|
||||||||||||
1926’ dan 1940’ a Komintern’in Taktikleri (Prometeo, 2, 3, 4, 6, 7, 1946/1947) |
||||||||||||
|
Mart 1926’da Moskova’da Dördüncü Genişletilmiş Yürütme Toplantısı yapıldı ve Bordiga konuşmasını, Enternasyonal’in diğer partilerinin, Rus Partisi’nin ideolojik olarak kendilerine verdiklerini geri ödeme zamanının geldiğini belirterek ve Rusya sorununun Enternasyonal’in bundan sonraki tartışmalarının gündemine alınmasını açıkça talep ederek bitirdi.
Yedinci Genişletilmiş Yürütme toplantısında ve Enternasyonal Yürütmenin bir sonraki genel oturumunda olduğu gibi, biçimsel açıdan bakıldığında, bu öneri olumlu bir sonuç vermiş ve Rusya sorunu geniş çapta tartışılmış olsa da, esasen işler oldukça farklıydı. Zira Enternasyonal’in bütün partileri, Rus partisi tarafından daha önce verilmiş olan teorik, siyasi ve disipline edici çözümleri engelledi. Bu kararlar, baştan sona Komünist Enternasyonal’in üzerine inşa edildiği temel ilkeleri içeriyordu ve devrime karşı savaşanlara karşı acımasız baskıya ve aynı zamanda işçi sovyetleri tarafından yönetilen Rusya’nın düşmesine yol açan ve nihayetinde karşı devrimin ve ikinci emperyalist çatışmanın hazırlanmasının temel araçlarından biri haline gelecek olan bu önemli dönüşümleri Rus devriminin tam merkezine oturttu.
Gerçek şu ki, daha 1926’da ve hatta Zinovyev’in 1924 Beşinci Uluslararası Kongre’de zafer kazandığı “bolşevikleştirme” nin başarısı sayesinde, tüm partilerin lider kadroları kökten değişmişti. 1920’de, Enternasyonal’in yükselişinde, Rus Ekim’inin zaferinde kesin bir biçimde doğrulanan aynı devrimci yola organik olarak yakınlaşan akımların yerine başka eğilimler geçmişti; ve komünist partilerin oluşumuna hiçbir katkıda bulunmadan Rus devriminin muzaffer savaş arabasını takip eden bu eğilimler, gerçek trend avcıları, zamanlarının parlamasını beklerken uyuklayarak, yalnızca Rusya’da değil her yerde yükselen karşı devrime yardım ettiler, ve böylelikle Enternasyonal militanlarını parçalamanın taslağını çizdiler.
İtalya solunun, Bordiga’nın ifade ettiği şekilde, Enternasyonal’in VI. Genişletilmiş Yürütme Toplantısı’nda yaptığı önerileri, bu akımın olgunlaşmakta olan tüm büyük olayların, yani Sovyet Rusya siyasetinde hazırlanmakta olan radikal değişimin farkında olduğunu vurgulamak için hatırlattık.
Bu, İtalya solunun, Enternasyonal’in ve partinin tam merkezinde sesini son kez duyurabildiği andı: bir yıl sonra, yalnızca sol değil, tüm diğer muhalefet akımları, Enternasyonal’den kesin olarak temizlendi ve Enternasyonal’in üzerine kurulduğu programların ilkesinden açık bir kopuşu temsil eden “tek ülkede sosyalizm” teorisi, ona aidiyet koşulu olarak tanındı.
Komintern’in Rus devletinin çıkarlarına boyun eğdirilmesi artık gerçekleşmişti ve çeşitli ulusların komünist partileri, devrimci mücadelenin tek gerçek amacına doğru ilerlemek yerine, kendi ülkelerinde kendi kapitalizmlerine karşı sadece birer piyon olarak kullanıldılar. Rusya’nın diğer güçlerle girdiği ve ihtiyaçlar gerektirdiğinde, merkezci oportünizm ve burjuvazinin güçleriyle en başarısız uzlaşmalara götürdüğü diplomatik oyunlar böylece başladı.
1926’dan 1940’a kadar Komintern’in taktikleri konusunda yalnızca bilgilendirici
bir niteliğe sahip olan bu çalışma, kendisini bu taktiklerini temel unsurlarını
temel aşamalarında sunmaya indirgemek durumunda.
1926’da, çok önemli bir olay, hem Enternasyonal’in Beşinci Kongresi (1924) tarafından verilen durum analizini hem de Rusya’da ve diğer ülkelerde izlenen politikayı bozdu. Dünyanın durumu, açıkça devrimci dalganın yeniden başlaması olasılığını dışlamayan “istikrar” formülüyle karakterize edilmişti. Ancak, ima ettiği taktik değişiklikleri nedeniyle, Enternasyonal’in proleter mücadelenin yeniden başlamasına yönelmesini kolaylaştırmak bir yana, onu bir gecede değiştirilemeyecek veya kırılamayacak olan taktik formülasyonların ve organizmaların tutsağı haline gelmişti.
Gerçekte, siyasi süreç, partinin, bir doktorun hastalığı teşhis ettikten sonra yapacağı gibi, her duruma mekanik olarak kendisine tekabül eden şeyi uygulayabileceği bir taktik çareler yama işi değildir. Tarihsel evrimin istikametinde bir faktör olan parti, uyguladığı taktik ve siyaset tarafından ancak şekillendirilebilir ve devrimci bir duruma sadece ve sadece önceki aşamalarda kendi içinde buna hazırlanabildiği ölçüde müdahale edebilecektir. Bu hazırlığın yokluğunda, ilişkisiz bir siyasi sürece sıkışan partinin devrimin sorumluluğunu üstlenemeyeceği ve böylece proleter mücadeleyi yönlendirmekten kendini alıkoyacağı açıktır.
Şimdi, 1924’te “istikrar” dan söz edildiğinde, bu açıkça ekonomik evrimin salt istatistiksel ve teknik bir incelemesiyle sınırlı değildi, ama Alman devriminin yenilgisini izleyen devrimci dalganın düşüşünün tartışılmaz gözleminden geliyordu. 1923’te Enternasyonal’in taktik kararlarıyla mükemmel bir uyum içinde bir siyasi söylem ortaya çıktı.
Bu kararlar, kitleler üzerinde komünist etkiyi sürdürme temel amacına dayanıyordu. Ve bu olumsuz durumda, geniş kitlelerle temas, ancak devrimin geri çekilmesinden yararlanan sosyal-demokrat örgütlerle siyasi ilişkilerin geliştirilmesiyle mümkün olduğu için, “istikrar” formülü, sosyal demokrat partilerin ve sendikaların önderliğine girişçilik taktiğini içeriyordu.
1926’da İngiliz madencilerinin devasa grevi patlak verdiğinde, Enternasyonal, bu nedenle, sonuç olarak, ancak önceden kurulmuş bu taktiklerin onlara izin verdiği şekilde hareket edebilirdi. Sendika liderleri, Sovyet sendikalarının liderleriyle kalıcı anlaşmalar yapmakta hızlı davrandılar ve İngiliz-Rus Komitesi, koşulların gerektirdiği her rolü üstlenmek zorunda kaldı.
Grev genelleşti ve böylece Beşinci Kongre tarafından yapılan tüm ekonomik analizler silindiyse de ondan kaynaklanan taktikler için aynı şey söylenemezdi. Enternasyonal, yalnızca sendika liderlerinin karşı devrimci rolünü kitlelere ifşa edememekle kalmadı, aynı zamanda kapitalizmin dünya merkezlerinden birindeki bu önemli proleter ajitasyonun tüm olayları boyunca sendika liderleriyle dayanışmayı sürdürmek zorunda kaldı.
Enternasyonal’in bu konudaki taktiklerini daha iyi kavramak için, aynı zamanda Rusya’da Buharin-Rykov’un sağcı eğiliminin galip geldiğini hatırlamak gerekir. Bu eğilim, Rus Devleti’nin kaderini dünya proletaryasının kaderine bağladıktan sonra, komünist partilerin politikasını o Devletin ihtiyaçlarına bağlı hale getiren bir taktik çerçevesinde gelişmişti. Ve Buharin daha sonra İngiliz-Rus Komitesinde kullanılan taktikleri “SSCB’nin diplomatik çıkarlarına” başvurarak haklı çıkarmaya devam edecekti (Mayıs 1927 Enternasyonal Yürütme Toplantısı).
Bu taktikle ilgili olarak, Temmuz 1926’da Paris’teki İngiliz-Fransız Konferanslarından ve 1926 Ağustos’unda Berlin’deki İngiliz-Fransız Konferanslarından sonra, 1927 Nisan’ındaki Berlin Konferansı’nda, Genel Konseyi “tek temsilci ve İngiltere sendikal hareketinin sözcüsü”, sendika liderlerinin “yetkisini azaltmayacaklarına” ve sosyal-demokrat liderlik genel greve açıkça ihanet ettikten sonra “İngiliz sendikalarının iç işleriyle ilgilenmemeye” söz verdiler. İngiliz kapitalizminin, genel grevi ortadan kaldırır kaldırmaz, kendisine bu kadar bonkör davranan Rus liderlerine her zamanki minnettarlığıyla karşılık vereceğini ve Baldwin Hükümeti’nin doğrudan Londra’da, dolaylı olarak Pekin’de, Sovyet diplomatik temsilciliklerine karşı saldırıya geçeceğini söylemeye gerek yok.
Paris’te İtalyan Komünist Partisi tarafından yayınlanan “Lo Stato Operaio” dergisinin 5 Temmuz 1927 tarihli sayısında “Yürütme ve savaşa karşı mücadele” (yani Enternasyonal’in Yürütmesi) üzerine bir makalede Rus muhalefetine karşı polemik yaparak, İngiliz-Rus Komitesine dair şunlar yazılmıştı:
«Bu eğilim (muhalefet), İngiliz-Rus Komitesi toplantısının eleştirisinde daha da iyi ortaya çıkıyor. İngiliz-Rus Komitesinin Berlin toplantısı, acele etmeden ve taraf tutmadan dikkatle ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Komitenin Berlin’de buluştuğu zaman uluslararası olarak çok ciddiydi. İngiliz Muhafazakar Hükümeti, Rusya’dan kopmaya hazırlanıyordu. Rusya’yı tüm uygar dünyadan izole etme kampanyası tüm hızıyla devam ediyordu. Rus sendikaları delegasyonunun, o sırada İngiliz sendikaları delegasyonundan ayrılmamak için bazı tavizler vermesi doğru muydu yoksa yanlış mı yönlendirildiler?”. Bu belge, Berlin’deki toplantıda Rus sendika delegasyonunun izlediği taktikler sorununu gündeme getiriyor, ancak gördüğümüz gibi, Buharin, İngiliz-Rus Komitesinden ayrılmamanın gerekli olduğunu belirtirken çok açıktı. Oysa ortada Rus Devleti’nin diplomatik çıkarları adına, sendika liderlerinin genel grevi sabote etmeleri için bir sis perdesi görevi gören ve içinde “İngiliz sendikal hareketinin tek temsilcilerini” resmen tanıyan bir komite vardı.
Aynı resmi belgeler su götürmez bir şekilde bir meseleyi daha ortaya koyuyordu: Rus devletinin çıkarlarını savunması gerektirdiği için güçlü bir proleter hareketin feda edileceği.
Ayrıca komitenin İngiliz hareketi içinde oynadığı rolün yeni bir teyidini, “L’Internationale Communiste” dergisinde (15-8-28, 17. sayı) R.Palme Dutt’un Çin Komünist Partisi’nin Şubat 1928 genel kurul toplantısına ilişkin şu ifadeleri içeren makalesinde görüyoruz: “İşte belirleyici bir dönüm noktası Komünist Partinin kitlelere karşı tutumundadır. Parti şimdiye kadar reformistler tarafından yönetilen hareketi eleştirdi ve bağımsız bir ajitatör (ve dolayısıyla kendi ideolojik lideri) olarak hareket etti. Bundan böyle Komünist Partinin görevi, kendisini kitlelerin başına geçirmek için reformist liderlerle savaşmaktır”.
Ve yazar şunları ekliyor: «Bazen, ’liderlik için mücadele’ sloganından ’yön değiştirme’ sloganına geçtiğimiz söylenir. Bu doğru değil. Nitekim, ‘yön değişikliği’ sloganı, yeni taktikten önce, bu yeni taktikle mücadele edilirken bile uygulanmıştı ve bunun tek bir anlamı var: İşçi Partisi’nin ‘sağ’ı, yeni taktikle değiştirilmeli, yerine aynı partinin ‘sol’u gelip hareketin lideri olmalıdır. Şu anda parti, İşçi Partisi’nin hatalarını düzeltmek için değil, kendi çıkarları için savaşıyor. Kitleleri Komünist Parti ve onunla bağlantılı unsurların (azınlıklar vb.) arkasında yeniden toplamak için mücadele etmek gerekiyor. Bu anlamda “yön değişikliği” sloganı mevcut dönem için geçerlidir».
Partinin rolü böylece 1926’da reformistler tarafından yönetilen hareketin “ideolojik
lideri” olarak hareket etmek ve “İşçi Partisi’nin hatalarını düzeltmek” olmuştu.
İngiliz-Rus Komitesinin taktiği kadar proleter hareket için de zararlı olacak “yeni taktik” e gelince, onu “hücum” ve “sosyalizme” ayrılan bölümde tekrar
tartışacağız.
1923-24’ten bu yana, Rus Partisi içinde iki karşıt konum savunuluyordu: Buharin-Rykov Sağ’ı, Lenin’in NEP sırasında ifade ettiği sakıncalı koşulları (bkz. “Ayni Vergi”) kırarak, özellikle kırsal yerlerde kapitalist tabakaların genişlemesini isterken; Troçkist Sol, Lenin’in formülasyonları temelinde, devleti ve ekonominin sosyalist sektörünü özel ve kapitalist sektör zararına güçlendirmeye odaklanan bir ekonomik planın kurulmasına yönelmişti.
Rus partisi Troçki’ye karşı mücadeleye geçti; ancak Buharin-Rykov’dan Stalin-Zinovyev-Kamenev’e uzanan iktidar bloku, sözde bir “Troçkizm”e karşı birlik içinde mücadele ederken, NEP’in aslında ortaya çıkmasına neden olduğu ciddi ekonomik sorunlara ne gibi çözümler üreteceği konusunda görüş birliğine varamadı. Sağ, dış ticaret tekelini açıkça tehdit eden, ancak Lenin’in NEP’e dair ifade ettiği sakıncalı koşulları ortadan kaldırmaya yönelik açık bir ekonomik ve siyasi plana ulaşamayan ve o noktada dönemin en önemli liderleri Stalin-Zinoviev-Kamanev ile temsil edilen merkezden farklılaşmayan “köylüler zengin olsun” sloganını ortaya attı. Her zaman olduğu gibi, Sağın net pozisyonlar tanımlamaya ihtiyacı yoktu ve her şeyden önce, yalnızca devrimci harekete elverişsiz koşullarda lehine olabilecek olayların doğrudan dürtüsüne güveniyordu. Bu yüzden esas olan proleter eğilime karşı mücadeleydi ve bu amaçla bu karşı devrimci görevi Sağ’dan çok daha iyi yerine getirebilecek olan Merkezdi.
1926 ve 1927 yılları, Rusya’nın mücadele ettiği ciddi ekonomik sorunlar karşısında, Rusya Partisi içindeki farklı akımların çoğunlukla genel ve teorik sorularla ilgili belirli çözümlere yönelik olarak karşı karşıya gelmediği bir duruma tanık oldu. Pratik çözümler daha sonra, ilk beş yıllık planın kararlaştırılacağı Rus Partisi’nin XVI. Konferansında (1929) geldi. 1926-27’de mücadele, günün temel göreviyle sınırlıydı: Rus Partisi içindeki her türlü proleter tepkiyi dağıtmak. Rusya Partisi Merkez Komitesi ve Merkez Kontrol Komisyonu’nun genel kurul toplantısının raporuna göre (bkz. Eylül 1927 Lo Stato Operaio) muhalefet üç gruba ayrıldı: 1. Sapranov ve Smirnov Yoldaşlar tarafından yönetilen aşırı sol bir grup; 2. Troçki’nin çizgisini kabul eden ve en iyi bilinen liderleri arasında Zinovyev, Kamenev, vb.’nin ait olduğu grup; 3. Muhalefet akımları ile Merkez Komitesi arasında bir ara pozisyon almaya çalışan bir grup (Kasparova, Bielincaia, vb).
Birinci grupla ilgili olarak, resmi belge durum analizini aşağıdaki noktalarda karakterize ediyordu: a) parti içindeki mücadele, partinin işçi sınıfı ile bürokratlar ordusu arasındaki sınıf mücadelesi karakterine sahiptir; b) bu mücadele partinin içi ile sınırlı olamaz, muhalefetin desteği olmadan kazanamayacağı büyük kitleleri içermelidir; c) muhalefetin mağlup edilmesi mümkündür; bu nedenle muhalefetin kendisini, gelecekte proleter devrimin davasını savunacak aktif bir fail olarak kurması gerekir; d) Troçki-Zinovyev bloku bu hayati ihtiyacı anlamıyor ve Stalin grubuyla uzlaşma eğilimindedir, net bir taktik çizgisi yoktur; 16 Ekim 1926 tarihli Partiye itaat bildirgesini imzalamakta hata ederek kendi ilkelerini çiğnemişlerdir; Troçki ve Zinovyev’in tereddütleri, Stalin grubununkiler gibi kınanmalı ve maskesi düşürülmelidir; e) Son yıllarda üretimin kapitalist unsurları, sosyalist unsurlardan daha hızlı gelişmiştir; ülkenin teknik geriliği ve emek üretkenliğinin düşük düzeyi göz önüne alındığında, teknik olarak ileri ülkelerin yardımı veya dünya devriminin müdahalesi olmaksızın gerçek bir sosyalist üretim örgütlenmesine geçmek mümkün değildir; f) Partinin ekonomi politikasının temel hatası, işçi sınıfının değil, tüm tüketicilerin ve dolayısıyla burjuvazinin ve küçük burjuvazinin yararına olan fiyatların düşürülmesinde yatmaktadır; g) 1923’te parti demokrasisinin ve işçi demokrasisinin tasfiyesi, zengin köylüler demokrasisinin kurulmasının başlangıcıdır; h) Bu durumu değiştirmek için, tarım ürünlerinin dönüştürülmesi için mükemmel üretim tekniklerine sahip büyük devlet işletmelerinin örgütlenmesine geçmek gerekir; i) GPU, karşı devrimi bastırmak yerine, işçilerin haklı hoşnutsuzluğuna karşı savaşmaktadır; Kızıl Ordu, kendisini Bonapartçı maceraların bir aracına dönüştürme tehdidini taşımaktadır; MK, partinin tasfiyesini başlatarak proletarya diktatörlüğünün sonunu getirecek olan “Stalinist” bir fraksiyondur; Sovyet sistemini “geri getirmek” gereklidir.
Bu akım MK tarafından “partinin ve proleter devrimin bir grup düşmanı” olarak görülmektedir.
Aynı MK, onun “yalnızca Parti anlamında değil, Troçki-Zinovyev fraksiyonu anlamında da, sağlam bir şekilde yasa dışı bir fraksiyon olarak teşkil edildiğini belirtir. Bu kesimin gruplarından biri olan Omsk grubunun, programı olarak Sibirya genelinde bir genel grev hazırlamayı ve bölgedeki büyük elektrik şirketlerinin faaliyetlerini durdurmayı belirlediği ortaya çıkmıştır».
Troçki-Zinoviev grubuna gelince, Rus Partisi MK’nın aynı belgesi şöyle yazıyordu: “Troçki-Zinovyev grubu, MK’ya ve onun siyasi çizgisine yönelik en şiddetli saldırılardan ve MK döneminde geliştirilen en küstah fraksiyon faaliyetinden sorumludur. 1927’de, 16 Ekim 1926 bildirisinde verilen ciddi taahhütleri açıkça çiğnemiştir. Son zamanlarda bu grup, bu alanda ortaya çıkan zorluklar üzerinde spekülasyon yaparak uluslararası politikada (Çin, İngiltere) parti çizgisine yönelik saldırılarını yoğunlaştırmıştır. SSCB’ye karşı savaş hazırlığına, Parti’nin kitlelerin savaşa karşı seferberliği ve direniş için yürüttüğü eylemi sabote eden açıklamalarla yanıt vermiştir. Tipik bir iddia, Partinin MK’sının Termidorcu bir tepki olarak nitelendirilmesi, Parti politikasının seyrinin “milli-muhafazakar” olduğu, Parti çizgisinin “eski köylü” çizgisi olduğu, Rusya’yı tehdit eden en büyük tehlikenin, savaş değil, parti içi rejim olduğu, ve benzeri... Bu açıklamalara disiplin ihlali ve açık fraksiyonizm eylemleri eşlik etmiştir: fraksiyon belgelerinin yayınlanması, fraksiyonların örgütlenmesi, çevreler, konferanslar, vb. toplantılar, Troçki’nin Yürütme toplantısındaki tutumu, Troçki’nin MK kontrol toplantısında Parti’ye yönelttiği “Termidorizm” suçlaması, Smilga’nın Moskova istasyonundan ayrılırken Partiye karşı halka açık gösteri düzenlemesi. Son olarak muhalefetin önde gelen 83 şahsiyetinin imzaladığı bir belge dağıtılarak MK aleyhine bir imza kampanyası düzenlemesi. Ayrıca Troçki-Zinoviev grubu, Alman Partisi’nden dışlanan aşırı sol grupla (Maslov-Fischer) bir ilişki sürdürmüştür.”
“Bütün bunlar, Troçki-Zinovyev grubunun yalnızca 16 Ekim 1926 bildirisinde verdiği tüm taahhütleri ihlal etmekle kalmadığını, aynı zamanda: 1) kendisini SSCB’nin emperyalizme karşı mücadelede koşulsuz savunmasına karşı çıkan bir yola soktuğunu göstermektedir; MK’ya yöneltilen Thermidorizm suçlamaları, ancak bu MK devrildikten sonra SSCB’nin savunmasının gerekliliğini ilan etmek gibi mantıklı sonuçlara sahiptir; 2) kendisini Komintern’in bölünmesine giden yola yerleştirmiştir; 3) kendisini Rus Partisi’nin bölünmesine ve Rusya’da yeni bir partinin örgütlenmesine giden yola yerleştirmiştir.”
Ara gruba gelince, Rus Partisi’nin MK’sı onu “muhtemelen anın ciddi zorlukları karşısında kendine daha az güvenen bazı unsurlarda ortaya çıkan şaşkınlıktan kaynaklanan bir grup belirsiz muhalefet” olarak değerlendiriyordu.
