerlendirmesine geri dönen 2. Kongre tezlerinde yer almaktadır.

Bu olgular bütünü, devrimci mücadelenin genel bilançosu akılda tutularak incelenmelidir. Temel gerçeklerden biri, küresel proletaryanın şu anda ilk işçi devleti olan Rusya’da bir kaleye ve tüm ülkelerin komünist partilerinde bir orduya sahip olduğudur; kapitalizm büyük devletlerde ve özellikle de dünya savaşını kazanan ve küçük bir grubu küresel politikayı kontrol eden devletlerde tahkimatlara sahiptir. Bu devletler, büyük emperyalist savaşın burjuva ekonomisinde yarattığı genel çöküşün sonuçlarıyla ve kendilerini devirip iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan devrimci güçlerle mücadele etmektedir.

Kapitalist ekonominin genel dengesizliğine karşı mücadelelerinde, büyük burjuva devletlerinin güvenebilecekleri en önemli karşı-devrimci kaynaklardan biri, iki grup ülke üzerindeki etkileridir: bir yanda denizaşırı sömürgeleri, diğer yanda geri kalmış ekonomilere sahip beyaz ırkın daha küçük ülkeleri. Küçük halkların kurtuluşuna ve milli azınlıkların özgürleşmesine yol açacak tarihsel hareket olarak sunulan Büyük Savaş, tüm küçük ülkeleri büyük güçlere boyun eğdirerek, 2. Enternasyonal sosyalistlerinin inandığı ya da inanıyormuş gibi yaptığı bu ideolojiyi muhteşem bir şekilde yalanlamıştır. Orta Avrupa’nın yeni devletleri İngiltere ya da Fransa’nın vasalları haline gelirken, ABD ve Japonya kendi kıtalarındaki zayıf devletler üzerindeki hegemonyalarını giderek pekiştirmektedir.

Hiç kuşkusuz proleter devrime direnme kapasitesi birkaç büyük kapitalist devletin gücünde yoğunlaşmıştır; bunlar devrildiğinde, geri kalanlar muzaffer proletarya karşısında çökecektir. Eğer sömürgelerde ve geri kalmış ülkelerde büyük devletlere karşı sosyal ve politik hareketler varsa ve burjuva ve yarı burjuva sınıflar ve partiler bunlara katılıyorsa, bu hareketlerin başarısı, dünya durumunun gelişimi açısından bakıldığında, kapitalizmin başlıca kalelerinin düşmesine katkıda bulunduğu için kesinlikle devrimci bir faktördür, büyük devletlerin burjuvazileri altında küçük devletlerde burjuva iktidarı hala varlığını sürdürüyor olsa da, yerel olarak proleter ve komünist hareketler hala zayıf ve oluşum aşamasında olsa bile, proletarya daha ileri devletlerde iktidarı ele geçirdikten sonra bu durum ortadan kalkacaktır.

Proleter iktidarın ve her ülkedeki sınıf ve parti ilişkilerinin paralel ve eşzamanlı gelişimi devrimci bir kriter olmayıp, Rus Devrimi’nin bile proleter karakterini reddeden oportünist sözde devrim eşzamanlılığı anlayışına geri dönmektedir. Komünistler, mücadelenin her ülkede belirli bir şablona göre geliştiğine hiç inanmazlar; ulusal ve sömürge sorunlarının incelenmesiyle ortaya çıkan farklılıkları dikkate alırlar, ancak çözümü küresel kapitalizmi yıkmak için tek bir hareketin çıkarlarıyla koordine etmekte görürler.

Komünist Enternasyonal’in, küresel komünist proletaryanın ve onun ilk devletinin, sömürgelerin ve küçük halkların kapitalizmin metropollerine karşı isyancı hareketini nasıl yönlendirmesi gerektiğine ilişkin siyasi tezi, bu nedenle, durumun geniş bir incelemesinin ve Marksist programımıza tamamen uygun olan devrimci sürecin bir değerlendirmesinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu, onu, sınıf mücadelesinden bahsetmek mümkün olmadan önce ulusal sorunların çözümüne "öncelik verilmesi" gerektiği şeklindeki burjuva-oportünist önermeden keskin bir şekilde ayırmaya hizmet eder; bunun sonucu, milli bütünlük ve özgürlüğün tehlikede olduğu düşünüldüğünde, milliyet ilkesinin hem geri kalmış ülkelerde hem de ileri kapitalizm ülkelerinde sınıf işbirliğini meşrulaştırmak için kullanılabilmesidir. Komünist yöntem, komünistlerin her yerde ve her zaman milliyetçi eğilime karşı çıkması gerektiğini söyleyecek kadar önemsiz değildir. Bu anlamsız olur ve burjuva kriterinin yalnızca "metafiziksel" bir olumsuzlaması olur. Komünist yöntem buna "diyalektik" olarak karşı çıkar, yani milli sorunu değerlendirmek ve çözmek için sınıfsal faktörlerden yola çıkar. Örneğin, sömürgelerdeki hareketlere destek, sömürgelerdeki komünist partinin özerk ve bağımsız gelişimini tavsiye ederken, böylece bağımsız bir ideolojik ve örgütsel oluşum çalışmasıyla anlık müttefiklerini aşmaya hazır olduğunda, çok daha az sınıf işbirliği kokar - sömürgelerdeki isyancı hareketlere destek her şeyden önce metropollerin komünist partilerinden talep edilir. Ve bu tür taktikler o kadar az işbirliği kokmaktadır ki, burjuvazi tarafından gayrı-milli, bozguncu ve haince olarak mahkum edilmiştir.