Bu alıntının tamamı, Rusya’da var olan durumun ciddiyetini anlamamızı sağlıyor. Aşırı sol fraksiyonun ve Troçki-Zinovyev fraksiyonunun bakış açılarının sunulma biçiminde bariz abartmalar olsa da, düşman MK’nın yazdıklarının bile iki karşıt grubun Menşevikler ve karşı devrimcilerle karşılaştırılabileceği sonucuna varılmasına izin vermediği açıktır.
Sağın savunduğu konumlara gelince, bunlar kuşkusuz, özel mülkiyete ve işletmelere dayalı bir ekonominin klasik tipine göre Rusya’da burjuva sınıfının restorasyonunun aracını temsil ediyorlardı. Ancak tarih bu olasılığı dışlayacaktı. Tekelci emperyalizm ve devlet totalitarizmi aşamasında, Rus siyasetinin tersine çevrilmesi, daha sonra tartışacağımız beş yıllık planların ve devlet kapitalizminin yolunda gerçekleşecekti.
Ancak, söylediğimiz gibi, bu belirleyici adıma ulaşmadan önce, çeşitli muhalefet gruplarına karşı, aslında Parti’nin kendisine ve Enternasyonal’e karşı yöneltilen bir savaşı, Marksist düşüncenin temel noktasını ilgilendirdiği için, kesin olarak kazanmak gerekiyordu. Bu, uluslararası ve enternasyonalist komünizm kavramı üzerine verilen doktrin savaşıydı.
MK’nin yukarıda belirtilen kararı, sorunlar kesin olarak çözülmediği için bir “yarım önlem”i temsil ediyordu. Aralık 1927’de, Rusya Partisi’nin 15. Kongresinde, muhalefetin Leningrad’daki gösteriyle giriştiği güç gösterisinin başarısız olmasının ardından, meseleler tam olarak ele alınacaktı.
XV. Kongre’nin büyük savaşı, yeni “tek ülkede sosyalizm” teorisi ile Parti ve Enternasyonal üyesi olmanın ve bu tezi kabul etmemenin bağdaşmazlığı etrafında gerçekleşti.
Bu temel noktada Yedinci Genişletilmiş Yürütme Kurulu (Kasım-Aralık 1926) kendisini şu terimlerle ifade etmişti: “Parti, devrimimizin sosyalist bir devrim olduğu, Ekim Devrimi’nin yalnızca bir sıçramanın işareti olmadığı görüşünden yola çıkar. Batı’daki sosyalist devrimin ileri ve başlangıç noktasıdır, ancak: 1) dünya devriminin gelecekteki gelişimi için bir temel teşkil eder; 2) Sovyetler Birliği’nde (proletarya diktatörlüğü) kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemini açar; burada proletaryanın, köylü sınıfına yönelik adil bir politika aracılığıyla tam bir sosyalist toplumu başarılı bir şekilde yetiştirme olanağına sahip olduğu teyit edilir. Öte yandan bu inşa, ancak bir yanda uluslararası işçi hareketinin gücü, diğer yanda Sovyetler Birliği proletaryasının gücü, Sovyet Devletini askeri müdahaleden koruyacak kadar büyükse gerçekleşecektir.”
“Tam sosyalist toplum”un gerçekleşmesinin artık, Lenin’in zamanında olduğu gibi, devrimin diğer ülkelerdeki zaferine değil, uluslararası işçi hareketinin “Sovyet Devletini askeri müdahaleden koruma” yeteneğine bağlı olduğuna dikkat çekilmekteydi. Olaylar, Sovyet Rusya’yı “koruyacak” en büyük gücün daha ziyade en kuvvetli iki emperyalist devlet olan Büyük Britanya ve ABD olacağını kanıtlayacaktı.
Hem 7. Genişletilmiş Yürütme’de hem de Rus Partisi ve Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun diğer sayısız toplantılarında, Rus ve uluslararası proletaryası savaşı kaybetti. Bu yenilginin kutsanması, Rusya Partisi’nin 15. Kongresi’nde (Aralık 1927) Parti üyeliği ile “tek ülkede sosyalizmin inşasının imkanı”nın inkarı arasındaki uyumsuzluğun ilan edildiği zaman geldi.
Ancak bu yenilginin hem Rusya içinde hem de uluslararası komünist hareket içinde belirleyici sonuçları olacaktı. Sınıf mücadelesi, özellikle çağımızdaki gibi iklimsel anlarda, yarı yollara izin vermez. Tek ülkede sosyalizm teorisinin ilanı, pratikte Rusya’nın – Çin devriminin yenilgisinden sonra – kapitalizmin her yerde karşı saldırıya geçtiği bir dünyadan çıkarılmasıyla çözülemeyeceğinden ve her ülkenin işçi sınıfının kendi kapitalizmine karşı mücadelesi ile Rusya içindeki sosyalizm mücadelesi arasındaki zorunlu bağ kopartıldığı için, proleter sınıf faktörünü inkar edilecek ve Rusya’nın giderek daha fazla bel bağladığı başka bir güç kaçınılmaz olarak kabul edilecekti: dünya kapitalizmi. Açıktır ki, Rus Devletinin bu geçişi ancak iki koşul altında mümkün olmuştur: 1) komünist partilerin kapitalizme tehdit oluşturmayı bırakması; 2) Rusya’da kapitalist ekonominin ilkesi olan işçi sömürüsünün yeniden tesis edilmesi.
Bu bölümde ikinci noktayı; ilkini ise sonraki bölümlerde ele alacağız.
* * *
“Kronolojik” olarak adlandırmak istediğimiz bir mantık temelinde, Rus Devletinin yozlaşma çizgisinin Mart 1921’de NEP’in kabul edilmesinden başladığı ve kaçınılmaz olarak 1927’den sonra getirilen yeni rotaya vardığı kanaati oluşmuştur.
Bu görüş yüzeyseldir ve Marksist ilkelere göre yürütülen olayların analizine tekabül etmez.
Bu ekonomik manevranın, proletarya diktatörlüğünün içinde bulunduğu aşılmaz güçlükler ve olaylar tarafından zorunlu olarak gerekli olduğu ve tam olarak proletarya diktatörlüğü rejiminde yürütüldüğü için mümkün olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu, elbette, burjuva ekonomik güçlerinin artmadığı ve siyasi güç dengesinin değişme eğiliminde olmadığı anlamına gelmez: Ancak, NEP’in neden olduğu, burjuva güçlerinin lehine olan güç dengesindeki bu değişiklik, Rusya’daki proletarya diktatörlüğü için, ancak uluslararası güç dengesi, olduğu gibi, burjuva gericiliğinin yaygınlığına ve devrimci dalganın geri çekilmesine doğru kayarsa, tehlikeli ve ölümcül hale gelebilirdi. Aksi takdirde, siyasi konumlarını koruyan proletarya diktatörlüğü, burjuva güçlerinin bir an için toparlanmasını alt edecekti.
1917’den beri Lenin’in tutumu şu ana düşüncelere dayanmaktadır: 1) Bolşevik Partiyi, aşırı sosyal-demokrat solunkiler de dahil olmak üzere tüm burjuva siyasi oluşumlara karşı en açık mücadele konumunu almaya yönlendirecek mutlak bir siyasi uzlaşmazlık. Bilindiği gibi, Lenin’in Ocak 1918’de Kurucu Meclis seçimlerinin sonuçlarını parlamenter demokrasinin kaba kriterlerine göre değil, aksine sınıf kriterlerine göre analiz ettikten sonra Bolşeviklerin, ülkede aritmetik ve küresel bir azınlık olan, ancak sanayi merkezlerinde çoğunluk olan, demokratik ilkeler temelinde seçilen Meclisi şiddetle dağıtmaya devam etti. 2) Üretim güçlerinin ve tekniğinin mütevazi gelişme derecesinin sunduğu somut olanaklarla bağlantılı olarak proletaryanın – dolayısıyla sınıf partisinin olanaklarını sınırlayan kurnaz bir ekonomi politikası. Lenin’in programı, sanayilerin başında kapitalistlerin kalıcılığı anlamına gelen basit “üretim denetimi” ni ima ediyordu.
Bir tavizler ekonomik politikası ile son derece uzlaşmaz bir genel politika arasındaki bariz çelişki, eğer kişi kendini – Lenin’in sürekli yaptığı gibi – uluslararası düzleme yerleştirmezse ve bu nedenle Rus devrimini dünya devriminin gelişimi ile bağlantılı olarak değerlendirmezse açıklanamaz. Rusya’nın ulusal bakış açısına göre, ülkenin geri kalmış endüstriyel gelişimi nedeniyle ekonomik alanda tavizler kaçınılmazsa, bunun yerine politik açıdan – proletarya diktatörlüğü deneyimi uluslararası olayların bir işlevi olduğundan – en uzlaşmaz olan politika, proletaryanın dünya mücadelesinde nihai olarak tek bir bölüm olduğu için yalnızca mümkün olmakla kalmaz, aynı zamanda gerekli hale gelir.
Lenin, hem 1917’de kendisini “sanayilerin denetimi” ile sınırladığı zaman, hem de 1918 ile 1920 arasındaki savaş komünizmi döneminde ve Mart 1921’de NEP politikasını ilan ettiğinde Marksist ilkelere göre hareket etti. Onun politikasının tamamı Rus sorununa uluslararası bir yaklaşımdan kaynaklanıyordu ve dünya proletaryasının devrimci yükselişindeki gecikme nedeniyle NEP’in kendisi kaçınılmaz olarak kabul edilecek, öte yandan, diğer yandan, NEP’in kendisi için temel koşullar belirlenecekti. NEP politikasında yer alan tavizler kesinlikle korunmalıydı.
Lenin’in, ayni vergiyi (köylü, devlete intikal eden payın devrinden sonra kalan ürünü elden çıkarmakta özgür hale geldi) ikame ederek (köylüyü herhangi bir tasarruf olanağından yoksun bırakan) ürüne el koyma sisteminin yerine koyduğu iyi bilinmektedir. Pazarın ve küçük sanayinin yeniden kurulmasına izin vererek Rus ekonomisini iki sektöre ayırdı: sosyalist ve özel. Birinci sektör – devlet sektörü – iş veriminin üstünlüğü ve üretimdeki artış sayesinde ekonomik alanda onu yenmek için ikinciye ulaşmak amacıyla hızlı bir yarışa girmek zorunda kalacaktı.
Ancak devlet kesimine verilen sosyalist niteliği, devlet biçiminin, bu kesimi sosyalist yapmak için yeterli olduğu anlamına gelmiyordu. Lenin binlerce kez, devlet sektörünün başarı şansının sanayiyi yönetenin özel sektör yerine devlet olmasından kaynaklanmadığını, bu devletin dünya devriminin gidişatı ile yakından bağlantılı bir proleter devlet olması gerçeğinden kaynaklandığı konusunda ısrar etti.
Lenin, NEP’i 1921 Martında kurdu. NEP’in ilk sonuçları 1923-24’de ortaya çıktı ve aynı zamanda Rus Partisi içindeki mücadele, sosyalist sektörün gelişimine dayanan tahminlerin doğrulanmadığını özel sektör olayları tarafından zarara uğradığını gösterdi. Troçki, sosyalist sektörün gelişmesine ve özellikle kırsalda yeniden canlanan burjuvaziye karşı mücadeleye yönelik hükümleri savunacak olsa da, Buharin’in sağ kanadı, Sovyet ekonomisinin sorunlara, kapitalist unsurlar lehine daha büyük bir özgürlükten başka bir çözüm göremeyecekti.
1926-27’de mücadele, Parti ve Enternasyonal içinde, daha önce bahsettiğimiz boyutları aldı ve artık enternasyonal ve sosyalizm için mücadelenin enternasyonalist ilkesine dairdi.
Tarihsel evrim, kapitalizmin ekonomik ilkelerinin restorasyonunun Rusya’da ancak klasik bireysel mülkiyet biçiminin yeniden kurulmasıyla mümkün olduğu düşünülebilecek ölçüde biçimci kriterlere uymaz. Rusya kendisini 1927’de ve sonrasında, geçen yüzyılda olduğu gibi, üretim araçlarına ve artı değere özel mülkiyette liberal ekonomik ilkelerin yansımasıyla değil, bilakis başka bir durumda karakterize edilen bir dünya durumunda bulacaktı: devlet totalitarizmi ve her türlü özel girişimin ona boyun eğdirilmesi.
Solun Rus Partisi içindeki yenilgisinden sonra, ekonomik sorunların çözümünün ancak NEP sırasında ortaya çıkan kapitalist tabakalaşmalara karşı bir mücadele ile sağlanabileceği gerçeğinden dolayı – genel tarihsel evrimin belirtilen özellikleri nedeniyle – Sağın bir zaferine tanık olmadık.
Ama NEP’in politikası ile daha sonra zafere ulaşacak olan Beş Yıllık Planların politikası arasında bir süreklilik var mı, yok mu? Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle, Charles Bettelheim’ın Sovyet Planlaması adlı kitabında gösterdiği gibi, NEP, bürokrasinin aşırı büyümesine yol açtığı için ne siyasi alanda, sosyalist sektörün zaferini sağlamak yerine özel sektörün güçlenmesine yol açtığı için ne de ekonomik alanda hedeflerine ulaşamamıştı, ya da nihayet daha genel ekonomik alanda, 1926-27’den beri Rusya’da ciddi bir ekonomik kriz görmüştü.
Bettelheim’ın “NEP’in başarısızlığı” olarak nitelendirdiği şeyin mevcudiyetinde, 1927’nin kaçınılmaz olarak hesaplaşma saatini işaret edip etmeyeceği ve çok elverişsiz uluslararası koşullar nedeniyle, Rus devletini proletaryanın elinde tutmanın başka bir olasılığının bulunup bulunmadığı sorusu ortaya çıkıyor. Ancak, görevimiz esas olarak olayların gidişatı hakkında bilgi vermek olduğundan, bu sorunla ilgilenmemeliyiz.
Tartışmasız gerçek, kapitalist sömürünün ekonomik ilkesinin yeniden kurulmasının ilki Nisan 1929’daki 16. Parti Kongresinde oylanan ve Mayıs 1929 5. Sovyetler Kongresi’nde onaylanan Beş Yıllık Planlarla başladığıdır. Bu planların temel noktası, gerek 1914 öncesi dönemi gerekse diğer ülkelerde elde edilen sonuçları referans alan üretim endekslerinin önce elde edilmesi, ardından sürekli olarak aşılmasıdır. Tek kelimeyle, yeni Sovyet yeniden inşasının özü ne olacaktı? Resmi belgeler bunu gizlemiyordu: Kapitalist ekonomiyle aynı türden bir ekonomiyi yeniden inşa edilecek ve üretimin ulaştığı yükseklikler ne kadar yüksek olursa o kadar “sosyalist” olarak nitelendirilecekti.
Lenin tarafından tasarlanan ve Nisan 1920’de Rus Komünist Partisi’nin IX Kongresinde onaylanan ekonomik plan, tüm sorunu tüketim endüstrisinin artışına dayandırıyordu: bu, Sovyet ekonomisinin temel amacının, ülkenin çalışan kitlelerinin yaşam koşullarının iyileştirilmesi olduğu anlamına geliyordu. Öte yandan, Beş Yıllık Planlar teorisi, ağır sanayinin tüketici sanayisi pahasına en yüksek gelişimini hedefliyordu. Beş Yıllık Planların savaş ekonomisindeki ve savaştaki sonucu, bu nedenle, kapitalist dünyanın geri kalanında ekonominin buna karşılık gelen düzenlemesi kadar kaçınılmazdı.
Üretim amaçlarında meydana gelecek esaslı değişime karşılık, özel olmayan ve devlet biçiminde ayırt edici ölçütü oluşturulacak olan “sosyalist sanayi” anlayışında bir değişiklik daha yapılacaktı. Bu, yalnızca ağır sanayide sürekli bir sermaye birikimine ait olacaktı. Devlet efendi, yalnızca “Troçkist” olmakla suçlanmamak ve mahkum edilmemek için üretimin niceliği ve niteliğini şevkle canlandırmak zorunda kalacak milyonlarca Rus işçisinin değil aynı zamanda Rus devriminin yaratıcılarının sunaklarında kurban edildiği bir tanrı olacaktır.
İşçilerin artan sömürüsüne ilişkin kapitalizme özgü ekonomik ilke, devletin artan ve totaliter bir müdahalesine yol açan tarihsel evrimin genel yasalarına paralel olarak Rusya’da yeniden tesis edilecekti. Sağın lideri Buharin ve yoldaşı Rykov da idam edilecekti. Rusya’da zafer kazanan, o zaman tüm ülkelerde zafer kazanacak olan neyse oydu: devlet totalitarizmi. Bunun Rusya’daki sonucu da dünyanın geri kalanıyla aynı olacaktı: İkinci Dünya Savaşı’na hazırlık ve devasa katılım.
Rusya’daki siyasi evrimin özünü en başından öngören İtalya komünist solu – Troçki’nin
yaptığı gibi – Rusya’daki devlet mülkiyet biçiminin cazibesine kapılmadı ve daha
1933’te Sovyet Rusya’nın kapitalist dünyaya dahil olma zorunluluğunu ifade etti.
Zira, “tek ülkede sosyalizm” teorisi ve Beş Yıllık Planlar teorisi Sovyet
Rusya’yı kaçınılmaz olarak emperyalist çatışmaya götürecek taktiklerin
habercisiydi.
«İngiliz gerici sendikaları, ülkemizin [Rusya] devrimci sendikalarıyla, ülkelerinin karşı devrimci emperyalistlerine karşı bir koalisyon kurmaya istekliyse, bu blok neden onaylanmasın?” (Stalin, Rus Partisi MK ve Merkezi Kontrol Komisyonu’nun ortak oturumu, Temmuz 1926). Troçki bu sözlere haklı olarak, “gerici sendikalar emperyalistlerine karşı savaşabilecek durumda olsalardı, gerici olmazlardı” diye yanıt verecekti.
Eğer Çan Kay-şek ve Kuomintang devrim için savaşmaya istekli olsalardı... Ama Çinli işçilerin destansı mücadelesinin sonunda şahit olduğumuz proleter ceset yığınları, Çan Kay-şek ve Kuomintang’ın o ülkenin proletaryasının ve köylülüğünün cellatlarından başka bir şey olamayacağını kanıtlayacaktı.
Troçki, “Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal” adlı kitabında, haklı olarak Çin’deki genel durumu şu terimlerle nitelendiriyor: «Büyük ve orta ölçekli toprak mülkiyeti, orada, yabancı kapitalizm de dahil olmak üzere, kentsel kapitalizmle en yakın biçimde iç içe geçmiş durumda... Ülkeye boyun eğdiren ticari ve bankacılık kapitalizminin rolüne dayanan sanayinin son derece hızlı bir iç gelişimi, en önemli köylü bölgelerinin piyasaya tam bağımlılığı, dış ticaretin muazzam rolü ve sürekliliği, Çin kırsalının şehre tamamen tabii kılınması; tüm bunlar, Çin’de kapitalist ilişkilerin koşulsuz egemenliğini, doğrudan egemenliğini doğruluyor».
Troçki, tüm Çin ekonomik düzeninin (kapitalist olanlardan sayısal olarak çok daha üstün olan feodal ve feodal öncesi ilişkiler dahil) belirleyici ilişkilerinin altını çizen analizine rağmen, Kuomintang’a katılma ve Çin proleter devriminin nihai yenilgisinden sonra, yani Komintern’in “Kanton ayaklanması” (Aralık 1927) dediği olayın başarısızlığından sonra Stalin’e karşı bir dizi demokratik sloganı savunmak gibi kesinlikle yetersiz taktik sonuçlara vardı.
Bizim akımımız, Troçki’ninkiyle uyumlu bir analizden yola çıkarak, Kuomintang’a uymama temel tezini savundu ve Komintern’in “devrimci saldırı” taktiğiyle savaşırken, önceki pozisyonunu tam olarak korudu. Devlet iktidarı sorununda yükseltilmesi gereken tek sloganın proletarya diktatörlüğü olduğu tezinde kararlı bir şekilde durarak, “demokratik sloganlara” karşı çıktık.
Gerçekten de olaylar, ne 1927’den sonra Çin’de devrimci bir durumun ortaya çıktığını, ne de 1926-27 devrimci yenilgisinden sonra ve buna rağmen, burjuva bağımsızlığının ve anti-emperyalist Çin’in demokratik bir çağının açılamayacağını teyit edecekti.
1911’de Mançurya hanedanı Cumhuriyet lehine tahttan çekildi ve Kuomintang da bu çağda kuruldu. Partinin kurucusu Sun-Yat-Sen’in politikası, “Çin’in bağımsızlığı” için anti-emperyalist iddialarda bulunmasına rağmen, yine de kendisini yabancı emperyalistleri endişelendirmeyen sözlü beyanlarla sınırlamak zorunda kaldı. Tarih böylece Çin’i büyük bir ulus-Devlet işlevine yükselemediği için mahkum etti ve Sun-Yat-Sen buna o kadar ikna oldu ki, Çin birinci dünya savaşında İtilaf’ın yanında yer aldıktan sonra 1918’de galiplere döndü. Dahası en önemli pozisyonları elinde tutan İngiliz emperyalizminin pençesini gevşetmek için en yakın ve o sırada en az müdahaleci emperyalizme, Japonya’ya yaslanmaya çalıştı.
Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ayaklanıp gerçekten bağımsız ulus devletler olmalarına hiçbir açık bırakmayan kapitalizmin mali emperyalizminin tarihsel çerçevesinde, kapitalist ilişkilerin ülkenin içlerine hakim olmasıyla birlikte, Çin olayları 1925’te başladı, 1926’da gelişti ve sözde “Kanton ayaklanması”nın şiddetli boğulmasıyla sona erdi.
Her şeyden önce Güney’de başlayan, kuzeye doğru zaferden zafere, tüm ülkeyi fethedene kadar giden bir askeri yürüyüş biçimini alan bu olaylar, “Çin burjuvazisinin demokratik-devrimci, anti-emperyalist savaşı” olarak nitelendirilebilir mi?”? Açıktır ki, bu çalkantılı olaylar sırasında yabancılara verilen tavizlere karşı saldırılar oldu, ancak bu saldırıların her seferinde Kuomintang liderliğinin kararlarından kaynaklanmadığı, aslında yerel inisiyatiflerin sonucu olduğu gerçeği bir yana, olaylar daha da sertleşti, hatta Kuomintang’ın merkezi liderliği tarafından reddedildi. Velhasıl karşımızdaki soru oldukça farklıdır ve onu doğru yanıtlamak, onu bir bütün olarak gelişiminin genel şemasında hiçbir gerçek belirleyici etkiye sahip olmayan olaylara göre karakterize etmek yerine, gerçekte olduğu gibi, bütünlüklü şekilde karakterize etmek meselesidir.
1927’nin sonunda karşı devrimin zaferi belirleyici oldu ve bu zafer ne yazık ki kısa ömürlü olmadı, çünkü yirmi yıl sonra kendimizi, Japon yenilgisine rağmen, hiçbir şekilde bir zafer görmediğimiz aynı durumda buluyoruz. Çin burjuvazisinin özerk bir devleti, Fransa ile beş Büyük arasında IV. veya V. sıra için kapışacak duruma gelse de, 1926-27 devrimci hareketinin yenilgisinden sonra Çin, tüm bu kapitalizmlere karşı durulan bir cephe değil, Çin burjuvazisinin tüm yabancı kapitalizmlerle pastadan pay almak için savaştığı uçsuz bucaksız bir bölge haline geldi. Stalin’e ve ayrıca Troçki’ye karşı, tarihin cevabı kesinlikle nettir; 1926-27’de, salt proleter ve komünist bir harekete dönüşebilecek bir devrimci anti-emperyalist savaş meselesi değil, liderliğini ancak Çin’de proletarya diktatörlüğünü kurarak daha sonra dünya devriminin gelişimi ile iç içe geçecek olan öncü proleterlerde bulabilen yüz milyonlarca sömürülen insanın devasa bir ayaklanması meselesiydi.
Çan-Kay-Şek ve Kuomintang’ın rolü, Fransız burjuvazisinin 1793’te oynadığı rol olamazdı, ancak Noske ve adamlarının en gelişmiş ülkelerde oynadığı rolün aynısı olabilirdi. En başından beri, sömürülen Çin halkının devasa isyanına karşı savunma hattını temsil ettiler ve Kuomintang, Çin ve dünya karşı devriminin acımasız ve muzaffer direnişinin en etkili aracını teşkil etti.
Çin burjuvazisine gelince, Hindistan ve diğer sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin burjuvazileri gibi, onun işlevi de ulusal özerklik için çabalamak değil, egemen emperyalist ve yabancı burjuvazilerin örgütlenmesine uyum sağlamaktı. Çan-Kay-Şek, koşullar (devrimci akışın azalması) ona izin verir vermez, aynı zamanda en güçlü yabancı emperyalizmlere karşı meleksi bir diz çökme kapasitesini gösterirken Çinli proleterlere karşı korkunç bir gaddarlık göstermek zorunda kaldı.
Ayrıca, 1926’nın sonundaki 7. Genişletilmiş Yürütmede, Çinli delege Tang-Ping-Sian, Çan-Kay-Şek hakkındaki raporunda şunları söyledi: “İngiliz emperyalizmine karşı savaşmak istemiyor; Japon emperyalistlerine gelince, belirli koşullar altında onlarla bir uzlaşmaya varmaya hazır».
Troçki’nin düşündürücü bir şekilde belirttiği gibi, “Çan-Kay-Şek, emperyalist devletlerden birinin ajanları olan Çinli militaristlere savaş açtı. Bu, emperyalizme karşı savaş açmakla aynı şey değildir» (Troçki, age, s. 268).
Devrimci kitleler ile karşı devrim arasındaki mücadelenin özünde, Güney ve Kuzey’in generallerinin yürütecekleri savaş, temelde, isyancı proletaryayı ezmekten ve ikinci olarak, bin ile dağılmış Çin’in merkezi bir otorite altında birleşmesi için mücadele etmekten başka bir çözüm bulamayacaktı. Merkezi otorite olmaksızın, Çin’i büyük bir milli ve bağımsız devlet düzeyine yükseltme umudu olmadığını tekrar ediyoruz.
Öte yandan emperyalizmler şu ya da bu generali tercih etmediler, ancak Çin’deki devrimci gerçekliğin ve bunun dünyadaki sınıf egemenlikleri için temsil ettiği tehlikenin bilincinde olarak, Enternasyonal’in karşı devrimci müdahalesinin tam anlamıyla gelişmesine izin verdiler. Savaş olaylarının neden olduğu kesintiden sonra, kapitalist ilişkilerin iç içe geçmesi, metropolden başlayarak, Çin burjuvazisini ilhak ederek ve egemenliğini Çin topraklarının uçsuz bucaksızlığına yayarak yeniden kurulacaktır.
* * *
Programatik bakış açısından, Enternasyonal, temel belgesi olarak İkinci Kongre Tezleri’ne (Eylül 1920) sahipti. 6. “Ek” Tezin son paragrafı şöyle der: “Yabancı egemenlik, iktisadi güçlerin özgürce gelişmesini köstekler. Bu nedenle bu egemenliğin yıkılması, sömürgelerdeki devrimin ilk alanıdır; bu nedenle sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadeleye verilen destek, yerli burjuvazinin milliyetçi hareketine sunulan bir destek değil, kendisi de ezilen proletaryanın önündeki yolun açılması demektir”.
Görüldüğü gibi Enternasyonal’in kuruluşuna ilişkin birçok belgeye nüfuz eden ve aynı zamanda (Marx, burjuvazinin egemenliğini tüm ülkelere yayarak kendi mezarını kazmasından söz ederken) Manifesto’da da yer alan perspektif, henüz olaylar tarafından doğrulanmamıştır. Aslında, 1926-27’deki yüz binlerce işçi ve köylüyü silahlı mücadelede görecek olan Çin’inki kadar büyük bir hareket, tarihin evcilleştirilemez güçlerinin tartışılmaz çağrışımlarına sahip bir hareket, sözde yabancı egemenliğinden kurtuluş hedefinin olayları belirleme olasılığı olsaydı, ya yerli burjuvazinin yönlendirmesi altında yabancı emperyalizme karşı kesin bir çatışmaya girecek olan kitlelerin mücadelesine tanık olurduk ya da hareket bu, ilkel burjuva liderliğini geçersiz kılarak, dünya devrimi ile iç içe geçen bir proleter devrimin gücünü üstlenirdi.
Şimdi, yalnızca emperyalizmlere karşı çarpışma gerçekleşmekle kalmadı, aynı zamanda Çin burjuvazisinin tarihsel işlevinin, yalnızca, aşırı şiddetle ayaklanan kitleleri ehlileştirmek için güçlü bir karşı devrimci kale olmaktan ibaret olduğu ortaya çıktı. Emperyalizmler ancak komisyoncuları, yani Kuomintang ve onun tüm eğilimleri, Dai-Thi-Tao’nun merkezi olan Çan-Kay-Şek’in sağ kanadı ve Çin’deki Komünist Enternasyonal delegelerine bağlı komünist sol kanadı tarafından yapılan mükemmel çalışmaya sevinebilirdi.
Tezler kendilerini bir perspektif formüle etmekle sınırlamamakta, tarihsel durumların analizi için yol gösterici kriterleri formüle ettikten sonra, söylemeye gerek yok ama Enternasyonal tarafından utanç verici bir şekilde ihanete uğrayan güvenceleri belirlemektedir.
Yönlendirici bir ölçüt olarak, alıntı yapılan “Tezler”in 2. Noktası şöyledir: “Burjuvazinin boyunduruğundan kurtulmayı amaçlayan proleter sınıf mücadelesinin bilinçli ifadesi olan Komünist Partisinin temel görevi burjuva demokrasisine karşı mücadele etmek ve bu demokrasinin yalanlarıyla ikiyüzlülüğünü teşhir etmektir. Bu görev uyarınca, Komünist Partisi milli sorunda temel vurguyu soyut ve biçimsel ilkelere değil, öncelikle tarihsel olarak verili durumun ve (en önemlisi) ekonomik koşulların tam bir değerlendirmesine dayandırmalıdır. İkinci olarak, ezilen sınıfların, çalışanların, sömürülenlerin çıkarları ile, egemen sınıfın çıkarları anlamına gelen genel milli çıkarları arasındaki açık farkı vurgulamalıdır. Üçüncüsü, finans kapital ve emperyalizm çağında dünya nüfusunun küçücük bir azınlığı olan en zengin ve en ileri ülkelerin geri kalan büyük çoğunluğu sömürgelik ve finans köleliği durumunda tuttuğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalışan burjuva demokratik yalanlara karşı, Komünist Partisi ezen, sömüren, ayrıcalıklı uluslar ile ezilen, bağımlı uluslar arasındaki açık ayrımı vurgulamalıdır.”
Garantilere gelince, 11. Tez şöyle diyecektir: “Geri kalmış ülkelerde gerçekte komünist olmayan devrimci kurtuluş hareketlerini komünistmiş gibi gösterme çabalarına karşı kararlı bir mücadele yürütülmelidir. Sömürgelerdeki devrimci hareketleri desteklemek Komünist Enternasyonal’in görevidir. Ancak bu görevin tek amacı tüm geri kalmış ülkelerde geleceğin proleter partilerini (sadece lafta değil, gerçekte komünist olan partileri) oluşturacak unsurları bir araya toplamak ve bu unsurları kendi özel görevlerinin (yani kendi ulusları içindeki burjuva demokratik eğilimlere karşı mücadele etme görevinin) bilincine varacak şekilde eğitmektir. Komünist Enternasyonal yolun bir kısmını sömürgeler ve geri kalmış ülkelerdeki devrimci hareketle birlikte yürümeli ve hatta bu hareketle ittifak yapmalıdır; ancak, Komintern bu hareketle birleşemez, salt bir nüve halinde de olsa proleter hareketin bağımsızlığını koşulsuz olarak muhafaza eder”.
Çin olayları sırasında bu temel direktiflerin uygulanması, kesinlikle Tezlerde yer alan bazı varsayımsal unsurların aşamalı olarak açıklığa kavuşturulmasına yol açacaktı. Bu, ayrıca, durum analizlerinin «belirli tarihsel durumun ve öncelikle ekonomik koşulların kesin bir değerlendirmesine» dayandırılmasının gerekliliğinden bahsedildiği, aktardığımız 2. tezin ilk satırında açıkça öngörülmüştü. Bu yaklaşım, yalnızca Kuomintang’ın salt karşı devrimci karakterinin tanınmasına ve bu ekonomik güçlerin gelişimi işlevinde anti-emperyalist mücadele yürütmesinin herhangi bir tarihsel olasılığının bulunmaması sonucuna yol açabilirdi (Tez 6).
Enternasyonal liderliğine ve aynı zamanda Troçki’nin eğilimine şiddetle karşı çıkan akımımız, en başından beri Kuomintang’a bağlı kalmama tezini sürdürdü ve bu “Halk Partisi”nin hem gerçekte ne olduğunu hem de daha sonra ne olacağını nitelendirdi. Bu durum, 1927’de proleterlerin ve köylülerin katledilmesinden sonra acımasızca ortaya çıkacaktı. Bu, Lenin’in 1919’da yazdığı şu sözle bağlantılıydı: “Herhangi bir kapitalist ülkede proletaryanın gücü, proletaryanın toplam nüfusa oranından çok daha fazladır. Bunun nedeni, proletaryanın, ekonomik olarak, kapitalizmin ekonomisinin tüm sisteminin merkezini ve sinirlerini kontrol etmesi ve ayrıca ekonomik ve politik alanda proletaryanın, kapitalist yönetim altında, emekçi sınıfların büyük çoğunluğunun gerçek çıkarlarını ifade etmesidir”. Ve Çin’deki ekonomik ilişkilerin kapitalist doğasına gelince – Troçki’nin yaptığı analizle aynı fikirde olduğumuzu belirterek – daha önce söylediğimizi hatırlayın.
Şimdi Enternasyonal’in taktik yaklaşımına kısaca bir göz atalım. Enternasyonal’in yaklaşımı kararlarında açıkça yazılı olan “dört sınıf bloku” (burjuvazi, köylüler, kent küçük burjuvazisi, proletarya) formülünde özetlenebilir.
Komünist Enternasyonal’in 10 Mart 1927 tarihli 5 No’lu dergisi (not, sadece bir ay sonra Çan-Kay-Şek, Şanghay proleterlerine karşı beyaz terörünü salacaktır), Martinov’un özellikle çarpıcı bir makalesini içermektedir. «Çin’in ulusal kurtuluşu, başarı durumunda, zorunlu olarak sosyalist bir devrime dönüşmelidir, Çin’in özgürleştirici hareketi aynı zamanda dünya proleter devriminin ayrılmaz bir parçasıdır, bu konuda genel demokratik hareketin ayrılmaz bir parçası olan önceki özgürleştirici hareketlerden farklıdır» diyerek yalnızca Enternasyonal’in liderlerinin kafasında “milli kurtuluş” teşkil eden bu harekete Avrupa’daki burjuva ulus devletlerin kuruluş sürecinde ortaya çıkan devletlerinkinden çok daha ileri bir nitelik yamanmıştır. Martinov, «Rusya’da, 1905’te, önderliğin inisiyatifi proleter partiden kaynaklanırken” ve “Rus liberal burjuvazisi, belirli bir süre boyunca, hareketin her geçici durma noktasında çabalayarak peşinden sürüklenirken ve çarlık otokrasisi ile bir anlaşma akdetmeye çalışırken», diyor kafası karışık şekilde, Çin’deki hareket «girişim sanayi burjuvazisinden ve burjuva aydınlarından kaynaklanmaktadır» ve bu nedenle «Çin Komünist Partisi, devrimci orduya katılıp büyük emperyalist devletlere, Kuzeyli militaristlere ve feodal beylere karşı engeller yaratmamaya çalışmalıdır».
Stalin, Rus muhalefetine karşı bir polemik makalesinde şöyle yazmıştı: «Çin devriminin ilk döneminde, kuzeye ilk yürüyüş döneminde, milli ordu yaklaştığında Yang-Tze nehri zaferden zafere koştu, güçlü bir işçi ve köylü hareketi henüz gelişmemişti ve yerli burjuvazi (”kompradorlar” hariç) devrimle birlikte yürüdü. Bu, tüm ulusa yayılan tek bir cephenin devrimiydi. Bu, yerli burjuvazi ile devrim arasında karşıtlıklar olmadığı anlamına gelmez. Bu yalnızca, yerli burjuvazinin devrime desteğini vererek, gelişimini esas olarak toprak fetihleri doğrultusunda yönlendirerek onu kendi amaçları için sömürmeye çalıştığı ve gelişmelerini başka bir yönde sınırlamaya çalıştığı anlamına gelir».
Olaylar, Nisan 1927’de başlayan devlet terörü ile, “bütün ulusun tek cephesinin devrimi” nin gerçekte isyancı kitlelerin generallerin yönlendirmesine tabii olması olduğunu acımasızca kanıtlayacaktı. “Kuomintang yönetimindeki kuzeye askeri yürüyüş” ile Çinli işçi ve köylülerin sınıf mücadeleleri arasında kesin, keskin ve şiddetli bir karşıtlık vardı. Komintern’in bütün politikası, nihayetinde Martinov’un belirttiği yönergede özetlendi: “milli orduya engel oluşturmayın” (yukarıdaki alıntıya bakınız).
Son olarak, Enternasyonal’in taktik yaklaşımına ilişkin olarak, Tan-Pin-Sian’ın Yedinci Genişletilmiş Yürütme Kurulu’na yaptığı açıklamayı hatırlayalım: «Troçkizm ortaya çıkar çıkmaz, Çin Komünist Partisi ve Komünist Gençlik, ona karşı oy birliğiyle derhal bir karar aldılar».
Enternasyonal’in yönelimine karşı çıkan tüm eğilimlerin Troçkizm etiketi altında kategorize edildiği iyi bilinmektedir. Bu alıntıyı aktardıysak, bu, Çin Partisinin karşı devrimci politikasını tam bir başarıyla yürütmek için şiddetle “temizlendiğini” kanıtlamak içindir.
* * *
1926’nın ikinci yarısı ve 1927’nin ilk çeyreği, Çin’deki olayların militanlığının zirvesiyle karakterize edildi. Tamamen devrimci olan bu dönem boyunca, Enternasyonal, proleter öncünün bağrında kendini gösteren, Sovyetlerin kuruluşuna yönelik eğilimlere şiddetle karşı çıktı; dört sınıf blokunun direktifine sıkı sıkıya bağlı kaldı.
Olaylarla doğrudan temas halinde olan Çin’deki Rus heyeti, Moskova’daki Merkez’e hitaben Çin Partisi’nin politikasını eleştirdiği ve uygulanan taktiksel düzenlemelerin ne kadar karşı devrimci bir ihtiyatla ortaya çıktığını gösteren bir mektup yazacaktı. Bu büyük hareketin çöküşüne yol açmak için gerçekleştirilmişti. Mektupta şöyle yazıyordu: «Çin Komünist Partisi’nin 13 Aralık 1926 tarihli devrimci hareketin tehlikeli eğilimleri hakkındaki raporuna göre, bildiride “en büyük tehlike şundadır: kitlelerin hareketi sola doğru ilerleyecektir” deniyor».
Parti ile kitleler arasındaki ilişkiler sorununda, bunların ne olduğunu şu pasajdan çıkarabiliriz:
«Parti liderliği, işçiler ve köylüler arasındaki ilişkiler, MK üyesi Yoldaş Petrov tarafından özel derse (Doğu Komünist İşçiler Üniversitesi) öğrenci alınması sorununun incelenmesi vesilesiyle şöyle formüle edildi: Şu dağılımı elde etmek gerekli olacaktı: 175 işçi ve 100 köylü. Yoldaş Petrov bize Merkez Komitesinin sadece öğrencileri ve aydınları seçmeye karar verdiğini söyledi».
Köylü sorunu üzerine: «MK’nin Aralık Plenumunda (1926), Enternasyonal YK temsilcisinin katılımıyla, köylü sorununa ilişkin bir karar kabul edildi. Bu kararda bir program ve tarım mücadelesi hakkında tek bir kelime yok. Karar, yalnızca en rahatsız edici sorulardan birine, köylü iktidarı sorununa yanıt veriyor ve buna olumsuz yanıt veriyor: Küçük burjuvaziyi korkutmamak için köylü iktidarı sözünün lanse edilmemesi gerektiğini söylüyor. Bundan, Parti organlarının köylülüğün silahlı mücadelelerini görmezden geldiği sonucu çıkar”. (Aslında, silahlı köylüleri Kuomintang generallerinin kollarına ittikleri için bunu görmezden gelmediler.).
İşçi hareketi sorunu üzerine: «Bir milyondan fazla örgütlü işçi, merkezi liderlikten yoksun. Sendikalar kitlelerden kopuk ve çoğunlukla personel örgütleri olarak kalıyorlar. Siyasi ve örgütsel çalışmanın yerini her zaman ve her yerde zorlama alıyor ve asıl gerçek şu ki reformist eğilimler devrimci sendikal hareketin içinde olduğu kadar dışında da büyüyor. Girişimciler ile dostane yakınlık, sosyal yardımlara katılım, emek verimliliğinin artışına katılım, sendikaların girişimcilere ve patronlara tabi olması, bunlar olağan fenomenler».
Öte yandan, işçilerin ekonomik taleplerini savunmayı reddettiler. İşçi hareketinin temel gelişiminden korkan Parti, Kanton’da ve daha sonra Hangzhou’da zorunlu hakemliğe izin verdi (tahkim fikri Komintern’in resmi delegesi Borodin’e aittir). Parti liderlerinin sanayi dışı işçi hareketinin korkusu özellikle ciddidir. Ne de olsa Çin’deki örgütlü işçilerin ezici çoğunluğu endüstriyel olmayan işçilerdi.
MK’nin Aralık 1926 tarihli Plenum’a sunduğu rapor şöyle diyor: «Taktiği orta ve küçük-burjuvaziye göre tanımlamak bizim için son derece zordur, çünkü zanaatkârların grevleri ve katiplerin grevleri, iç kesimdeki sınıfsal çatışmalardan başka bir şey değildir. Ve mücadelede her iki taraf da (yani girişimciler ve işçiler) tek ulusal cephe (Stalin’in dediği gibi devrim cephesi, yukarıdaki alıntıya bakınız) için gerekli olduğundan, ne iki taraftan birini destekleyebiliriz ne de tarafsız kalabiliriz».
Orduya dair:
“Partinin orduya karşı tavrının özelliği, yoldaş Zhou-En-Lai tarafından raporunda verildi. Parti üyelerine diyor ki, ’bu milli-devrimci orduya gidin, onu güçlendirin, savaş gücünü yükseltin ama içinde bağımsız bir çalışma yapmayın’. Yakın zamana kadar orduda hücre yoktu. Yoldaş siyasi danışmanlarımız yalnızca Kuomintang’ın siyasi-askeri çalışmalarıyla ilgileniyorlardı».
Ve dahası: «Aralık MK Plenumu, orduda hücreler oluşturma kararı aldı, hücreler, askerlerin girmesini yasaklayarak yalnızca komutanlardan oluşuyordu».
Böylece isyancı Çinli işçi kitlelerinin boyunlarına sağlam bir ilmek bağlanmıştı ve ondan kurtulmak mümkün olmayacaktı. Hareketin tamamı, temelsiz bir “kurtuluş” savaşı için, sömürülen ve sömüren herkesin birliği çerçevesine dahil edildi. “Arındırılan” Partinin bağrında proleterler ta en arkaya, aydınların arkasına itiliyor, sendikalarda kapitalist girişimciler ile proleterler arasındaki mücadelenin “aynı sınıf içinde” bir çatışma olduğu, silahlı köylülerin “milli” orduda disipline edilmesi gerektiği söyleniyor, “komünist” hücrelerin ise subaylara ayrıldığı vurgulanıyordu.
Darağacı kurulmuştu. 12 Nisan 1927’de, Çan-Kay-Şek kitlelere karşı beyaz terörü başlattığında, işçiler Şanghay’da ipe çekilecekti.
Takip eden olayları tartışmadan önce, (Engels’in sınıf mücadelesinin gidişatı üzerine çalışmasında kullandığı terminolojiyi kullanırsak) doğal olarak tanımlanması gereken, kitlelerin hareketi ile Komünist Enternasyonal arasındaki kendiliğinden çiftleşmenin altını çizmek gerekir. Bu, diğer ülkelerde her yerde kaynayan ve neyse ki İtalya’da gün ışığına çıkmayan birçok devrimin, partinin ve Enternasyonalin kurucusuna, tüm bunların ışığında solun daha önce Enternasyonal’den ayrılmama ve başka bir örgüt kurmama hatasına düştüğünü iddia edenlere cevap vermek içindir.