9. Tez, bu koşullar yerine getirilmeden, sömürgeci ve ulusal baskıya karşı mücadelenin, 2. Enternasyonal’de olduğu gibi, aldatıcı bir numara olarak kalacağını belirtmektedir; ve 11. Tez, bölüm "e", "geri kalmış ülkelerdeki gerçek anlamda komünist olmayan irredentist milli devrimci kurtuluş hareketlerine komünist renkler giydirme girişimine karşı kararlı bir mücadele yürütülmesi gerektiğini" ileri sürmektedir. Bu, yorumumuzun doğruluğunu teyit etmek için yeterlidir.

Sömürgeleri istikrarsızlaştırma ihtiyacı, kapitalizmin durumunun katı Marksist bir incelemesinden kaynaklanmaktadır; zira renkli işçilerin ezilmesi ve sömürülmesi, metropollerdeki proletaryanın ezilmesini ve sömürülmesini şiddetlendirmenin bir aracı haline gelmektedir. Burada bizim kriterlerimiz ile reformistlerin kriterleri arasındaki radikal fark yine çok açıktır. Reformistler aslında sömürgelerin metropollerdeki işçiler için de bir zenginlik kaynağı olduğunu, ürünlere bir çıkış noktası sunduğunu göstermeye çalışmakta ve bundan sınıf işbirliğinin diğer nedenlerini çıkarmakta, çoğu zaman da milliyet ilkelerinin ’burjuva medeniyetinin yayılması’ ve kapitalizmin evriminin hızlandırılmas yoluyla ihlal edilebileceğini iddia edecek kadar yüzsüzleşmektedirler. Ve burada Marksizmin gerici bir şekilde çarpıtılmasının mükemmel bir örneğiyle karşı karşıyayız; bu, kapitalizme giderek daha uzun bir tarihsel rol atfederek, onun çöküş anını ve devrimci saldırıyı giderek daha uzun süre ertelemeye varmaktadır ki biz buna karşı çıkıyoruz.

Komünistler, güçlerini büyük devletlerin geri kalmış ve sömürge ülkeler üzerindeki himayesini kırmak için seferber ederler, çünkü burjuvazinin bu kalelerini yıkmanın ve daha ileri ülkelerin sosyalist proletaryasına geri kalmış ülkelerin ekonomisinin modernleşme sürecini hızlandırılmış bir şekilde ilerletme tarihsel görevini, onları sömürerek değil, yerel işçilerin hem iç hem de dış sömürüden kurtuluşu için baskı yaparak, emanet etmenin mümkün olduğunu düşünürler.


Almanya’da "Ulusal Bolşevizm" Hatası

Bu, genel hatlarıyla, K.E.’in söz konusu soruna ilişkin olarak aldığı doğru pozisyondur. Ancak, tüm sınıflardan yurttaşların eşitliğine ilişkin kapitalist kavramdan türetildiği için sözünü ettiğimiz tezlerin ilkinde şiddetle kınanan ulusal özgürlük ve ulusal eşitlikle ilgili modası geçmiş burjuva sloganlarına saplanıp kalma eğiliminden kaçınmak için bu sonuçlara nasıl ulaşıldığını görmek çok önemlidir. Çünkü devrimci Marksizmin bu yeni (bir bakıma) sonuçlarında bazen abartı ve sapma tehlikesi ortaya çıkabilir.