Çin devrimci hareketi, kökeni Rus devriminde ve Komünist Enternasyonal’de bulunan aynı tarihsel kompleksin parçasıdır. Emsaller (1923 Alman yenilgisi ve ardından Rus partisi içindeki olaylar), bu karşı devrimci yönelimin neden kaçınılmaz bir tarihsel gereklilik haline geldiğini açıklıyor. Ve bu aynı karşı devrimci yönün, onu devirmesi muhtemel karşıt gücü doğrudan uyandırması gerekmiyordu, sadece proletaryanın uluslararası örgütünün çok daha uzak bir yeniden inşasının öncüllerini belirlemek için, bugün bile tarihsel olasılıklar kendilerini göstermezler ve devrimci militanlar tarafından belirlenebilmekten çok uzaktırlar.
Çan-Kay-Şek’in 12 Nisan 1927’deki şiddet eylemleri, Çin’deki en büyük devrimci yoğunluk evresini kapatmıştı. Enternasyonal’in Mayıs 1927’deki Sekizinci Genişletilmiş Yürütmesi ve Çin Partisi’nin 7 Ağustos 1927’deki MK Plenumu, Enternasyonal’in taktiklerinde bir dönüm noktası başlatacaktı.
Durum sola gittiğinde, Nisan 1927’ye kadar olduğu gibi, dört sınıf bloku, Kuomintang disiplini altında kitleleri bastırdı. Durum değişip sağa gittiğinde, Enternasyonal sola gidecekti ve yukarıda bahsedilen iki toplantıda, Aralık 1927’deki Kanton “ayaklanması” olarak bilinecek olan olayın önsezileri şimdiden görülebilirdi.
Birleşik Kuomintang, Nisan 1927’deki işçi karşıtı teröre aktı. Fakat “Halk Partisi” içinde bir bölünme meydana geldi ve Ou-Thang’da solcu bir Kuomintang kuruldu. Komünistler hükümete bile girerken, Stalin «Çin devriminin çekirdeğinin tarım ayaklanmasından oluştuğunu” ilan edecekti. Çin Partisi MK’sı daha önce bahsi geçen oturumda “ayaklanmaya elverişli bir ekonomik, siyasi ve sosyal durumla karşı karşıyayız ve artık şehirlerde ayaklanma başlatmak mümkün olmadığından (Komintern’in taktikleri sayesinde Chang-Kai-Shek bu imkansızlığı zorlamakla görevliydi), silahlı mücadeleyi kırlara taşımak gerekiyor. İsyanın yatağı burada bulunmalı, şehir ise yardımcı bir güç olmalıdır”. Ve CC şu sonuca varıyor: “Bunun nesnel olarak mümkün olduğu her yerde derhal ayaklanmalar örgütlemek gerekir».
Bir yandan devrimci bir durumun varlığını teyit ederken aynı zamanda bunun şehir merkezlerinde var olduğunu inkar eden bir analizle, diğer yandan da komünistlerin hükümete katılımıyla karakterize edilen bu dönüşün sonucu, mücadeleyi sürdüren köylülere karşı sol Kuomintang’ın terörüyle kendini göstermekte gecikmedi.
* * *
Böylece, kendimizi Aralık 1927’deki Kanton “isyanında” buluyoruz. Bu “isyan” dan önceki siyasi değerlendirme, Çin Partisi’nin Kasım 1927 tarihli MK Plenumunda bulunacaktır. 7 Mayıs 1929 tarihli Çin Komünist Partisi, ilginç göstergeler sunuyor.
Kitlelerin Kuomintang’a kurban edilmesinin şehirlerdeki işçi hareketinin şiddetle ezilmesine yol açtığını, köylü kitlelerinin sol Kuomintang’a kurban edilmesinin Hounan’daki köylülerin benzer şekilde şiddetle bastırılmasına yol açtığını hatırlıyoruz. Ve bu yolda 1927 Aralık ayının son bölümüne yaklaşıyoruz.
Bu gerçekten bir “ayaklanma” mıydı? Bundan kısa bir süre sonra, Şubat 1928’de yapılacak olan Enternasyonal’in Dokuzuncu Genişletilmiş Yürütme Kurulu, «Kanton’da seçilmiş bir sovyet olmamasından yoldaş N.’yi sorumlu tuttu» (karar metninde altı çizili). Komünist harekette, sovyetlerin yalnızca devrimci bir durum sırasında ortaya çıktığına ve bu nedenle ya onları yaratan siyasi koşulların var olduğuna ve ancak o zaman seçilebileceklerine (seçimin biçimsel ve önemsiz sorunu bir yana, önemli olan, ayaklanma halindeki kitlelerin hareketinin kendiliğinden ürünü olmalarıdır) ya da var olmadıklarına ve var olanın, proletarya tarafından iktidarın kullanılmasının gerçek bir olasılığına en ufak bir şekilde karşılık gelmeyen ve daha sonra “Sovyetler” olarak adlandırılan ustaca oluşturulmuş organlar olduğuna şüphe yoktur.
Ama aslında tüm tanık olduğumuz, ilk unsurları 8. Genişletilmiş Yürütme’de ve Çin Partisi’nin MK’sının Ağustos 1927 toplantısında bulunan Enternasyonal’in yeni dönüm noktasının olgunlaşmasıydı. Ayaklanma, ancak başarısı için ön koşullar artık mevcut olmadığında, merkezi organlar tarafından kararlaştırılacaktı. Ancak o zaman, kitlelerin devrimci saldırısının zirvesinde, 1926’nın ikinci yarısında ve 1927’nin ilk çeyreğinde kesinlikle yasaklanmış olan en önemli sözcük olan bir Sovyetten söz edilebilirdi. Kanton proleterleri (bunun kesinlikle Çin’deki en az proleter şehir olduğu belirtilmelidir) Kuomintang’ın tüm eğilimlerine karşı mücadele etmekteydi ve “ayaklanma” (devrimci hareket açıkça geriliyor olduğundan) tarihsel olarak izole edilmiş tek bir merkezle sınırlıydı, ve bu nedenle mümkün olan tek sonuç, hızlı yenilgisiydi. Bu arada, Enternasyonal kendisine (Çan-Kay-Şek ve Hunan madalyalarından sonra) üçüncü bir karşı devrim madalyası verdi, artık kendilerini sovyet iktidarıyla gerçekleştirmenin imkansızlığına inanmış olan Çin kitlelerinin devrimci özlemlerine ölümcül bir darbe indirildi.
Burada, Kanton’da izlenen taktiklerde, 1929’dan 1934’e kadar tüm ülkelerde izlenecek taktiklerin, bir sonraki bölümde bahsedeceğimiz “devrimci saldırı” taktiklerinin bir öngörüsüne sahibiz. O dönemdeki akımımız, bir yandan proleter hareketin sömürge Çin’de bile ülkedeki tüm toprak sahibi sınıfların ve onların tüm siyasi oluşumlarının şiddetli muhalefetiyle karşılaşabileceğine işaret etmekle yetiniyordu, Ani yenilginin nedenlerinin proleter iktidarın pratik olmamasından değil, bu direktiflerin devrimci zaferin nesnel koşulları varken değil, tam da bu koşullar karşı devrimci disiplin taktikleriyle Çin burjuvazisine feda edilmişken verilmiş olmasından kaynaklandığını vurgulamak için.
1928’den itibaren Çin’deki durum geriye doğru bir sıçrama yapacaktır. Parçalanma, 1926-27 devrimci hareketinden önce var olandan daha da ciddi hale gelecek, generaller kendi bölgelerini savaş ağaları olarak yönetecek ve “Komünist Çin” de ortaya çıkacaktır. Bu bölgeler, ilkel ekonominin ilkel biçimleriyle birlikte, kitlelerin diğer bölgelerden daha yoğun bir şekilde sömürülmesinin gerekliliklerinin devam ettiği Çin’in en geri kalmış bölgeleri arasındadır. “Komünist” yönetici klan, ayni ücret ödemesiyle birlikte (gerçek bir pazar mevcut değildir ve mevcut sistem takas sistemidir), tüm nüfusu kapsayan zorunlu askerlik sistemini kuracaktır, çünkü ordunun sadece “komünist ülkeyi” savunmak gibi askeri bir görevi değil, aynı zamanda ürünleri paylaşmak gibi ekonomik ve sosyal bir görevi de vardır. Şu anda, kapitalist dünyanın evriminin Asya topraklarında ABD ve Rusya arasında bir çatışma aşamasından geçmesi durumunda, kitlelerin bu gerici rejimleri savunmak için harekete geçme olasılığını göz ardı edemeyiz.
“Kanton Ayaklanması”ndan sonra ortaya çıkan durumda, bizim fraksiyonumuz ile Troçki arasında şiddetli bir çekişme kuruldu. İlgili temel pozisyonlar yeni değil, ancak Çin sorunuyla ilgili olarak Enternasyonal’in IV. ve V. Kongresinde belirlenen ayrılıkların devamıydı. Proletarya diktatörlüğü sloganının atılmasına artık izin vermeyen yeni koşullarda Troçki, iktidar sorununda bir geçiş sloganının yükseltilmesi gerektiğini savundu: Kurucu Meclis ve Çin’de demokratik bir anayasa. Bizim akımımız ise, eğer devrimci olmayan durum, diktatörlüğün temel sloganının yükseltilmesine izin vermiyorsa, bu nedenle, iktidar sorunu artık doğrudan bir biçimde ortaya çıkmıyorsa, bu, parti programı, teorik ve propaganda bütünlüğü içinde yeniden onaylanmalıdır, geri çekilme ise yalnızca kitlelerin ve bunlara tekabül eden sınıf örgütlerinin acil talepleri temelinde gerçekleştirilebilir dedik.
Tüm bu tartışmalar sırasında, Troçkist örgütün kendi içinde bir muhalefetin belirlendiği, ancak bu militanlarla bağlantı kurma olasılığının bulunmadığı yönünde sesler akımımıza ulaştı; çünkü iletişim olanakları genişletilirken, devrim karşıtı ve devrim karşıtı örgütlerin gizlice katılaşma biçimleri de genişletilmektedir ve bunlar devrim güçleri arasında bağlantı kurulmasına karşı bir duvar oluşturacaktır.
Son derece geri bir ekonomik ortamda vuku bulan bu ürkütücü olaylar hakkında – bir
makalenin dar sınırları içinde – uzak Çin’de bile proleter sınıfın devrimci
olanaklarını gösteren en belgelenmiş aktarımı yapmaya çalıştık. Anglo-Rus
Komitesiyle son derece gelişmiş bir ülke olan İngiltere’de olduğu gibi, Çin’de
de Enternasyonal, karşı devrimin belirleyici aracı olduğunu gösterdi, çünkü
komünist hareketin feci bir başarısızlığıyla sonuçlanan hesaplanamaz tarihsel
devrimci bir harekete karşı koyma yetkisine ve olanağına tek o sahipti.
4- Hücum ve Sosyal Faşizm Taktikleri (1929-33)
İkinci Enternasyonal’in sosyalist partilerinin bağrında, hem 1914’ten önce, hem de savaş sonrası dönemde, 1919 ile 1921 arasında tüm ülkelerde komünist partilerin kurulduğu dönemde, siyasi konumların örgütsel alanında birbirine zıt tutumlar alan reformist sağın ve devrimci solun ayrıştığını gördük. Sağ bir birlik tutumundayken sol sağdan ayrılmak istiyordu. İtalya’da – Komünist Enternasyonal’in Eylül 1920’deki 2. Kongresinin kararlarına sıkı sıkıya bağlı olarak – “eski ve şanlı Sosyalist Parti”den ayrılma inisiyatifini alan çekimser kesimdi. Bu partinin tüm akımları, reformist sağ ve maksimalist sol, Gramsci ve Ordine Nuovo da dahil olmak üzere, “Turati’den Bordiga’ya” birlik görüşünü savunuyordu.
Komünist Enternasyonal – Lenin’in önderliği altında – proleter sınıfın temel organı olan sınıf partisinin inşasında Marx’ın yöntemini doğru bir şekilde izledi. Bu, ancak, parti örgütünde, yalnızca bu programa ve bu eyleme bağlı olanlarla sınırlı olarak, onu belirlemeye muktedir bir araç bulan teorik bir programın ve devrimci olgunluk derecelerinin izin verdiği durumların değişimine göre buna tekabül eden bir siyasi eylemin kesin bir tanımı temelinde ortaya çıkabilirdi. Hem sağın hem de diğer tüm ara siyasi akımların birlik içinde olması şaşırtıcı değildi, çünkü nihayetinde burjuva dünyasının korunmasını amaçlayan bir çizgide hareket ediyorlardı. Aksine, Marksist sol ancak proletaryanın tarihsel özerkliğini belirleyen o belirleyici bölünme aracılığıyla ideolojik, teorik ve örgütsel alanda ilkelerini hayata geçirerek bu burjuva dünyasının devrimci bir şekilde alaşağı edilmesini hedefleyebilir.
Üçüncü Enternasyonal’in merkezinde, süreç farklı bir şekilde kendini gösterdi. Bu örgütün önce etkisi ve daha sonra kapitalizm tarafından ele geçirilmesi, önde gelen merkezin karşı devrimci kararlarına boyun eğmeyen her akımın atılmasıyla sağlandı. Bu değişikliği belirleyen olgu – devlet totalitarizminin mevcut tarihsel evresinde – hiçbir engele veya muhalefete tahammül edemeyen proleter Devletin varlığıydı. Burjuva-demokratik devletin bu tartışmalara veya karşıtlıklara hâlâ tahammül edebildiği doğrudur. Ancak faaliyetin çeperinde yer aldıkları için, finansal tekelciliğin gelişme sürecinde bulunan merkezin belirlediği evrimi asla bozamayacaklardır. Öte yandan, hem yozlaşan proleter devlet hem de (sınıflar arasındaki mücadelenin demokratik olana kıyasla en ileri aşamasından kaynaklanan) faşist tipteki burjuva devlet açısından, egemen merkezin diktatörlüğü, çevresel bir alanda bile herhangi bir muhalefet eğilimi olasılığını ortadan kaldırır.
Lenin’in zamanında, Rus Partisi’nin kendi içinde yoğun bir tartışma faaliyeti yaşadığı ve 1920’ye kadar içinde örgütlü fraksiyonların bile var olabildiği iyi bilinmektedir. Ama o zamanlar, proleter devlet politikasının dünya devriminin gereksinimlerine uyarlanmasının zahmetle arandığı bir dönemden geçilmekteydi. O zaman sorun tersine çevrildi ve mesele, partinin politikasını, uluslararası kapitalist rejimin tarihsel evriminin genel döngüsüyle uyumlu hale getirilmesinin değişen ve çelişkili olumsal gerekliliklerine giderek daha fazla uyan devletin politikasına uyarlama meselesi haline geldi.
Yönetici merkez, devletin tüm organları üzerinde mutlak, tekelci güce sahip olmalıydı; süreç partiden ihraçlarla başladı ve yalnızca karşı devrimin yerleşik yoluna inatla karşı çıkanların değil, hatta önceki muhalefetlerinden vazgeçerek hayatlarını kurtarmaya çalışanların bile yargısız infazıyla sona erdi. Teslimiyetlere rağmen Rus Partisi içindeki farklı muhalefetler şiddet ve terörle yok edildi. Troçki, kendi adına, Stalin’e karşı uzlaşmaz muhalefetinde kararlılığını korudu; ancak, Rus Devrimi boyunca Fransız Devrimi modelinin izini sürerken, Rus Devletinin işlevinin devrimciden karşı devrimciye dönüşünün ancak Rus Bonaparte’ın ortaya çıkmasıyla gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Troçki’ye göre bu gerçekleşene kadar, Rusya’nın çok yaygın bir şekilde sanayileşmesi imkansız olduğundan ve kapitalist dünyanın geri kalanının Rusya’ya karşı askeri saldırısı kendisini kaçınılmaz olarak sunduğundan, Enternasyonal’i hem içeriden hem de Enternasyonal’de tüm hızıyla devam eden tasfiye rejimi nedeniyle bunun imkansız olduğu kanıtlandığında, sosyalistlerin sol kanatları aracılığıyla “düzeltmek” için koşullar da mevcuttur.
İtalya komünist solu, tam tersine, Marx ve Lenin’in tutumlarını takip ederek ve partinin Livorno’da kurulması için izlenen belirtilen prosedürle sıkı bir şekilde bağlantılı olarak, ne Zinovyev’in Stalin’e teslimiyet yoluna ne de Troçki’nin Enternasyonal’i iflah etmek yoluna hiçbir zaman girmedi. Siyasi alanda programatik muhalefetin başlangıç noktasından itibaren, sürekli olarak karşı devrimci siyasi yapının dünya devriminin yöneliminde kalan devrimci bir yapıyla ikame edilmesi sorununu gündeme getirerek müteakip fraksiyonist rotayı sürdürdü.
Kısacası, İkinci Enternasyonal’in sosyalist partileri, Marksist ve proleter eğilimi bir «Birleşik Parti’nin çekirdeğine zincirleyerek kendi çevrelerine çekmeye çalışan burjuva muhafazanın tarihsel güçlerinin atalet gücüyle giderek yozlaştılar». Aksine komünist partilerde, “proleter” devletin varlığından dolayı, burjuva kirliliği, ancak önce disiplinli bir tasfiye, sonra da toplumun değişen ihtiyaçlarına uyum sağlamayan her eğilimin şiddetle imha edilmesiyle sağlanabilirdi. Bu devletin karşı devrimci evrimi: sola yönelenlerin yanı sıra sağa yönelenlerin de başlarını aldı; Zinovyev’in yargılanmasından sonra sağcılar Rykov ve Buharin de yargılanacaktı.
Siyasi düzeyde, reformist sağın gelişme süreci, 1914’te ve Noske’de 1919’da ihanetin ilkelerini Bernstein’ın teorik saldırısında ve geçen yüzyılın sonunun revizyonizminde bulmamıza izin veren mantıksal bir sıra takip ederken Komünist Enternasyonal’in yozlaşma seyri söz konusu olduğunda, birbiri ardına şiddetli bir tezat oluşturan bir dizi siyasi pozisyona şahit olduk. Troçki, bu bölümde özellikle dikkat edeceğimiz “üçüncü dönem” in başlangıcında (1928’deki Altıncı Kongre sırasında), gelişmekte olan Enternasyonal’i “düzeltecek” bir sol yönelim olasılığını görüyordu; bizim o zamanki halimiz ise ancak Marksist Solun komünist partiler içindeki fraksiyonlarının zaferini, komünist partileri dünya kapitalizminin temel araçlarından biri olmaya yönlendirecek olan tüm bu gelişme sürecinin bir alternatifi olarak görüyordu.
Dahası, akımımız, Enternasyonal’in yozlaşan siyaseti ile proletaryanın programı ve çıkarları arasındaki sürekli artan mesafeden, yeni partilerin kurulması gerektiği sonucuna varmadı. Tarihsel süreç proleter sınıfın karşıt bir yeniden olumlamasına yol açmazken bu mesafenin genişlemesi gerçeği Troçki’nin önerdiği ve Ocak 1933’te Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden sonra sosyalist partilerin muhalefetine girişçiliği savunacak kadar ileri giden maceralara atılmamamız için bizi teşvik etti. Bizim fraksiyonumuz, Sovyet Rusya’nın da yörüngesine girdiği kapitalist dünyanın evrimine ilişkin gerçek bir anlayışla proletaryanın toparlanmasının koşullarını hazırlamaya devam etti.
1926-27 Çin olaylarına ayrılan bölümde, Enternasyonal taktiklerinin karakteristiğinin yalnızca oportünist tutumlar tarafından değil, aynı zamanda proletaryanın acil ve nihai çıkarlarına şiddetle karşı çıkan tutumlar tarafından şekillendirildiğini gördük. Enternasyonal yarı yolda kalmayacak, sonuna kadar gidecekti: Özünde bulunan devletin karşı devrimci evriminin ihtiyaçları, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin zaferinden sonra, bunu gerektirmekteydi. Dünya proletaryasının çıkarlarıyla bağları kopmuş halde, öylece boşlukta asılı kalamazdı ve işçilerin çıkarlarına karşı, doğrudan ve şiddetle kapitalist dünyanın korunmasından yana olmak zorundaydı.
Çin’de devrimci olanaklar varken, Mart 1927’ye kadar, proletaryayı burjuvaziye karşı kayıtsız bırakma siyaseti ve taktiği savunulmuş; bu olanaklar ortadan kalkınca, Aralık 1927’de Kanton’da isyana yönelinmişti; böylece Çin proletaryasının ezilmesine yol açacak olan siyasi rota tamamlanmıştı.
1928’de devasa ekonomik kriz olgunlaşmış, ertesi yıl Amerika’da patlak vermiş ve buradan tüm dünyaya yayılmıştı. 1928’de, Enternasyonal’in taktikleri, hâlâ İngiltere’de İngiliz-Rus Komitesi ve Çin’de dört sınıf bloku benzeri kriterlerle doluydu.
Kanton’daki “ayaklanma”, bir önceki bölümde gördüğümüz gibi, Şubat 1928’de Genişletilmiş Yürütme’de – sessizce de olsa – eleştirilmiş bir olaydı. Fakat hiçbir şekilde tesadüfi bir olay değildi, zira ertesi yıl başlayacak olan “üçüncü dönem” taktiklerinde olacakların habercisiydi. Bu arada Fransa’da “Clichy taktiği” adıyla anılan “cumhuriyetçi disiplin” taktiği uygulandı ve komünistleri, Poincare ve sağ kanata karşı sosyalist ve radikal-sosyalist senatörlerin seçilmesini sağlamaya yöneltti. Tardieu; Almanya’da prenslere verilen tavizlere karşı “halk” referandumu politikası; İtalyan Partisi – 1924 yılının Haziran-Kasım aylarında Aventine’nin ilk döneminde izlenen politikayla bağlantılı olarak – “Antifaşist Komiteler” in (sosyalistlerin, reformistlerin ve tüm faşizm karşıtlarının katılımını varsayan bir blok) yönergesini başlattı. Öte yandan parti MK’sı dergimize hitaben bir yazı kaleme aldı. Yayınımız Prometeo’nun 1 Ağustos 1928 tarihli 1 No’lu sayısında yayımlanan yazıda, bize şöyle denilmekteydi: “Cumhuriyet mücadelesinde de (aslında altı çizili olan) başı çekmeliyiz, ancak bu mücadeleyi derhal sınıf içeriğiyle doldurmalıyız. Evet, biz de işçi ve köylülerden oluşan bir meclis tarafından garanti edilen cumhuriyetten yanayız demeliyiz». İtalyan cumhuriyeti geldi ve hepimizin bildiği gibi savaş ve askeri yenilginin neden olduğu altüst oluşlardan sonra kapitalist toplumun yeniden inşasının başarısını Montecitorio kışlalarında endişeyle izleyen işçi ve köylüler meclisi tarafından “garanti ediliyor”.
1928’de Enternasyonal, 1926 ve 1927 taktikleri çerçevesindeydi ve burjuva demokrasisinin siyasi bloklarının sol kanadı olarak hareket etti.
Sonra durum kökten değişti.
Genişletilmiş 9. Yürütme (Mart 1928), Enternasyonal’in 6. Dünya Kongresi ve yaz aylarında Kızıl Sendika Enternasyonalinin eş zamanlı 4. 1928’de, Temmuz 1929’da 10. Genişletilmiş Yönetici ve son olarak 1931’de 11. Genişletilmiş Yönetici tarafından ortaya atılan yeni taktiğin teorik doğasını izleyerek başlayalım.
Enternasyonal’in 2. Kongresi, “Proleter Devriminde Komünist Partinin Rolü Üzerine Tezler”de şu uyarıda bulunmuştu: “Parti ve sınıf kavramları kesinlikle ayrı tutulmalıdır”. “Üçüncü dönem taktiği”, sınıf sınırlaması kriterlerini tamamen çarpıttıktan sonra, sınıfı demagojik bir şekilde parti içindekiler olarak tanımlamaya kadar gidecekti.
Ekonomik ve sosyal alanda Marksizm, proleter sınıfı kapitalist rejimde ücretli işçi olarak tanımlar ve ücretleriyle geçinen herkesi onun bir parçası olarak görür.
Dönüşüm radikaldi: Sınıfın çoğunu oluşturanlar, büyük ekonomik krizden etkilenen işçilerin, yani Nazi demagojisinin de hitap ettiği işsizlerdi. Sonuç olarak Parti, proletaryanın topyekûn seferberliği için bir plan oluşturamadığı için eylemini işsizlerin seferberliğiyle sınırlıyordu. Buna bağlı olarak, örgütlenmemiş işçiler, sendikalardaki işçilerden daha bilinçli görülmekte ve “Devrimci Sendika Muhalefeti” kurulmakta, sendikalarda “sosyal-faşistlerin” önderliğindeki her türlü çalışma ihmal edilmektedir. Proletarya böylece ikiye bölünmüştür: Parti tarafından kontrol edilen ve öncüyü içeren kısım, işçi sınıfının geri kalanından ayrılır ve kapitalist baskının başarısı için en iyi koşulları sunan saldırgan eylemlere girişir.
Siyasal alanda yeni taktik, kapitalist sınıfı bir bütün olarak vurmayı amaçlamıyordu, onun güçlerinin bir kısmını – sosyal-demokrasi – tecrit ediyor ve buna “sosyal-faşist” deniyordu. O sıralarda dünya kapitalizminin ana evriminin gerçekleştiği, demokratik kadronun tasfiyesinin Nazi tarafından değiştirilmeye hazırlandığı ve kapitalist devletin yapısında buna uygun bir değişiklik sürerken Almanya’da, Komintern proletaryanın kapitalizme karşı sınıf eylemini hazırlamak yerine, kitleleri bir numaralı düşman olarak tecrit altında “sosyal-faşizm”le savaşmaya çağırdı, hatta Komünist Parti’yi bu amaçla Hitler’in saldırısının destekçisi yaptı. Ve Hitler, Prusya’nın Sosyal-Demokrat hükümetini devirmek için “halk” referandumu girişiminde bulunduğunda, parti, kapitalist sınıfa karşı genel bir eylemde referanduma müdahale etmediğinden, zira aslında aynı hedefi paylaşıyordu, ancak “sosyal-faşizme” karşı mücadele çerçevesinde kaldı.
Daha genel bir siyasi düzeyde, Parti’nin politikası “sınıfa karşı sınıf” formülünde sentezlenmişti. Proleter sınıf, şimdi parti ve ona bağlı tüm organlar (Devrimci Sendika Muhalefeti, Anti-Emperyalist Birlik, SSCB Dostları ve diğer birçok çevre örgüt) içindekiler olarak tanımlanmıştı: Parti ve eklerinin dışındaki her şey (ki bu noktada tüm Marksist akımlar Komintern’den kovulmuşlardı) burjuva sınıfı ya da daha spesifik olarak “sosyal-faşizm” diye adlandırılıyorlardı. Kitle örgütleri artık kapitalist ekonominin temelinden değil, partinin inisiyatifinden kaynaklanırken, sendika fraksiyonları var olmak için bir sebepleri olmadığı için pratik olarak ortadan kaldırıldılar ve parti yörüngesinin dışında hareket eden sendikalar da “sosyal-faşist” örgütler olarak tanımlandılar.
”Partinin siyasi çizgisinin” büyük tanrısı işte bu dönemde ortaya çıktı. Partinin taktik pozisyonlarının olayların doğrulanmasına tabi tutulduğu ve bunların geçerliliğini belirlemek için çılgınca bir girişimin yapıldığı Lenin’in zamanından ne kadar uzaktaydık! Artık “siyasi çizgi” ilahi bir kurum olarak kutsanmıştı ve sadece onun yanılmazlığını sorgulamak değil, aynı zamanda onun gerçek gizli anlamını anlamamak da bir suç haline geldi. Bu kesinlikle imkansızdı, çünkü “partinin siyasi çizgisi”, dünya karşı devriminin bir aracı olarak yeni rolü için yalnızca Rus Devletinin sürekli değişen özel ihtiyaçlarına boyun eğiyordu ve onun iniş çıkışlarını yansıtabilecek tek kişi, yürütme merkezinin başında olduğu Rus devletiydi. Sonuç olarak, muhakeme ve düşünme yetilerini tamamen terk ettikleri için, kendilerini savunmayı reddettikleri için “gerçek” Bolşevikler olmadıklarını gösteren parti liderlerini düzenli olarak muhtelif olaylara dün söylediklerinin tam tersini aynı tutkuyla söyledikleri ani dönüşlere mahkum etti.
Yüzeysel bir analize dayanarak, Rusya’da sanayileşme alanında elde edilen başarıların, Rus devletinin ekonomik ve dolayısıyla askeri olarak güçlendirilmesine ve aynı anda diğer ülkelerdeki “devrimci” saldırının serbest bırakılmasına, bunun da kapitalizm tarafından Rus devletine karşı şiddetli bir misillemeye yol açması gerektiği düşünülebilir. Sadece bu gerçekleşmemekle kalmadı, aynı zamanda Hitler’in Almanya’daki yükselişinden kısa bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri – Komintern liderlerinin kendi ifadelerine göre – çok önemli bir diplomatik zafer teşkil edecek şekilde Rusya’yı resmen tanıdı ve Milletler Cemiyeti’nin – Lenin’in doğru bir şekilde “haydutlar yuvası” olarak tanımladığı örgütün – kapıları, Sovyet Rusya’nın girişine açıldı. Bu, Komintern politikasının izlediği gidişatın mantıksal son sözüdür.
Aslında beş yıllık planların (ekmek tayınları son derece yetersizken tahıl ihracatı karşılığında Rusya’ya ham madde ithal eden kapitalizmin de yardımıyla mümkün olan) başarıları, “devrimci hücum” politikası ve ABD’nin ekonomik durumu arasında çok yakın bir bağlantı vardı. Rusya’da “sosyalizmin muazzam zaferleri” aslında proletaryanın yoğun sömürüsünün sonucuydu ve diğer ülkelerde proletarya sınıfı – ”üçüncü dönem” taktikleri sayesinde – tamamen savaşamaz hale getirildi. Rusya’nın sanayileşme alanındaki ve diplomatik alandaki zaferleri, Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirmesiyle birlikte aynı yolun iki yönüydü: dünya kapitalizminin karşı devriminin hem Rusya’da hem de diğer tüm ülkelerde muzaffer zaferini ifade ediyordu.
* * *
Şimdi Komintern’in resmi belgelerinin ve “üçüncü dönem” taktiklerini karakterize eden olayların kısa bir analizine dönelim. Neden “üçüncü”? Altıncı Dünya Kongresi bunu şu şekilde belirtir: Rusya’daki devrimci zafer ile Almanya’daki devrimci yenilgi arasındaki 1. dönem (1917-23). Kapitalizmin “akut krizi” ve devrimci savaşlar; 2. dönem (1923-1928). “Kapitalist istikrar”; 3. dönem (1928’de başlayan ve “sosyal-faşizm”den Halk Cephesi’ne geçişin yaşandığı 1935’te sona erecek olan dönem) Kitlelerin “radikalleşmesi” dönemi.
Durumların bu şematize edilmesinin, “dönemleri” ayırt etmeyen, ancak durumları birbirine sıkı sıkıya bağlayan ve Marksist sınıf mücadelesi kriterlerinin izin verdiği gelişme sürecini temsil eden ve olumlu ve olumsuz dalgalanmaları görmemizi sağlayan Marksizm ile hiçbir ilgisi olmadığına işaret ederek başlayalım. Bunlar, 1917’den 1927’ye kadar olan dönemde, Rusya’daki devrimci zaferden ve bunun Komünist Enternasyonal’in kuruluşundaki yansımasından – uluslararası ve enternasyonalist ilkelerin zaferinden – bu ilkenin yadsınmasına kadar dalgalanır. Çin’deki devrimin yenilgisinden sonra, ulusal ve milliyetçi “tek ülkede sosyalizm” teorisi zafere ulaşacaktır.
Örneğin, Altıncı Kongre’nin sınıflandırılması, İtalya’da Kasım 1922’deki devrimci ilerlemenin ilk dönemini, yalnızca İtalyan sektörü için değil, kapitalist dünyanın tüm siyasi evrimi için istisnai bir öneme sahip bir olayı görmezden gelmiştir.
“Üçüncü dönem”in karakterizasyonuna gelince, Altıncı Kongre analizini şu şekilde karakterize edecektir:
“Savaş yakındır. Bu yakınlığı inkar etmeye cüret eden kimse bir ‘Bolşevik’ değildir. Yalnızca emperyalizmler arasındaki savaş değil (şu anda temel İngiltere ve ABD kümelenmelerinin şiddetli muhalefeti çerçevesinde sunulmaktadır), aynı zamanda tüm emperyalizmlerin Rusya’ya karşı savaşı: hem Amerikan devine karşı daha fazla mücadelesi için onda “ön koşul” görecek olan İngiltere, hem de ‘Rusya’da sosyalizmini’ devirmek gibi acil bir çıkarı olmasa da, bu ülkede de egemenliğini genişletmeyi hedefleyecek olan ABD, ‘kaçınılmaz olarak’ savaşa yönelecektir.
“Sınıf mücadelesi şiddetlenmiştir. ‘Proletarya savunmada kalmaz, hücuma kalkar’”.
“Kitleler ne kadar örgütsüzse, o kadar ‘radikalleşir’”.
“Sosyal demokrasinin yeni rolü ‘sosyal-faşist’liktir”.
1926-27’de sosyal demokrasi, Komintern’in proleter hareketlerin yönünü terk ettiği bir müttefiktir (bkz. İngiliz-Rus Komitesi). Şimdi ise bir numaralı düşman. Naziler Almanya’da saldırıya geçerler: Parti kapitalizme karşı ve sınıf mücadelesi temelinde bir mücadele planı oluşturmaz, yalnızca “sosyal-faşizme” karşı bir mücadele planı oluşturur. Aynı zamanda, kitlesel sendikal örgütler “sosyal-faşist” bir örgütsel aygıt olarak çerçevelendiğinden, kitleleri orada terk etmek ve başka bir örgütün inşasına geçmek gerekir: “Partinin siyasi çizgisini” savunan “Devrimci Sendikal Muhalefet”.
İki tez arasında var olan bariz çelişkiye dikkat edin: devrim tezi ve savaş tezi. Bunlardan sadece birini kabul eden kafirdir. Bu nedenle, Marksist, tarihin materyalist yorumu sayesinde, tanımı gereği bir kafirdir; bu tezlerden biri doğruysa, diğerinin yanlış olamayacağını, çünkü böyle bir tezin ancak tersi üzerine dayandırılabileceğini hemen not eder. Böyle bir tez, savaşı tam tersine götüren tarihsel süreç içinde bu tür durumlarda fiilen gözlenenin tersine, yani devrime dayandırılabilir.
Olaylar, nokta nokta, yeni taktiğin temel taşlarının tamamen çürütüleceğini kanıtlayacaktı. Aslında:
1919’da savaş hiç de yakın değildi ve 1939’da patlak verdiğinde, kümelenmeler tamamen farklıydı, İngiltere ABD’nin müttefiği oldu ve bu iki emperyalizm – en zengin emperyalizmler “sosyalist ülkenin müttefiği” oldular.
Saldırıya geçen işçi sınıfı değil, Hitler’in Ocak 1933’deki zaferinde ve nihayet İkinci dünya emperyalist savaşının patlak vermesiyle başarılarını elde eden kapitalizmdi.
“Sosyal-faşist” bir çağa girmedik, Almanya’da eninde sonunda zafere ulaşan salt faşizm oldu. Kapitalizm, bir yanda demokratlar ve milli-komünistlerle, diğer yanda faşistler ve nasyonal sosyalistlerle işbirliği içinde, kapitalist dünya savaşın gidişatında onu geri çağırmak üzere, sosyal demokrasiyi geçici olarak tasfiye etti (1939-45).
* * *
Şimdi “üçüncü dönemin taktiklerini” karakterize eden en önemli olguların kısa bir özetine dönelim.
Hitler’in Ocak 1933’te iktidara gelmesinin başlıca siyasi olgu olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu taktiğin “erdemlerini” gösterme şansı bulduğu başka pek çok siyasi olay vardı, ancak tek bir makalenin sınırları içinde kendimizi esas olanla, yani Almanya’daki olaylarla sınırlayacağız. Eylül 1930’da, Alman kapitalizminin Sosyal Demokrat Mueller başkanlığındaki koalisyon hükümetini görevden almasından sadece beş ay sonra faşist ilerleyiş başladı. İtalya’da 1921-22’de yaşananların aksine, Alman Nazizmi ağırlıklı olarak yasalcı bir taktik izledi. Demokratik mekanizma, bir Marksisti hiç şaşırtmayan ve İtalya’da ve başka yerlerde hükümetteki mevcut ulusal-komünist ve sosyalist ikiyüzlülerin bile bildiği gibi, kapitalist devletin demokratikten faşiste dönüşmesini sağlamak için mükemmel bir şekilde uygundur. Alman Nazileri, İtalya’da faşistlerin yaptığı gibi proleter sınıf temelli kalelere şiddetle ve demokratik polisin koruması altında saldırmak yerine, suç ortakları olan demokrasi partileri ve Alman Sosyal Demokrasisi tarafından tutulan lider pozisyonların Devlet aygıtının ilerici yasalcı tasfiyesi yöntemini kullanmaktadır. Sadece bu olgu bile, kapitalizmin faşist birliklerin hukuk dışı şiddetine başvurmak zorunda kalmaması olasılığı, proleter sınıf partisi tehdidinin artık etkili olmadığı durumda meydana gelen derin değişikliğin kanıtıdır.
Bu gerçeklik doğal olarak Komintern tarafından tersine çevrildi. Ercoli’nin bir makalesinde (Stato Operaio, Eylül 1932) diğer şeylerin yanı sıra şunları okuyoruz: «İlk fark (Almanya’daki Nazi saldırısı ile İtalya’daki Faşist saldırı arasındaki – editörün notu), en önemlisi, hemen göze çarpanı, Roma Yürüyüşü’nün gerçekleştiği dönem ile şimdiki dönem arasındaki farktır. O zamanlar savaş sonrası ilk dönemin sonunda ve kapitalizmin istikrar kazanma döneminin arifesindeydik. Bugün ise üçüncü dönemin kalbinde, daha önce görülmemiş genişlik ve derinlikte bir ekonomik krizin, en ciddi tezahürlerini tam da Almanya’da göstermiş ve göstermekte olan bir krizin kalbindeyiz... İkinci olarak, kitle hareketinin gelişim çizgisi üzerinde durmak gerekir». “Aşağı doğru çizgi” (İtalya’da), Almanya’da ise «belirleyici mücadeleler hala önümüzde ve kitle hareketi bu belirleyici mücadeleler doğrultusunda yukarı doğru bir çizgide gelişiyor». Gerçekte kitlelerin belirleyici mücadeleleri ne ileride ne de gerideydi ve sadece bir yıl sonra Hindenburg tarafından Hitler’e hükümet teslim edildi. Birkaç gün önce Berlin’deki Sportpalast’ta “devasa” bir gösteri düzenleyen Parti, Hitler’in iktidara geldiği gün tamamen dağılacaktı.
Nazi ilerlemesinin önemli anları şunlardı: 9 Ağustos 1931, Prusya Sosyal Demokrat hükümetine karşı Hitler tarafından talep edilen plebisit.
13 Mart 1932’de Reich cumhurbaşkanlığı seçimleri. Seçim taktikleri düzeyinde, partinin hem faşistler tarafından düzenlenen plebisite hem de kendi adayıyla Hindenburg ve Hitler’e karşı seçimlere müdahalesi sorunu, şüphe sunabilir. Komünistler kendilerini Sosyal Demokrat manevraya teslim edemediler ve müdahale etmek zorunda kaldılar; ama araya girmenin iki yolu vardı. Marksistlerin bu iki seçim tezahürünü kapitalist rejime karşı sınıfsal olarak proletaryayı seferber etmeye yönelik propagandayı yaymak için fırsatlara dönüştürmesi mümkündü. Bu, kapitalist devlette yaşanan demokratikten faşist evrime, evrime karşı bir mücadeleye girişmek anlamına geliyordu. bu ancak proletarya ve partisi tarafından, Nazizmi desteklemek için sağlam bir şekilde birleşmiş tüm kapitalist güçlere (demokratik ve faşist) karşı verilebilecek bir savaştı. Bunun karşısında ‘üçüncü dönem taktiği’nden gelen yol vardı. Bu, söz konusu iki seçim tezahürünü, onları “partinin siyasi çizgisinin” iki doğrulama bölümü haline getirerek, içinde yer aldıkları gerçek süreçten ayırmaktan ibaretti. Söz konusu parti artık burjuva sınıfıyla değil, onun güçlerinden yalnızca biriyle savaşıyordu: “sosyal-faşizm”. Faşistler tarafından Prusya sosyal demokrat Braun-Severing hükümetini devirmek için düzenlenen referandum, “parti politikasının” geçerli kılınması olarak kullanılacak “kızıl plebisit” haline geldi. Başkanlık seçimlerinde kitleler, Hitler ve Hindenburg aleyhine, ancak proletarya diktatörlüğü için değil parti lideri Thalmann için oy vermeye çağrıldı. Amaç daha ziyade, “ulusal kurtuluş programı”nın gerçekleştirilmesi içindi. Şimdi, söz konusu seçimlerde, burjuva devletinin demokratikten faşiste dönüşümünde o kadar çok olay yaşandığına göre, partinin kapitalizme karşı değil, “sosyal-faşizme” karşı mücadele etmesi, sadece devletin dönüşümünün kolaylaşmasına yol açabilirdi. Yani, birinci durumda mesele, sosyalistlerin Prusya hükümetinden atılmasının gerçekleştirilmesi ve ikinci durumda partiye “ulusal kurtuluş” hedefinin emanet edilmesi meselesiydi. Bu nedenle, partinin Nazilerinkiyle rekabet eden bir pozisyon aldığı açıktı ve zamanın olayları Nazizmin zaferine yol açmışsa, mevcut durumda aynı programın Rus emperyalizminin hegemonyası altında, Anglo-Sakson emperyalizminin kendi kârı için elde etmek istediği aynı “ulusal kurtuluşa” karşı “ulusal kurtuluş”tan bahseden Alman “birleşik sosyalist” partisi tarafından gündeme getirileceğini hiçbir şey dışarıda bırakmamaktadır.
Partinin toplumsal alandaki politikasına gelince, o da yukarıda bahsedilen “sosyal-faşizme” karşı mücadele, çatışmaların çoğalması, “grevlerin siyasallaşması” kriterlerinden geliyordu.
Felaket boyutundaki ekonomik krizin işçiler ve özellikle işsizler tarafından bir direniş hareketi yarattığı her yerde, parti bunu bir “devrimci” ajitasyon bölümü yapmak için derhal müdahale etti ve sonuçta ve bir azınlık düzenli olarak makineli tüfekle vurulurken emekçi kitlelerin kapitalist saldırının muzaffer ilerleyişini gözlemleyen geri kalanın morali bozuluyordu. Bu taktiğin en karakteristik bölümü, 1 Mayıs 1929’da Berlin’de, sosyal demokrat polis şefi ve Noske’nin layık bir halefi olan Zörgiebel’in herhangi bir kitle müdahalesi olmaksızın otuz üç işçiyi öldürebildiği zaman meydana geldi. Kitleler ise “sosyal-faşizme” karşı yapılan gösterilere en ufak bir katılım göstermedi.
Nazi hareketi devasa adımlarla ilerlerken, 1 Mayıs 1932 tarihli sayısında “L’Internationale Communiste”, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra, “partinin Nasyonal Sosyalistlerin bir dizi büyük zafer elde ettiği sanayi bölgelerindeki enteresan düşüşüne” dikkat çekti.
Ama demagoji davulunun susmasının nedeni bu değildi. Thalmann, “burjuvazinin kampına parçalanma ekeceğiz. Sosyal demokrasinin saflarındaki gediği genişleteceğiz ve bu partinin bağrındaki köpürme sürecini artıracağız. Hitler kampında daha da derin gedikler açacağız” diye buyuracaktı.
Nihayetinde Nazi politikasıyla rekabet etmek anlamına gelen bu taktiği açıklamak için Enternasyonal’in açıkladığı tek gerekçe, daha önce Sosyal Demokratların oynadığı rolün hatırlatılmasından ibaretti. Temmuz-Ağustos 1931 tarihli Stato Operaio sayısında, Alman partisinin politikasını haklı çıkarmayı amaçlayan bir makalede şöyle yazıyordu: “Komünistleri Faşizmin müttefiği olmakla kim suçluyor?. Onlar, Prusya’nın polis bakanları, işçilerin katilleri ve başından beri bir faşist olan Bay Pietro Nenni. Bu düşünceler gerekçelerini yargılamak için yeterlidir”.