Başka bir örnek vermek gerekirse: Almanya’da komünist hareket ile milliyetçi ve yurtsever hareket arasında herhangi bir yakınlaşma politikasının haklı olduğunu belirtilen gerekçelerle reddediyoruz. İtilaf Devletleri tarafından Almanya üzerinde uygulanan baskı, son zamanlarda aldığı şiddetli ve can sıkıcı biçimlerde bile, Almanya’nın gelişmemiş bir kapitalizme sahip küçük bir ülkeyle aynı ışık altında görülebileceği anlamına gelmez. Almanya hala çok büyük bir ülke, kapitalist bakış açısından son derece iyi donanımlı ve proletaryanın sosyal ve politik olarak son derece ileri olduğu bir ülke. Bu nedenle, oradaki koşulları daha önce bahsedilenlerle karıştırmak saçmadır. Bu ciddi sorunun, başka bir zaman daha az özet bir şekilde yapılabilecek daha ayrıntılı bir incelemesine girmeden, bizim için bu kadarı yeterlidir. Ancak Almanya’daki siyasi güçlerin dizilişi içinde büyük burjuvazinin belirgin bir milliyetçi tutuma sahip olmaması, ancak karşı-devrimci eylemleri nedeniyle Alman proletaryasının aleyhine İtilaf burjuvazileriyle ittifak yapma eğiliminde olması; milliyetçi hareketin, bu çözüm hız kazandıkça ekonomik olarak da kurutulan hoşnutsuz küçük burjuvazi katmanları tarafından körüklenirken, bu da değerlendirmemizi değiştirmemiz için yeterli değildir. Berlin’de kurulacak bir devrimin karşılaşacağı sorunlar ancak bir yandan -ki bu rahatlatıcıdır- Moskova ile diğer yandan da Paris ve Londra ile ilişkilendirilerek anlaşılabilir. Almanya ve Müttefikler arasındaki kapitalist antlaşmaya karşı koymak için dayanmamız gereken ana güçler sadece Sovyet Devleti değil, aynı zamanda ön cephede Alman proletaryasının Batı ülkelerindeki muadilleriyle ittifakıdır. Bu, devrimin küresel gelişimi için o kadar önemli bir faktördür ki, İngiltere ve Fransa’daki devrimci faaliyetin sorunlarla karşılaştığı bir dönemde, büyük burjuvazinin işbirliğini dışlayan bir düzeyde bile olsa, Alman devrimi sorununu kısmen de olsa bir milli kurtuluş sorununa dönüştürerek bundan ödün vermek çok ciddi bir hatadır. Alman Komünist Partisi’nin Fransa ve İngiltere’dekilere kıyasla olgunluk düzeyindeki orantısızlık, Alman büyük burjuvazisinin yurtseverlik karşıtlığına proleter devrimin milliyetçi bir programıyla karşı koymayı amaçlayan bu yanlış pozisyonu benimsemeyi tavsiye edilemez kılmaktadır. Paris ve Londra’nın Almanya’ya girme ve doğrudan müdahale etme konusunda kendilerini tamamen özgür hissettikleri bir durumda, Alman küçük burjuvazisinin yardımı tamamen ortadan kalkacaktır: bu ancak Alman devrimi sorununa "ulusal bolşevizm"den başka taktiklerle ve ara sınıfların yıkıcı ekonomik durumuna odaklanarak kullanacak enternasyonalist bir yaklaşımla önlenebilir. Belki de Fransa’da, Alman milliyetçiliğinin yoğunlaşması durumunda yerel burjuvazinin insafına kalacak olan küçük burjuva katmanların tutumu konusunda daha fazla endişelenmeliyiz: bu arada, hükümetteki işçiliğin İngiliz burjuvazisi hesabına ve onun çıkarları doğrultusunda bu kadar bariz bir şekilde milliyetçi olduğu İngiltere için de benzer bir şey söylenebilir.

Tüm bunlar, komünist siyasi çözümlerin ardında yatan orijinal ilkelerin unutulmasının, bu çözümlerin, onları ortaya çıkaran koşullar yokken, gerektiğinde daha karmaşık araçların her zaman kullanılabileceği bahanesiyle uygulanmasına nasıl yol açabileceğini göstermektedir. Radek Yoldaşın uluslararası bir toplantıda savunduğu taktiği desteklemek için, Ruhr’da Fransızlara karşı mücadelede kendini feda eden milliyetçinin jestinin komünistler tarafından (bizim için yeni ve eşi benzeri görülmemiş) bir ilke, partilerin ötesinde, idealleri için kendini feda eden herkes desteklenmelidir, adına övülmesi gerektiğini "keşfetmesini" nasyonal-sosyalizmin eylemlerine benzer bir olgu olarak değerlendirmekten kaçınamayız.

Almanya’nın büyük proletaryasının görevini milli kurtuluşa indirgemek içler acısıdır; oysa bu proletaryadan ve onun devrimci partisinden beklediğimiz, zaferi kendisi için değil, Sovyet Rusya’nın varlığını ve sosyalist ekonomik evrimini savunmak ve batı kapitalizminin kalelerine karşı dünya devrimi selini serbest bırakmak, burjuva gericiliğinin son karşı-devrimci ağıtlarıyla geçici olarak hareketsiz kalan diğer ülkelerin işçilerini uyandırmaktır. Başlıca ileri devletler arasındaki ulusal dengesizlikler, en az diğerleri kadar incelediğimiz ve irdelediğimiz faktörlerdir: sosyal milliyetçilerin aksine, bunların tüm büyük burjuva devletlere karşı sınıf savaşından başka herhangi bir yolla çözülebileceğini kesinlikle reddediyoruz: Ve bu kamptaki yurtsever ve milliyetçi kalıntıları, bu ülkelerde özgün komünist olanaklar açısından zengin bir mirastan en iyi şekilde yararlanmaya ve dünya devriminde en ileri öncü görevini üstlenmeye çağrılan proletaryanın devrimci partilerinde yer edinmesine izin verilmemesi gereken gerici tezahürler olarak görüyoruz.