Hindenburg, 30 Ocak 1933’te iktidarı Hitler’e devrettiğinde, özünde, uluslararası kapitalizmin Aralık 1927’de “tek ülkede sosyalizm teorisi” kazandığında Rusya’da kutsanmış olan o zaferinin Almanya’da tekrarına tanık olduk... Aynı formüldeki terimlerin basit bir ters çevrilmesi söz konusuydu yalnızca. Rusya’da sosyalist milliyetçilik, Almanya’da nasyonal-sosyalizm. Böylece, Etiyopya ve İspanya’nın ara aşamalarından sonra, dünyanın ikinci dünya emperyalist savaşına giden yolunu başlatan öncüller yerlerini sağlamlaştırdılar.
Almanya’da uluslararası proletaryanın uğradığı yenilgi, Enternasyonal içinde Komintern’in izlediği taktiklere karşı pek bir tepki uyandırmadı. Manuilski buna sevindi ve Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun genel toplantısında şunları söyledi (bkz. Stato Operaio, Şubat 1934): “Alman sorunundaki tutum, Komünist Enternasyonal’in seksiyonlarının Bolşevikleşme derecesi, Bolşevik mizaçları ve durumun ani dönüşleriyle doğrudan yüzleşme yetenekleri için bir mihenk taşıydı. Bu Plenum’da Komintern şubelerinin bu sınavı onurla geçtiği memnuniyetle kabul edilmelidir. Bu olaylar birkaç yıl önce Enternasyonal Partilerinin Bolşevikleşmesinin sürekli krizler yoluyla gerçekleştirildiği sırada meydana gelmiş olsaydı ne olurdu bir düşünün. Hiç şüphesiz Komintern’de derin bir krize yol açarlardı.” “Bolşevikleşme”nin anlamı konusunda daha alaycı ve aynı zamanda bu kadar açık olmak mümkün değil. Manuilski bize net bir şekilde şunu söylüyor: Enternasyonal’i Almanya’da Hitler’in saldırısıyla rekabet etme taktiklerinin başarısına karşı herhangi bir tepkiden muaf tutan Bolşevikleştirmenin tam başarısıdır. Bu belirleyici sınavdan sonra, Komintern, İkinci Dünya Emperyalist Savaşı sırasında demokratik ve faşist güçlerin suç ortağı olmadan hemen önce, İspanya’daki savaş çığırtkanlığı politikasının bir sonraki aşaması için mükemmel bir şekilde uygun olduğunu kanıtladı.
Almanya’daki olaylar, Troçki’nin siyasi tutumları ile akımımızın tutumu arasındaki uçurumu vurgulayacaktı. Bu boşluk, Troçki’nin 1923 Alman olayları sırasında Komintern’in politikasına yönelik Bordiga’nın yetersiz bulduğu (bkz. A. Bordiga’nın “Troçki Sorunu”) eleştirisinde yalnızca uluslararası sorunlarda değil, aynı zamanda – önceki bölümlerde gördüğümüz gibi – Rusya ve Çin sorunlarında da kendini göstermişti.
1905 ve 1917 yılları arasında Bolşevik Parti’nin izlediği taktiklerin ve özellikle Eylül 1917’de Kornilov’un Kerensky hükümetine yönelik tehdidi sırasında uygulanan taktikleri Alman durumuna uygulayan Troçki, Sosyal Demokrasinin tarihsel olarak faşist saldırıya karşı bir muhalefet gücü olduğu öncülünden yola çıktı ve Nazi saldırısına karşı birleşik bir cephenin savunulması gerektiği sonucuna vardı. Bizim akımımız ise Troçki tarafından “Stalinizm” le suçlandı, çünkü biz 1930-33’deki Almanya’nın durumuna ilişkin olarak, İtalya Partisi’nin 1921-22’de izlediği şekilde, işçi sınıfının bir bütün olarak kapitalist sınıfa karşı seferber edilmesiyle sonuçlanacağı umulan kısmi kazanımlar için birleşik bir sendika cephesinden oluşan politikayı savunuyorduk. Öte yandan, iktidar sorunu söz konusu olduğunda, bizim için proletarya diktatörlüğünün merkezi konumu değişmeden kalmalıydı ve yerine başka bir şey koyamazdı. Troçki sadece akımımızla olan tartışmayı kabul etmemekle kalmadı, aynı zamanda onun Uluslararası Muhalefete yönelik eleştirilerine tahammül edemeyerek, 1932’de onaylanan söz konusu Uluslararası Muhalefetten ihraç edilmemizden başka bir çözüm bulamadı. Troçki, 1930-33 kapitalist devletinin evrimini, Birinci Dünya Emperyalist Savaşı’ndan önceki dönemde belirlenmiş olan evrime göre değerlendirmenin mümkün olmadığını anlamadı. Eğer kapitalist devlet daha önce demokratik prosedüre göre evrilmişse, bu dönemin tarihsel özelliklerine bağlıydı. Sınıflar arasındaki mücadelenin doruk noktasına ulaştığı mali emperyalizm döneminde, Devlet – yeni tarihsel koşullar tarafından – totaliter ve faşist bir yöne doğru evrilmeye yönlendirildi ve kapitalizmin tüm siyasi güçleri bu sonuca sadece destek verebilir ve dayanışma içinde katkıda bulunabilirdi. Sonuç olarak, sosyal demokrasi bu sürecin kurbanlarından biri olmaya mahkum olsa da, bu sürecin gelişiminde sadece bir faktör olabilirken, kapitalist devletin bu gidişatının kırılmasını sadece proleter sınıf ve onun sınıf partisi belirleyebilirdi. Bu gidişat tarihsel emsallerle değil, en ileri aşamasındaki sınıflar arasındaki mücadelenin diyalektiğiyle açıklanabilirdi.
Dünya devriminin zaferi için kurulan Enternasyonal, böylece Almanya’da Nazizmin zaferini kolaylaştıran ve destekleyen “üçüncü dönemin taktiklerini” oluşturmuş oldu. 1927’de başlayan yol trajik bir şekilde devam ediyordu ve barikatlarda Marksist tutumları savunmak için yalnızca İtalya komünist solunun dağınık neferleri kalmıştı.
5- Anti-faşizm ve Halk Cephesi taktikleri (1934-38)
Hitler’in iktidara gelmesi (30 Ocak 1933), 4. Bölümde incelediğimiz anti-faşizm formülüne odaklanmaya devam eden Komintern’in taktiklerinde hemen radikal bir değişiklik getirmedi.
İkinci Enternasyonal, Alman mallarının boykot edilmesi için bir öneri sunar ve Komintern’i “Nazi zorbalığına karşı uygar dünyanın” öfkesini yükseltmek için tasarlanan uluslararası bir kampanyaya katılmaya davet eder. Komintern bunu reddeder ama ilkesel olarak herhangi bir itirazda bulunmaz. 1929’da, sosyal demokrasiyle ittifak taktiğinin henüz terk edilmediği bir dönemde, Faşist İtalya’nın boykot edilmesi için geniş bir uluslararası eylem öneren Komintern’dir. Ve o zaman bunu yapmakta tereddüt eden, böylece Hitler’in iktidara gelmesinden sonra Komintern’in aynı yöntemi kullanması için bahane sağlayan İkinci Enternasyonal’di.
Alman ürünlerinin “boykotu”, proleter hareketin “anti-faşist” kapitalizmin kucağına atılması anlamına geldiğinden, 1914’ten beri emekçi kitleleri “özgürlük ve uygarlık için” savaştığını iddia eden emperyalist ittifakla ortak bir amaç uğruna kapitalist devletler arasındaki savaşa katılmaya çağıran sosyal-demokrat politikanın mantığı içinde kalmaktadır. Hem üretim alanında hem de uluslararası ticaret alanında, dünya ekonomisinin belirli bir sektörünü boykot etmeye ya da etmemeye karar verebilecek olan sınıf, açıkça burjuva sınıfıydı. Sosyal Demokrasi tarafından bu sınıfa yapılan çağrı yeni bir şey değildi, ancak proleter öncünün saflarında zaten hüküm süren kafa karışıklığı, girişçi taktiklere – yani sol kanatlarını güçlendirmek için sosyalist partilere katılmaya – doğru ilerleyen Troçkist hareketin ve Alman Komünist ve Sosyalist partilerinin sol kanat akımlarının birleşmesinden doğan SAP’nin (Sosyalist İşçi Partisi) bu kampanyaya bağlı kalmasıyla belirginleşti.
Komintern’in İkinci Enternasyonal’in önerisine karşı doğrudan ve sınıf temelli bir pozisyon almadığını daha önce söylemiştik. Tüm “sosyal-faşizm” taktiğinin nihayetinde Nazi hareketini yok etmekten ziyade onunla rekabet etme taktiği olduğu ve Hitler’in gelişinin Rus-Alman ekonomik alışverişinin daha iyi organize edilmesi anlamına geldiği göz önünde bulundurulursa, bu oldukça doğaldır. Devletin ekonomik alanda da artan müdahalesine uygun olarak, Hitler tarafından Rusya’dan sipariş alan ve ödeme için çok uzun süre beklemek zorunda kalan sanayi grupları lehine Devlet garantisi için özel hükümler getirildi.
Uluslararası düzeyde, Rus diplomasisi periferik bir çizgide hareket etti ve Litvinov, Cenevre’deki Silahsızlanma Konferansında İtalyan ve Alman delegasyonlarıyla bir araya gelerek, aynı derecede “pasifist” olan ve güvenlik kavramının (yani Versay’ın galiplerinin zirvede kalmasını garanti altına almaya çalışmak) hakemlik ve silahsızlanma kavramlarına üstünlüğü formülüne dayanan Fransız tezine karşı, planlarla silahsızlanmanın derhal gerçekleştirilmesi şeklindeki “pasifist” tezi destekledi.
Bu dönemde Mussolini, Dört Güç Paktı (Fransa, Almanya, İngiltere ve İtalya) fikrini tasarladı; Dört Büyükler fikri 1946’da baş demokrat Byrnes tarafından ele alınacak ve aktörler değişmiş olsa da İşçi Partili Bevin tarafından desteklenecekti.
Roma’da 7 Haziran 1933’te imzalanan Dört Güç Paktı’nda şöyle denmektedir: «Yüksek Akit Taraflar, kendilerini ilgilendiren tüm konularda danışmalarda bulunmayı ve Cemiyet çerçevesinde barışın korunması amacıyla tüm Güçler arasında etkin bir işbirliği politikası izlemeyi kabul ederler». Pakt on yıllık bir süre için imzalanmıştır ve antlaşmaların gözden geçirilmesi hipotezini içermektedir. Bu hipotez, 1931’de Hoover tarafından ilan edilen moratoryumdan sonra, 1932’deki Lozan Konferansında – Almanya’da hala “demokratik” bir hükümet varken – Almanya’nın açıkça tazminat ödemekten muaf tutulmasıyla zaten bir gerçeklik haline gelmişti.
Hitler’in Versay Antlaşması’nın maddelerini parlamento tipi istişareler yoluyla değil, büyük dönüşler yaparak teker teker ortadan kaldırdığı iyi bilinmektedir. Dört Güç Paktı’nın imzalanmasından dört ay sonra Hitler Milletler Cemiyeti’nden ayrıldı ve görkemli bir plebisit düzenledi. Bu “oldubitti”, “masaya yumruk vurma” sistemi, kitlelerin savaşa hazırlanma ihtiyacına tam olarak cevap veriyordu ve Hitler, Alman ekonomisinin savaş endüstrisinin derhal yoğunlaştırılmasından başka bir çıkış yolu bulamaması nedeniyle buna başvurmak zorunda kaldı. Bunun için de kitlelerin çağdaş ve plebisiter bir katılımı gerekliydi. “Demokratik” güçler, uluslararası durumun İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi için gereken doygunluk noktasına ulaşmasını bekleyerek geçici olarak işi oluruna bıraktılar.
Ancak Dört Güç Paktı’nın özü, her şeyden önce Rusya’yı Avrupa’dan uzaklaştırma manevrası ve aynı zamanda Almanya’ya desteğin Fransız-İngiliz Batı’sına değil, Rus Doğu’suna ve özellikle Ukrayna’ya doğru taşacak şekilde yönlendirilmesinden oluşuyordu.
Komintern’in anti-faşizm ve Halk Cephesi’ne ilişkin yeni taktikleri işte bu belirli uluslararası koşullarda olgunlaşır: Rusya “demokratik” güçlere doğru yönelir. 1933 sonbaharında ABD Rusya’yı de jure olarak tanıdı ve Rundschau bir makale yazdı: SSCB’nin zaferi – Dünya devriminin zaferi.
Siyasi düzeyde, taktik değişikliğinin ilk belirtisi Aralık 1933’teki Leipzig duruşmasında görülür. Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden bir ay sonra, 27 Şubat 1933’te Reichstag binasını ateşe veren Hollandalı anarşist Van der Lubbe yargılanacaktı. Komintern ve İkinci Enternasyonal derhal müstehcen bir demagojik kampanya başlattı: Alman demokrasisinin kutsallığını yok eden faşizmdir, Nazizmdir; en muhafazakar kapitalizmin merkez üssünde, Londra’da bir karşı duruşma düzenlenecek; anti-faşistler tarafından bir “Kahverengi Kitap” yayınlanacak ve bu iğrenç dünya maskaralığının gerçek anlamını muhteşem bir şekilde kavrayan Hitler, burjuva demokrasisinin koltuğuna yapılan bu saldırıya karşı kutsal evrensel öfkeye ek notlar ekleyecektir: Yabancı basın Leipzig’deki duruşmaya kabul edilecek ve sanıklardan biri olan merkezci Dimitrov, «Sonuç olarak Van der Lubbe’nin proletaryaya karşı hareket ettiği için mahkum edilmesini talep ediyorum» diyerek duruşmayı sonlandıracaktır. Ve Nazi yargıçlar proletaryanın “intikamını” alır, çünkü Van der Lubbe idama mahkum edilir ve ardından idam edilirken, diğer merkezci sanıklar beraat eder ve “rezil suçlamadan” yıkanır.
Bu arada, tüm bu uluslararası öfkenin gölgesinde, Hitler’in Alman proletaryasına yönelik vahşi baskısı gelişir. Leipzig davası etrafındaki kampanya kamuoyunda en üst noktaya ulaşırken, eş zamanlı Dessau davasına (28 Kasım 1933) sadece birkaç satır ayrılır ve önemsiz bir haber bölümüne indirgenir: «Dessau Mahkemesi tarafından Hitlerci bir paramiliter askeri öldürmekle suçlanan komünistlere karşı on ölüm cezası verildi».
”Sosyal-faşizm” taktiğine ayrılan 4. Bölümde, Hitler’in 1921-22’de İtalya’daki faşizmden farklı taktikler izlediğini ve bu nedenle eylemlerinin büyük ölçüde sosyal-demokrat suç ortaklarının Alman demokratik kurumlarını aşamalı olarak tasfiye etmeye yönelik yasal bir plan etrafında döndüğünü gördük. Böylece Marksist devrimcilere, kapitalizmin temel kurumlarından birini ateşe vermekten sorumlu anarşist Van der Lubbe’nin üzerine düşen ve dahası Hitler’in iktidara yükselişini kolaylaştırmak için çok iyi hizmet etmiş olan Nazi celladının elini kelepçelemeyi amaçlayan uluslararası bir eylem düzenlemek için inanılmaz bir fırsat sunuldu! Ancak Marksist devrimciler, Troçkistler bile sosyalist partilere katılmaya karar vererek sosyal demokrasiyi savunmaya koşarken, hem muzaffer Nazizme hem de Almanya’daki yenik demokrasiye karşı sınıf temelinde mücadeleyi dayatan İtalyan Sol akımının küçük bir çevresine indirgenmişti.
Söylediğimiz gibi, Komintern’in yeni taktikleri uluslararası düzeyde ve Rus Devletinin özel ve özgül çıkarları düzeyinde temellendirilmiştir. “Sosyal-faşizm” formülünün yerini, onun tam karşıtı olan anti-faşizm, demokratik blok, demokrasinin savunulması, hizipçilere (faşistlere) karşı mücadele formülü alacaktır; bu taktik Etiyopya Negus’unun savunulmasından, anti-Francoist mücadeleden geçecek ve nihayet İkinci Dünya Emperyalist Savaşı sırasında “Direniş” hareketleri aracılığıyla voluntarizmin kurulmasına varacaktır.
* * *
Rusya’da, 1932 yılında, ilk Beş Yıllık Plan tam bir başarıya ulaşmıştı. Beş yıl yerine dört yılda gerçekleştirilen plan, ağır sanayide başlangıçta belirlenen hedefleri aşmıştı. Komintern’in taktiklerine ilişkin bu incelemenin ilk bölümünde, Lenin tarafından 1918’de tasarlanan ilk planlar ile Lenin’i NEP adıyla anılan geri çekilmeye iten ilkesel düşünceler arasında herhangi bir karşıtlık düşünemiyorsak, öte yandan Lenin’in ilk ekonomik planları olan NEP ile Stalin’in beş yıllık planları arasında ilkesel bir karşıtlık olduğuna işaret etmiştik. Marx’ın izinden giden ve kapitalist ekonomiyi şematize eden Lenin’in ekonominin vazgeçilmez planlamasına ilişkin fikri, üretken sanayinin gelişiminin kendisini uyarlaması gereken tüketim sanayinin gelişimine dayanıyordu. NEP’in kendisi de bu ilkeye dayanmaktadır ve eğer amaç işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi değil de tamamen kapitalist türden bir başka amaç olsaydı – ağır sanayinin gelişimi için yoğun bir birikim – NEP’i uygulamaya gerek kalmazdı. Lenin’in köylülere ve küçük burjuvaziye – büyük ölçekli sanayinin kazanımları için yararlı değil zararlı ekonomik ve siyasi unsurlar – taviz vermesine gerek kalmazdı, ancak Sovyet ekonomisinin yönelimini işçilerin yaşam koşullarının sürekli iyileştirilmesi çizgisinde tutmak için bu tavizler gerekliydi. Stalin, Lenin’in Marksist ilkelerinden hem Rusya’daki iç ekonomik zeminde, sanayileşmenin doruklarına ancak işçilerin yoğunlaştırılmış sömürüsü yoluyla ulaşabilecek beş yıllık planları uygulamaya koyarak hem de siyasi zeminde, “tek ülkede sosyalizm” teorisine ve ulusal ve milliyetçi politikaya karşı çıkarak uluslararası ve enternasyonalist düzeyde kalan her eğilimi Komintern’den ihraç ederek koptu.
Birinci Beş Yıllık Plan böylece tam bir başarıya ulaşır. Stalin, tüm ülkelerdeki kapitalist yandaşlarının izinden giderek, artık gerçekte ilan edilenden tamamen farklı amaçları olan hedefleri gerçekleştirme meselesi olduğunu iddia ederek İkinci Beş Yıllık Plana (1932-1936) başlar. İktidara gelişinden bu yana kapitalizm her zaman işçilerin genel yaşam koşullarının iyileştirilmesinin ekonominin gelişmesine bağlı olduğunu ve üretim miktarı ne kadar artarsa işçilere ayrılan payın da o kadar artacağını söylemiştir. İkinci Beş Yıllık Plan hazırlanırken Stalin de aynı şeyi söylemişti: ağır sanayi yeniden inşa edilmişti, şimdi mesele Sovyet ekonomisinin diğer dallarını yeniden inşa etmek ve dolayısıyla işçilerin yaşam standartlarını iyileştirmekti. İkinci Beş Yıllık Plan sırasında yeni tanrı Stakhanov doğdu; sosyalizmin özü, emeğin azami çıktısı ve aynı zamanda Sovyet Devletinin ekonomik ve askeri olanaklarının güçlendirilmesi için bir yarış haline geldi ve sunakta işçilerin ücretlerle ilgili her talebinin feda edilmesi gerekiyordu.
Bu ekonomik yönelim Rus Partisi içinde Marksist bir geri tepme olasılığı bulamaz ve 1934 sonunda Nikolayev, Leningrad Parti Sekreteri Sergei Kirov’a suikast girişiminde bulunduğunda, “Leningrad Merkezi” nin başına şiddetli bir baskı gelir. Stalin, İkinci Dünya Emperyalist Savaşı sırasında Nazilerin ve demokratların uygulayacağı prosedürleri öngörerek, misillemeleri yürürlüğe koymaya devam eder. Yargılama yapılmaz ve 117 kişi kurşuna dizilir. Bu arada Litvinov, Cenevre’de terörizmi kınayan ve Marksizm ile terörizmin uzlaşmaz olduğu yönündeki “Marksist” argümanları destekleyen bir önergeye katılır. Rusya, ikinci planı finanse etmek ve gerekli hammaddeleri elde etmek için buğday ihraç etmek zorundadır. Rus Partisi MK’sı, işçilerin koşullarının iyileştirileceğine dair öne sürülen beklentiler nedeniyle, 1 Ocak 1935’te ekmek tüzüğünü ve tarım ürünlerinin karneye bağlanmasını kaldırır. Böylece işçiler, “proleter” devlet artık temel ihtiyaç maddelerinin kontrolünü – devlet depoları aracılığıyla – garanti etmediği için, maaşlarının serbest piyasadan tedarik etmelerini sağlayacak şekilde çalışma çabalarını arttırmak zorunda kalırlar.
Dolayısıyla Komintern’in taktiklerindeki değişiklik, uluslararası düzeyde Sovyet Devletine içkin olan ve Rus işçilerinin çıkarlarına giderek daha fazla karşı çıkan düşüncelerin zorlamasıyla olgunlaşır.
1927’deki acımasız Çin yenilgisi Komünist Enternasyonal’i kesin olarak ihanet girdabına sürüklemişti: artık sadece ulusal ve milliyetçi “tek ülkede sosyalizm” programı için mücadele etmek isteyenler Devrim Enternasyonaline üye olabilirdi. Diğerleri, enternasyonalistler, önce kovuldular, sonra Rusya ve İspanya’da katledildiler; diğer ülkelerde Endeks’e kondular ve Komünist Partilerin burjuva Devlet aygıtıyla işbirliğine vurgu yapıldığı ölçüde – bu “demokratik devlet” ten, her türlü yalanı bırakarak ve “Troçkistlere” karşı baskıcı şiddet uygulayarak “anti-faşist” erdemlerini eylemlerle kanıtlaması istendi. Enternasyonal’in karşı-devrimci yönelimine karşı çıkan herkes “Troçkizm” ile suçlanmaktadır. Birinci Enternasyonal’in tasfiyesini takip eden dönemde olduğu gibi, siyasi sahne şimdi de hareketin dağınıklığını arttırmak ve ideolojik karmaşasına katkıda bulunmakla kalmayıp, bu trajik katliamdan sağ kurtulan az sayıdaki devrimci proleterin dikkatini kesinlikle zararsız bir bayrak etrafında kutuplaştırma eğiliminde olan tek bir işaret tarafından işgal edildi.
1866-70 yıllarında Marx dahil herkes anarşist olarak adlandırılıyordu ve Marx’ın Birinci Enternasyonal’in merkezini Avrupa’dan Amerika’ya taşıma önerisinin, Komün’ün yenilgisiyle belirlenen yeni tarihsel durumun proletaryanın uluslararası bir örgütlenmesini sürdürme olasılığını içermediği inancından kaynaklandığı bilinmektedir. Bu örgütün sürdürülmesi ancak anarşist eğilimlerin gerçekten proleter ve devrimci olanlara karşı zaferini destekleyebilirdi. 1927’den sonra moda olan sıfat “Troçkist” idi. En kötüsü, Troçki’nin kendisi de bu tuzağa düştü ve Muhalefetin uluslararası örgütünün kendisini “Troçkist” olarak nitelendirmesine izin verdi. Marx Marksist olmadığını söylediğinde, proletaryanın teori ve siyasetinin sınıf mücadelesi sırasında özümsendiğini, yaratıcının iradesini tesis etmek için gerekli tüm ayinleri yaptıktan sonra okunacak bir dizi İncil ayeti değil, bir bilgi ve tarih yorumlama yöntemi oluşturduğunu göstermek istemişti. Ve Troçki – Marx, Engels ve Lenin’in proleter sınıfın partisinin inşası temel sorununa ilişkin bölünmüşlüğünden kesin olarak koparak – Hitler’in zaferinin Komünist Enternasyonal’i “düzeltme” olasılığını ortadan kaldırdığını kaydetti ve Komintern’in teşhirinin Marksist gerçeklik anlayışının yerini aldığı bir durum analizinden sonra, kendisini Sosyalist partilerin sol kanatlarında girişken maceralara attı. Siyasi düzeyde, uluslararası kapitalizmin saldırısını, beş yıllık planların gerçekleştirilmesinin imkansızlığı nedeniyle yıkıma uğramış bir Rusya’ya karşı yoğunlaştıracak olan süper Wrangel’in Stalin değil Hitler olduğu şeklindeki tarihsel hipoteze saplanır. Bu siyasi şema olaylar tarafından tamamen yalanlanacak olsa da, proleter öncünün Stalin tarafından felakete sürüklenen Rus Devletinin savunmasına yoğunlaşması, Troçki ve örgütünün her ülkede çıkardığı siyasi gürültüyü tamamen zararsız hale getirdi: Stalin, Rus proletaryasını eğip bükebildiği ve onu yoğun sömürüye katlanmaya zorlayabildiği andan itibaren, sadece beş yıllık planları uygulamakla kalmayacak, aynı zamanda dünya kapitalizmi sistemine dahil olan Sovyet Devleti, 1939-45 savaşı sırasında felaketi değil zaferi tadacaktı. Her yerde – İtalya’nın Etiyopya’yı işgalinde bile – dünya kapitalizminin Rusya’ya karşı mücadelesinin bir bölümünü görerek, bu Rus devleti o zamana kadar – demokratik ve faşist devletlerle aynı şekilde – dünya karşı devriminin bir aracı iken, Ekim Devrimi’nin en büyük liderlerinden biri olan Troçki, kapitalizme karşı mücadelesinde tamamen iktidarsız hale gelmişti; Ve herkese yapıştırılan Troçkist sıfatı, proletaryanın içinde bulunduğu ideolojik karmaşanın ek bir unsuruydu; Troçki ve örgütü, siyasi mallarının gazete tanıtımında büyük başarılar elde ettiği gerçeğinde artan devrimci başarıyı gördükçe bu daha da arttı.
1929’da dünya ekonomik krizinin patlak vermesinin ardından Komintern, proleter sınıfın hareketsiz kalmasına yol açan siyasi manevra koşullarını tamamen tersine çevirdi: önce sendika liderleri ve Chang-Kai-Shek ile ittifak, ardından “sosyal-faşizme” karşı mücadele. Terimler değişse de, öz aynı kalmıştır. Ve hem Rusya’da hem de diğer ülkelerde proleter sınıfın ilerici tasfiyesi taktiklerinin bu iki aşaması sırasında Komintern, proletaryanın ideolojik ve siyasi dağılımını teşvik eden çok sayıda yan kuruluşa dayanır. Birinci dönem boyunca bu yan organlar anti-faşizm sloganı etrafında kutuplaşırken, ikinci dönemde – sosyal-faşizm döneminde – kutuplaşma savaşa karşı mücadele ve SSCB’nin savunulması formülü etrafında gerçekleşir.
* * *
Hitler’in zaferinden sonra, Halk Cephesi taktiklerinin hakim olduğu bir döneme girdik ve dünün sosyal-faşistleri bugünün “ilerici demokratları” oldular. Ancak ekonomik ve siyasi durumun evrimi, emekçi kitlelerin kapitalist devlete dahil edilmesine giden yolda buna uygun bir ilerlemeyi gerektiriyordu. Komintern 1934’e kadar tüm çevre organlarında karşı-devrimci pozisyonlarını ilerletmek için yeterince iyi bir araç buldu; 1934’ten itibaren, kapitalist dünya ikinci dünya emperyalist çatışmasına hazırlanmak dışında onu mahveden korkunç ekonomik krizden başka bir çıkış yolu bulamadığında, daha ileri gitmeli ve kitlelere burjuva sınıfının hükümet biçiminin değiştirilmesini hedef olarak kabul ettirmelidir. Kitlelerin hareketi kapitalist devletle yeniden birleştirilmeli ve ona kaynak yapılmalıdır ve bu, deneysel merkezi önce Fransa’da sonra İspanya’da olan Halk Cephesinin yeni taktiğidir. 1927’de Rus ve uluslararası proletaryanın çıkarlarından kesin ve kararlı bir şekilde kopmuş olan Sovyet Devletinin bu kadar radikal ve çelişkili değişiklikler yapabilmesi ve Komintern’in politikasının da aynı çizgiyi izlemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Mussolini, 1923’te Rus devletini hukuken tanıyan ilk devlet olmakla övünürken, bunun kendisini şiddetli anti-komünist politikasında en ufak bir değişiklik yapmaya zorlamadığını zaten açıkça belirtmişti. Hitler iktidarı ele geçirdikten sonra da aynı şeyi tekrarladı.
Aslında, burjuva devletlerin politikaları arasındaki kaynak noktası sınıfsal temeldedir ve bu açıdan Stalin’in anti-komünist politikası ile uluslararası kapitalist sınıfın “normal” bir devleti haline gelen Rus Devleti ile “normal” ilişkileri yeniden kuran diğer tüm kapitalist hükümetlerin politikaları arasında mükemmel bir bağlantı vardır. Hem demokratik ve faşist devletler hem de Sovyet Devleti için ortak olan bu anti-komünist politikanın uluslararası alandaki yansıması, biçimsel olarak çelişkili terimlerle ifade edilse de, esasen izlenen çizgi aynıdır ve tüm “ideallerin” işçilerin beyinlerini doldurmak için muhteşem bir şekilde ticarileştirileceği ve farklı uluslardan tüm proleterlerin büyük bir yeni emperyalist çatışmada birbirlerinin boğazlarını kesmelerini sağlamayı başaracak emperyalist çatışmanın sonucuna yönelmektedir.
Marx, “Gotha Programının Eleştirisi” nde, Lassalle’ın tek bir gerici burjuva sınıfının varlığı fikrini reddeder, çünkü Lassalle’ın basit analizi yalnızca kapitalizmin kendi yararına kutuplaştırmayı başardığı karmaşık toplumsal süreci anlamanın imkansızlığına değil, aynı zamanda proleter hareketi “muhafazakar” olarak nitelendirilen bir kategoriye ait olmayan tamamen kapitalist güçlere kaynak yapmanın imkansızlığına da yol açmıştır. Bismarck’a dayanan devletçi bir sosyalizm tasarlayan Lassalle’ın çizgisinde ilerleyenler, kapitalizmin suistimallerini “düzeltmek” istediklerini iddia eden siyasi güçlerdir, oysa aslında bu suistimal biçimlerinin, kapitalizmin tarihsel çöküş evresinde, emperyalist ve tekelci kapitalizm evresinde var olabilecek tek biçimlerin başarısını garanti etmektedirler.
Almanya ve İtalya’da bu güçler faşist olarak adlandırılırken, Fransa’da sosyalist ve komünist olarak adlandırılmalarına rağmen, siyasi program aynıdır ve Blum bunu gerçekleştiremezken, Hitler her şeyden önce Devlet müdahaleciliğinde tartışılmaz başarılar elde ediyorsa, bu iki kapitalist devletin farklı özelliklerine ve kapitalizmin uluslararası ifadesindeki ilerleme sürecinde işgal ettikleri yere bağlıdır.
Uluslararası ve üniter bir sürecin zıt biçimsel ifadelerine, bir devletin faşist diğerinin demokratik olarak adlandırılmasına, burjuva egemenliğinin bir ülkede belirli bir biçim altında, başka bir ülkede başka bir biçim altında uygulanmasına gelince, bu mesele Marksistler için anlaşılması zor bir mesele değildir. Bir bütün olan ve – Marksizmin düz yolundan ayrılmadıkça – bir parçasını bütünden ayıramayacağımız ve bütüne karşıt olarak sunamayacağımız bir bütün olan burjuva sınıfı, geçen yüzyılın sonuna denk gelen gelişme döneminde, sağ ve sol (muhafazakar ve demokrat) siyasi ve toplumsal güçleri arasında bir çatışma görmüştür, ancak düşüşünün tarihsel aşamasında, eski sağ ve sol ayrımını yalnızca propaganda ve proletarya üzerindeki egemenliğinin çıkarları için kullanabilir.
Hem Fransa Halk Cephesi hem de Nazi Almanyası, tarihin kapitalizme dayattığı aynı düzlemdedir ve biri anti-faşist ideolojiye başvururken diğeri Nazizme başvursa da amaç aynıdır: kitleleri devletin sıkı disiplini altına alarak onları savaş katliamlarına sürüklemek. Farklı burjuva devletler arasındaki ilişkiler, uluslararası alandaki evrimlerine ve farklı burjuvazilerin bilinçli ve gönüllü rehberlik unsurunun müdahalesinin imkansızlığına bağlı olduğundan, sabit bir karaktere sahip değildir. Churchill, bir yandan tutarlı ve şiddetli bir şekilde anti-komünist kalırken, diğer yandan Rusya ya da Almanya ile kolayca müttefik olunabileceğinin bir örneğidir.
Kapitalizmin emperyalist evresinde devletin bu üniterleşme sürecinde, bazı devletlerin kendi çıkarlarını savunmak için karşılarındaki devletlerde, kitleleri sınıf temelli hedeflerinden uzaklaştırıp savaş vagonlarına seferber etmelerini kolaylaştıracak siyasi malzemeyi bulduklarına tanık oluyoruz. Ocak 1933’te, Hitler’in iktidara gelmesiyle eş zamanlı olarak, Fransa’da, o anın koşulları göz önüne alındığında olabildiğince solcu görünen bir hükümet formülünün gerçekleştiğini görüyoruz; Daladier, 1932’de solun seçim zaferini bilen bir parlamento tarafından hükümete çağrılıyor.
Rus devletinin politikalarına ve Komintern’in buna tekabül eden taktiklerine gelince, bunlar her yerde karşı devrimciydi ama zaman içinde çelişkili ifadeler aldılar. Bu, 1930-33’teki “sosyal-faşizm” dir; çünkü uluslararası kapitalizmin hedefi o zaman Hitler’in zaferinde yoğunlaşmıştır. Alman ve dünya proletaryasına bu korkunç yenilgi tattırıldıktan ve bu zafer sağlam bir şekilde tesis edildikten sonra, hedef diğer ülkelere ve özellikle Fransa’ya kaymıştır. Sonuç, Halk Cephesi formülünde belirtilecek olan politikadır; hem Fransız ve Alman kapitalizminin hem de diğer tüm ülkelerin kapitalizmlerinin işini görecek bir politika. Anavatan fikri her iki tarafça da olumlu bir şekilde çağrılacaktır, çünkü barikatın her iki tarafında da artık tek bir amaç olduğu açıktır: “ulusal bütünlüğü” savaşla tehdit etmek.
Dolayısıyla yeni taktiğin özü proletaryanın ilgili devlet aygıtlarıyla bütünleşmesi iken, kapitalizmin uluslararası hedeflerinin sürekli değişmesi, Sovyet devletinin anti-faşizmini ya da pro-faşizmini ve Komintern’in taktiklerinin resmi ifadesini belirleyen şeydir: sosyal demokrasiyle ittifak, sonra “sosyal-faşizm”, sonra Halk Cephesi.
* * *
Bu bölümün ilk kısımlarında, Komintern’in “sosyal-faşizm” den “anti-faşizm” e doğru yaptığı yeni dönüşün özünün ne olduğunu gördük. İlk olarak 1929’da New York’ta ortaya çıkan ve daha sonra tüm ülkelere yayılan ekonomik kriz, 1934’ten sonra ikinci emperyalist savaşın hazırlanmasından başka bir çözüm bulamadı. Kapitalizme radikal bir savaş çözümünü dayatan ekonomik gerçekliğe uygun olarak, komünist partiler de aşırı uçlara kaymak zorunda kaldılar, karşı devrimin araçları ve ister faşist, ister sosyalist ya da demokratik olsunlar diğer burjuva güçlerin suç ortakları haline geldiler. Daha önce komünist partiler hareketlerini kaçınılmaz bir yenilgiye doğru yönlendirirken, şimdi enerjilerini kendi kapitalist devletlerinin çıkışına yönlendiriyorlar.
Nasıl ki sosyal-faşizm teorisinin faşist saldırı tehdidi altında olmayan ülkelere doğrudan bir etkisi olmadıysa ve uluslararası karakteri, bu taktiğin belirleyici öneme sahip olduğu Almanya’nın o dönemde dünya kapitalist evriminin ekseni olmasından kaynaklandıysa, yeni anti-faşist taktiğin de faşizmin sağlam bir şekilde yerleştiği ülkelerde (Almanya, İtalya) doğrudan bir etkisi olmadı, ancak önce Fransa’da, sonra İspanya’da, yani faşist olmayan iki ülkede büyük önem taşıdı. Yani sadece oradaki sınıfların öfkeli bir mücadeleye girdiği değil, aynı zamanda 1939-45 savaşı sırasında tam kapasiteyle çalışacak olan uluslararası düzeni koruma aygıtının geliştirildiği iki ülkede.
Bu dönem boyunca (1934-38), halen içinde bulunduğumuz siyasi evrimin kendine özgü karakteri ilk kez belirginleşti. Genel olarak tüm ülkelerde ve özellikle de 1898-1905’te Rusya’da yaşananların aksine, ani grevler sınıf partisinin onaylanmasına yol açarken, güçlü Avusturya, Fransa, Belçika ve İspanya hareketleri proleter ve Marksist bir öncünün onaylanmasını belirlemekle kalmadı, Ancak anti-faşist savaşa karşı enternasyonalizmin devrimci önermelerine, kapitalist devletin yıkılmasına ve devletin anti-faşist yöndeki katılımına ya da etkisine karşı proletarya diktatörlüğünün kurulmasına sadık kalan İtalyan komünist solunu ölümcül bir yalnızlık içinde bıraktı.
Kapitalist devletin kitleler ve hareketleri üzerindeki dokunaçlarını sıkılaştırmasına yol açması beklenen manevranın başarısına paralel olarak, bu hareketler ile öncü arasındaki kopukluğa, hatta öncünün tamamen yokluğuna tanık oluyoruz. Olaylar, Lenin’in “Ne Yapmalı?” da ustalıkla geliştirdiği, sosyalist bilincin kitlelerin ve hareketlerinin kendiliğinden bir sonucu olamayacağı, aksine Marksist öncü tarafından işlenen sınıf bilincinin özüne ithal edilmesinin bir sonucu olduğu tezini kesin bir şekilde doğrulamaktadır. Bu öncünün, İspanya’da olduğu gibi büyük kitlelerin silahlı mücadeleye katıldığı büyük toplumsal gerilim durumlarını etkileyememesi gerçeği, proleter sınıfın, toplumsal ve siyasi bir blok iktidardakine karşı silahlı mücadeleye geçtiği için var olduğunu düşünmeyen Marksist doktrini hiçbir şekilde değiştirmez, ancak proleter sınıfı, hedefleri ve önermeleri gelişen toplumsal ajitasyonun hedefleri ve önermeleri ise yönlendirir. Kitlelerin, kendilerine ait olmayan, yalnızca kapitalist düşmanın hedefleri olabilecek hedefler için mücadeleye girdiği durumda, bu toplumsal sarsıntı, Marx’ın bir ifadesini kullanırsak, olumsuzlanmasının maddi koşullarını henüz olgunlaştırmamış olan kapitalist tarihsel döngünün karışık ve antagonistik gelişimindeki bir andan başka bir şey değildir.
Marksist analiz, eğer sosyal-faşizm kaçınılmaz olarak Hitler’in Ocak 1933’teki zaferini kolaylaştırmayı ve ona eşlik etmeyi amaçlayan bir taktikse, anti-faşizm taktiğinin daha da kritik bir durum olduğunu anlamamızı sağlar, çünkü amacı çok daha öteye gitmiş ve mücadelelerinde kitlelerin yanında yer almaktan, yine de açıkça kapitalist devlete karşı olmaktan, anti-faşizm taktiğiyle kitlelerin anti-faşist kapitalist devletin çekirdeğine entegre edilmesini savunmaya geçmiştir.
Demokratlar, sosyal-demokratlar, faşistler ve komünist partilerden oluşan böylesine güçlü ve zorlu bir kapitalist örgütlenme karşısında, Avusturya proletaryasının Şubat 1934’te zaman zaman kahramanca yönlere bürünen direnişinin, Stalin’in önderliğinde dünya karşı devriminin etkili bir aracı haline gelen Sovyet Devleti’nin şiddetli yozlaşmasıyla kesin olarak kutsanmış olan dünya olaylarının evrimine bir çentik bile atamamış olması garip değildir.
12 Şubat’ta Viyana proleterleri ayaklandığında, topları Viyana’nın işçi kentine, “Karl Marx” bölgesine doğrultan Christian Dolfuss’un ta kendisiydi, ancak bu topların arkasında İkinci ve Üçüncü Enternasyonal duruyordu. Birincisi, Dolfuss’un korporatist örgütlenme planına karşı proleter tepkileri sürekli olarak dizginlemişti; daha önce tamamen yapay temeller üzerine kurulu uluslararası gösteriler düzenlemekte başarılı olan ikincisi, proleterlerin katledilmesine izin verdi ve tüm ülkelerin proleterlerine Avusturya proletaryası lehine dayanışmalarını göstermeleri için bir çağrı yapmamaya özen gösterdi.
İlk günlerde Belçika ve Fransız sosyalist partilerinin organları Viyana direnişçilerinin kahramanlığını sahiplenmeye çalıştılar, ancak birkaç gün sonra mükemmel bir şekilde diğerleriyle senkronize oldular.
Schutzbund’un (Avusturya sosyal-demokrasisinin paramiliter örgütü) liderleri Bauer ve Deutsch, Belçika sosyal demokrasisinin yayın organı “Le Peuple” ile 18 Şubat’ta yaptıkları bir röportajda şunları söyledi:
«Aylar boyunca yoldaşlarımız her türlü provokasyona katlandılar ve her zaman hükümetin nihai bir çarpışmadan kaçınmak için işleri uçurumun kenarına getirmeyeceğini umdular. Ancak son provokasyon, Linz provokasyonu, yoldaşlarımızın öfkesini kaynama noktasına getirdi. Aslında Heimwehren’in Linz valiliğini görevlerinden istifa etmekle ve sosyalist çoğunluğa sahip tüm belediyelerin başını kesmekle tehdit ettiği bilinmektedir. Pazartesi sabahı Heimwehren Linz Halk Evine silah zoruyla saldırdığında, yoldaşlarımızın silahsızlandırılmalarına izin vermedikleri ve kendilerini enerjik bir şekilde savundukları anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, Parti Merkez Yönetimi sadece bu mücadele işaretine uyabilirdi. Bu nedenle genel grev emrini ve “Schutzbund” un seferberliğini başlattı. Bu tamamen proleter patlama, Avusturya ve uluslararası sosyal demokrasinin siyasi çizgisine hiç uymuyordu. Dışişleri Bakanı Paul Boncour’un Avusturya işçi hareketini Fransız devletinin çıkarlarına hizmet eder hale getirmek istediği solcu Fransız hükümetinin diplomatik eylemi karşısında mükemmel bir şekilde hizalanmışlardı: Bu, Hitler’in yayılmacılığını engellemeyi amaçlıyordu ve Temmuz 1934’te Dolfuss Nazi Pianezza tarafından öldürüldüğünde, İtalyan tümenlerini Brenner Geçidi’ne göndermek gibi önemsiz (Hitler için) bir gaf yapan Mussolini tarafından bile – o dönemde – destekleniyordu.
«Viyana’daki ayaklanmadan birkaç gün önce, 6 Şubat 1934’te Paris önemli olaylara sahne oldu. Siyaset sahnesi bir süredir mali maceracılar, yüksek devlet memurları ve hükümet personeli, özellikle de sol partiler arasındaki gizli anlaşmalarla ilgili tüm skandal pornografisiyle kirlenmişti. Bunu belirtmeye gerek yok: sözde proleter partiler – sosyalist ve komünist partiler – bu skandal dolu mücadelenin içine atılıyor ve proleterler kapitalist rejime karşı devrimci mücadeleden koparılarak, başta Stavisky olmak üzere bazı mali maceracılara karşı mücadeleye sürükleniyor. Maurras ve Action Française’in sağ kanadı, 27 Ocak’ta yerini Daladier başkanlığındaki daha belirgin bir sol hükümete bırakan ve yakın zamana kadar SFIO’da (Fransız Sosyalist Partisi, İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu) militan olan Frot’un İçişleri Bakanlığı görevini üstlendiği radikal Chautemps başkanlığındaki hükümete karşı mücadelede başı çeker. Stavisky skandalında da adı geçen Polis Şefi Chiappe, sosyalistler ve komünistler tarafından günah keçisi olarak seçildi ve Polis Şefliğinden alınarak “Comédie Française” e transfer edildi. Bu olay üzerine sağcılar Parlamento önünde bir gösteri düzenleyerek Daladier hükümetinin istifasını talep ettiler.
«Daladier, Leon Blum’un direnme tavsiyesine rağmen boyun eğer, istifa eder ve 9 Şubat’ta iki karşı protesto gösterisi düzenlenir: biri Komünist Parti’nin çağrısıyla Paris’in merkezinde Chiappe’nin tutuklanması ve Faşist Birliklerin dağıtılmasının talep edildiği gösteri, diğeri ise Sosyalist Parti’nin çağrısıyla Vincennes’de düzenlenen ve “Faşist ayaklanmanın tehdit ettiği cumhuriyetin savunulması” bayrağının göndere çekildiği gösteri. “Sosyal-faşizme” karşı mücadelenin anısı henüz kesin olarak sönmemiştir, ancak iki farklı gösteri olsa da, yine de tek bir bütünlük vardır: artık kitlelerin özerk sınıf konumlarını teyit etme sorunu değil, onları burjuva devlet biçiminin, ancak iki yıl sonra, 1936 seçimlerinin ardından SFIO başkanı Leon Blum’un yönetiminde Halk Cephesi hükümetine sahip olduğumuzda gerçekleşecek olan değişikliğine yöneltme sorunudur.
«Ancak bu iki ayrı gösterinin hemen ardından, CGT’nin kendisinden önceki iki yürüyüşün sloganlarına benzer sloganlarla bir başka birleşik gösterisi gerçekleşir. Gerçekte, genel grev aracılığıyla, “mezhepçi, isyan kışkırtıcı insanların” bastırılması talep edilecektir çünkü “siyasi özgürlük ve demokrasiye karşı birkaç aydır tasarlanan saldırı patlak vermiştir”».
Paris’in sanayi merkezinde hala baskın bir konuma sahip olan Komünist Parti, bunu operasyonları yönlendirmek için kullanmadı ve sosyalistlerin ve CGT’nin inisiyatifi ele almasına izin verdi. Kısmi taleplerini savunmak için kitleleri örgütleme yeteneğine sahip bir sendikal örgüt olmaktan çoktan çıkmış ve Komünist Partinin bir uzantısı haline gelmiş olan CGTU’ya gelince, tam bir başarı olan genel grevi hazırlarken bile ortaya çıkmadı.
Bu arada, sosyalist-komünist gruplaşma ve sola doğru gittikçe daha belirgin hale gelen bir hükümet evrimi daha da kesinleşti.
27 Temmuz 1934’te Komünist Parti ile Sosyalist Parti arasında aşağıdaki noktalar temelinde bir birlik paktı imzalanır: a) demokratik kurumların savunulması; b) hükümetin tüm yetkilerine karşı mücadelede grev hareketlerinin terk edilmesi; c) sosyalist radikalleri de içerecek bir cephede işçilerin öz savunması.
* * *
Ve uluslararası alanda, Milletler Cemiyetine muzaffer bir şekilde giren Rus Devletinin dış politikasının yeni yönelimi vurgulanır.
İşte Ossinsky’nin Komünist Enternasyonal’in Mart 1919’daki Birinci Kongresindeki tezleri: Dünyanın tüm ülkelerinin devrimci proleterleri Wilson’un Milletler Cemiyeti fikrine karşı amansız bir savaş yürütmeli ve ülkelerinin bu yağmacılar, sömürücüler ve karşı-devrim Cemiyetine girmesini protesto etmelidir.
İşte on beş yıl sonra, 2-6-1934’te Rus Partisi’nin yayın organı Pravda’nın yazdıkları «Emperyalist çelişkilerin gelişim diyalektiği, küçük bağımsız devletlerin ve sömürge ülkelerin emperyalist boyunduruk altına alınması ve Sovyet karşıtı müdahalenin hazırlanması için bir araç olarak hizmet edecek olan eski Milletler Cemiyeti’nin, emperyalist grupların mücadelesi sürecinde – Litvinov bunu Sovyetler Birliği Yürütme Merkez Komitesi’nin son oturumunda açıkladı – barışın korunmasıyla ilgilenen akımın zafer kazandığı bir arena olarak ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Bu da belki Milletler Cemiyeti’nin yapısında meydana gelen köklü değişiklikleri açıklamaktadır».
Lenin, Milletler Cemiyeti’nden bir “yağmacılar topluluğu” olarak söz ederken, bize bu kurumun Versay’da onaylanan galip Devletlerin üstünlüğünü “barış içinde” sürdürmeye hizmet etmesi gerektiğini zaten öğretmişti.
Ancak Pravda’nın makaleleri retorikten başka bir şey değildi. Aslında Litvinov pozisyonunu derhal ve radikal bir şekilde değiştirdi. İlerici silahsızlanma için Alman ve İtalyan tezlerini desteklemekten, bir güvenlik garantisi bulmanın mümkün olmadığını açıkça ilan etmeye geçti ve silahsızlanmanın gerçekleştirilmesini ilan edilen imkansız güvenliğe bağlı kılarak silahlanma politikasını onaylayan Fransız tezini destekledi.
Aynı zamanda Sarre sorununda da radikal bir rota değişikliği meydana geldi. Daha önce “Sovyet Almanya’sının merkezindeki Kızıl Sarre” sözüyle mücadele eden Komünist Parti, plebisit vesilesiyle statükoyu, yani bu bölge üzerindeki Fransız kontrolünün sürdürülmesini savunur.
Flandin Kabinesinin Dışişleri Bakanı Laval, Almanya’yı izole etme planını ortaya atar. İdam cezasına çarptırıldığı mahkemede bu milliyetçi başarıyı kendisi için talep edemedi: ama Fransız Direnişindeki milliyetçi ve şovenist yandaşlarından bin kat daha fazla ve daha iyi bir şekilde, Hitler’e karşı “Fransız anavatanının” savunulmasını gerçekleştirmeye çalıştığı kesindir. Eğer Fransa kesin bir şekilde vasal ve ikinci sınıf bir güç rolüne indirgenmişse, bu mevcut uluslararası evrimin özelliklerinden kaynaklanmaktadır; “özgürlük ve devrim ülkesinin” savunulması etrafındaki tüm şamatanın tek bir hedefi olabilirdi, ancak bu hedefe tam olarak ulaşıldı: Fransız ve uluslararası proletaryanın katledilmesi. Bismarck ile ittifakın ve Père la Chaise’de 25.000 komünarın imha edilmesinin vaftizi altında doğan Üçüncü Fransız Demokratik Cumhuriyeti, radikal cumhuriyetçi-sosyalist-komünist üçlüsüne dayanan Halk Cephesinde değerli ve ürkütücü sonunu bulur.
Laval’ın Almanya’yı tecrit etme manevrasının temel noktaları şunlardır: 1) 7 Ocak 1935’te Roma’da Mussolini ile yapılan görüşme. 2) 1 Mayıs 1935’te Moskova’da Stalin ile yapılan görüşme.
İlkinde, Etiyopya’daki İtalyan taleplerinin İngiliz bakan Hoare tarafından kabul edilmek zorunda kalınan bir uzlaşma yoluyla çözülmesine çalışılmıştır.
İkincisinde, Poincaré’nin l9l4-17 savaşında Fransız-Rus ittifakına yol açacak olan hamlesi yenilenecek ve yeni Fransız-Rus paktı vesilesiyle Stalin, Fransa’nın savunması için silahlanma politikasının gerekliliğini tamamen anladığını beyan edecektir.
14 Temmuz 1935’te, burjuva cumhuriyetinin doğuşunu onurlandırmak için Bastille’de düzenlenen gösteride, Daladier ve sosyalist liderlerin yanı sıra komünist liderler de üç renkli atkı takarlar; kızıl bayrak üç renkle birleştirilirken, “faşist tehlikeye” karşı Jeanne d’Arc ve Victor Hugo, Jules Guesde ve Vaillant çağrıştırılır ve Napolyon kurbanlarının “Austerlitz güneşinden” söz edecek kadar ileri gidilir. Tüm bu şovenizmin neden sonuçsuz ve etkisiz kaldığını, çünkü Fransa’nın, İtalya, İspanya ve mevcut Üç Büyükler dışındaki tüm diğer eski güçler gibi, şu ya da bu büyük güç tarafından işgal edilirken taviz verme rolünü oynamak zorunda kaldığını daha önce söylemiştik; şimdi de Eylül 1939’da Fransa ile Almanya arasında savaş patlak verdiğinde, Mayıs 1935 paktının Rusya tarafından uygulanmadığını ekleyelim.
Ancak tüm bunlar, ulusal ve uluslararası ölçekte sınıf mücadelesi olan esas karşısında ikincil sorunlardır. Ve bu sınıf cephesinde, Bastille Manifestosu, onun öncülleri ve ondan kaynaklanan olaylar sadece Fransız proletaryası için değil, aynı zamanda İspanyol ve uluslararası proletarya için de büyük önem taşıyordu.
Mart 1935’te Mussolini Etiyopya Negus’una karşı saldırıya geçtiğinde, “faşist İtalya” ya karşı yaptırımların uygulanmasına dayanan uluslararası bir kampanya başlatmak için her şey hazırdı. Mussolini ve Neguslara karşı eş zamanlı bir eylem sosyalist ve komünist partiler tarafından düşünülmedi bile. Her ikisi de Negus’un feodal rejimini savunmak için savaşmaktadır ki bu aynı zamanda Mussolini’nin faşist rejiminin muhteşem bir savunmasıdır. Aslında Mussolini, Etiyopya kampanyası için elverişli olan bu ulusal birlik atmosferinin oluşması için, kasıtlı olarak zararsız yaptırımların uygulanmasından daha iyi bir gerekçe bulamazdı.
Leon Blum, “barış ve sosyalizmin” en yüce siperi olan Milletler Cemiyeti’ne anlaşmazlığın hakemliğini önermiş ve o sırada Cumhurbaşkanı olan Litvinov’u görevlendirmek istemişti; Laval-Hoare uzlaşmasının başarısız olmasının ardından Milletler Cemiyeti ezici bir çoğunlukla Mussolini’nin yanında yer aldı. İtalyan “göçmenlerin” Negus’u ve İngiliz emperyalizmini savunmak için bu eyleme katıldıklarını söylemeye gerek yok: Eylül 1935’teki Brüksel Kongresi’nde, özensiz ve kölece ifadeleri, İspanya Savaşı’ndan bir yıl ve bir başka Dünya Savaşı’ndan dört yıl sonra kitlelerin burjuva kervanına katılma konusunda ne kadar ileri gittiklerini gösteren bir önerge oylandı. İşte metin:
«SdN [Milletler
Cemiyeti] Başkanı Bay Benes’e
«Mevcut koşullarda barış ve özgürlüğe olan bağlılığını ilan etmek üzere yurt
dışında toplanmak zorunda kalan, Katoliklerden liberallere, Cumhuriyetçilerden
sosyalistlere ve komünistlere kadar İtalya’daki halk kitlelerinin ve İtalyan
göçmenlerin yüzlerce delegesini savaşa karşı tek bir mücadele iradesinde bir
araya getiren İtalyan Kongresi, SdN Konseyi’nin saldırganı kınarken faşist
hükümetin sorumluluklarını İtalyan halkının sorumluluklarından net bir şekilde
ayırdığını büyük bir memnuniyetle not eder; Afrika’daki savaşın İtalya’nın değil
faşizmin savaşı olduğunu, Avrupa’ya ve Etiyopya’ya karşı, bu ülkeyle hiçbir
istişarede bulunulmadan ve sadece SdN ve Etiyopya’ya verilen ciddi taahhütler
ihlal edilerek değil, aynı zamanda İtalyan halkının duyguları ve gerçek
çıkarları da ihlal edilerek başlatıldığını teyit eder; İtalyan halkının gerçek
düşüncelerini yorumlamaktan emin olan Kongre, hem İtalya’nın hem de Avrupa’nın
çıkarları için savaşa kırılmaz bir baraj kurmanın SdN’nin görevi olduğunu ilan
eder ve SdN ve işçi örgütleri tarafından düşmanlıkların derhal durdurulmasını
dayatmak için alınacak önlemleri desteklemeyi taahhüt eder».
Komintern, SdN’nin kararlarını disipline etti. İşte Mussolini’nin ancak muzaffer olabileceği bir sonuç.
Bu arada, emperyalist ve anti-faşist savaşta Fransa ve Belçika’daki korkunç grevlerin dağılmasına ve Temmuz 1936’da İspanyol proletaryasının güçlü ayaklanmasının ezilmesine yol açacak atmosfer hazırlanıyordu.
1935’in sonunda Fransız Parlamentosu, Blum tarafından “tarihi” olarak nitelendirilen bir oturumda, faşizmin yenilgisini ve Fransız halkının “uzlaşmasını” oy birliğiyle kabul etti. Aynı zamanda, Brest ve Toulon grevleri, tüm “uzlaşmacıların” aynı birleşik cephesi tarafından “provokatörlerin” eylemine atfedilir; ve Ocak 1936’da Sarraut – 1927’de “komünizm, işte düşman” diyen aynı kişi – ilk kez komünist parlamento grubunun bakanlık bildirisi oylamasında çekimser kalmasından yararlanacaktır. Mart 1936’da Blum’a yönelik saldırı, Komünist Partiyi, Ağustos 1939’da Rus-Alman anlaşmasının imzalanmasından sonra, daha sonra kendisine karşı kullanılacak olan “Fransa’nın Hitlercilerine karşı” mücadele formülünü başlatmaya iter.
7 Mart 1936’da Hitler Locarno Antlaşmasını fesheder ve Rhineland’ı yeniden askerileştirir. Fransız Meclisi’nde ortaya çıkan tepkide, sergilenen şovenist öfke sansasyonel olduğu kadar uluslararası yansımaları açısından da önemsizdir.
Olaylar Fransız kapitalizmini Hitler’in oldu bittilerine karşı tepkiyi sadece iç politika alanında kullanmaya zorladı ve Komünist Parti bu eylemde başarılı oldu: Fransız meşruiyetçilerinin devrim sırasında Fransa’dan kaçtıkları zamanı hatırlatarak, “Coblentz, Valmy göçmenlerinden” söz eder, yine “Napolyon’un Austerlitz güneşini” çağrıştırır, Göthe ve Nietzsche’nin “Almanya hala barbarlık içinde” sözlerini kullanacak kadar ileri gitti ve Marx’ın “Alman dirilişi Fransız horozunun ötüşüyle duyurulacak” sözünü tahrif etmekten çekinmedi; bu sözün anlamı Fransız proletaryasının toplumsal ve sınıfsal bağlamından Fransa’nın ve burjuvazisinin ulusal ve milliyetçi kampına dönüştü.
Rus diplomasisi Fransız Komünist Partisinin yurtsever konumunu güçlendirirken, aynı zamanda Hitler’in darbesine verilecek yanıt konusunda – İngiltere’nin yaptığı gibi – çok temkinli kalmıştır. Litvinov, «SSCB’nin uluslararası taahhütlerin ihlaline karşı en etkili önlemlere katılacağını» beyan etmekle ve «Sovyetler Birliği’nin bu tutumunun barış için mücadele, güvenliğin kolektif örgütlenmesi ve barış araçlarından biri olan Milletler Cemiyeti’nin sürdürülmesi genel politikası tarafından belirlendiğini» açıklamakla yetinir. Molotov daha da ihtiyatlıdır ve “Temps” gazetesine verdiği bir röportajda şunları söyler: «Fransa’nın barışı koruma arzusunun farkındayız. Eğer Alman hükümeti de barış arzusunu ve anlaşmalara, özellikle de Milletler Cemiyeti ile ilgili olanlara saygı duyduğunu ifade ederse, barışın çıkarlarının savunulması temelinde bir Fransız-Alman yakınlaşmasının arzu edilir olacağını düşünürüz».
Fransız Komünist Partisi liderleri bu şekilde akıl yürüttüler: Rusya tehlikede; onu kurtarmak için kapitalizmimizi bir kalkan olarak kullanacağız.
Ve her zamanki utanmaz demagojik ruhla, bu teoriyi Lenin’in eylemine atıfta bulunarak desteklemekten çekinmediler; 1918’de Rusya’yı tüm kapitalist güçlerin saldırısından kurtarmak için, her ülkenin proleterlerini kendi ülkelerinin kapitalizmine karşı, onu yok etmeyi amaçlayan devrimci bir saldırıya çağıran Lenin’in kendisi. İki pozisyon arasındaki karşıtlık, devrim ve karşı-devrim arasındaki karşıtlık kadar temeldir.
İşte bu ulusal birlik, tüm Fransız halkının uzlaşması ve “Fransa’nın Hitlercileri” ne karşı mücadele atmosferinde, 11 Mayıs’ta Le Havre limanında ve Toulouse’daki havacılık atölyelerinde başlayan grev dalgası olgunlaşır. Bu iki ilk hareketin zaferi, grevin 14 Mayıs’ta Paris bölgesine, Courbevoie ve Renault’ya (32.000 işçi), 29 ve 30 Mayıs’ta da tüm Paris metalürjisine yayılmasıyla birleşir. Talepler şunlardı: ücretlerin arttırılması, grev günleri için ödeme yapılması, işçi izinleri, toplu sözleşme. Grevler uzun bir süre devam etmiş, önce Kuzey madenlerine sonra da tüm ülkeye yayılmış ve yeni bir boyut kazanmıştır: İşçiler, İşçi Konfederasyonu, Sosyalist ve Komünist Partilerin çağrılarına rağmen atölyeleri işgal etmişlerdir. Bir çağrıda şöyle deniyordu: Hareketi disiplin ve sükunet çerçevesinde tutmaya kararlı olan sendikal örgütler, işçi sınıfının haklı taleplerinin karşılandığı her yerde çatışmaya son vermeye hazır olduklarını ilan ettiler.
Ancak bunlar Eylül 1920’deki İtalyan fabrika işgallerinden ne kadar farklıydı! Paris’te kızıl bayrak ve üç renkli bayrak birlikte dalgalanıyordu ve atölyelerde sadece dans ediliyordu: atmosferde devrimci bir harekete dair hiçbir şey yoktu. Grevcileri canlandıran ulusal birlik ruhu ile atölyelerin işgalinin radikal silahı arasında keskin bir tezat vardı. Ancak gerçekler yanlış anlaşılmaya mahal bırakmamaktadır: CGTU’yu yeniden bünyesine katmış olan Emek Konfederasyonu ile Sosyalist ve Komünist Partilerin bu büyük grevlerde hiçbir inisiyatifleri yoktu. Eğer bu mümkün olsaydı grevlere karşı çıkarlardı ve grevlerin tüm ülkeye yayılmış olması onlara sadece grevcilere yönelik ikiyüzlü sempati açıklamalarını dayatmaktadır.
Patronların işçilerin taleplerini kabul etme eğiliminde olmaları, hareketlerin sonunu belirlemez. Kesin bir darbeye ihtiyaç vardır. Mayıs seçimleri sol partilere ve bunların arasında da Sosyalist Parti’ye çoğunluğu vermişti.
İşte Halk Cephesi’ndeyiz: Parlamenter prosedürün belirlediği son tarihten çok önce, 4 Haziran’da Blum hükümeti kuruldu. Halk Cephesi’nin parlamento organı olan Sol Delegasyon, günün emrinde, «işçilerin ekmeklerini düzen ve disiplin içinde savunduklarını ve Croix-de-Feu’nun (Albay La Roque’un paramiliter hareketi) ve gericiliğin diğer ajanlarının onları koparmayı başaramayacağı bir iddia karakterini hareketlerinde tutmak istediklerini not eder». Humanité ise manşetlerinde «düzenin başarıyı sağlayacağını» ve «yasaların dışına çıkanların patronlar, Fransızların uzlaşmasını istemeyen ve işçileri greve gitmeye zorlayan Hitler’in ajanları olduğunu» yayınlar.
7’yi 8 Haziran’a bağlayan gece, daha sonra “Matignon anlaşmaları” (Başbakan
Blum’un ikametgahı) olarak adlandırılacak olan anlaşma imzalanır ve
aşağıdakileri kutsar
a) toplu iş sözleşmesi;
b) bir sendikaya üye olma hakkının tanınması;
c) atölyelerde sendika delegelerinin kurulması;
d) ücretlerin %7’den %15’e çıkarılması (çalışma haftası 48 saatten 40 saate
indirildiği için bu oran %35’tir);
e) ücretli izinler. Eğer bazı fabrikalarda “gerici” olarak adlandırılanlar bazı
yöneticileri tutuklama yoluna gitmemiş olsalardı, bu anlaşma daha da erken
imzalanmış olacaktı.
14 Haziran’da Fransız Komünist Partisi Başkanı Thorez, kendisini ünlü yapacak formülü açıkladı: «Temel talepler elde edilir edilmez bir grevi nasıl sona erdireceğimizi bilmeliyiz. Ayrıca güç kaybetmemek ve her şeyden önce gericiliğin panik kampanyasını kolaylaştırmamak için bir uzlaşmaya varmak gerekir».
İki hafta sonra Fransız kapitalizmi, sınıfsal önemi nedeniyle değil ama ne kadar kapsamlı olduğu, mesleki taleplerin önemi ve işçilerin başarıya ulaşmak için kullandıkları araçların kapsamı ve derecesi nedeniyle güçlü olan bu güçlü hareketi söndürmeyi başarır.
Hareketin ortaya çıkmasında hiçbir sorumluluğu olmayan sözde proleter örgütler, harekete son verme görevini üstlenecek olanların ta kendileriydi. Fransız Komünist Partisi, ortaya çıkabilecek her türlü devrimci olasılığı boğmak için birinci dereceden bir rol oynamak zorundaydı ve bunu, fabrikaların işgalini mücadeleye devrimci bir yaklaşımla yakınlaştırmaya çalışan az sayıdaki işçiyi “Hitlerciler” olarak aşağılayarak şaşırtıcı bir şekilde başardı. Fransız Partisinin çözmesi gereken taktiksel sorun da bundan ibaretti.
Neredeyse eş zamanlı olarak Belçika’da grevler patlak verdi. Grevler Antwerp Limanı’nda başladı ve daha sonra tüm ülkeye yayıldı. Belçika İşçi Partisi’nin hemen yayınladığı manifesto önemlidir: «Liman işçileri, intihar etmeyin. Sizi iş bırakmaya teşvik eden insanlar var. Neden mi? Ücret artışı talep ediyorlar. Belçika Taşımacılık İşçileri Sendikası’nın ücret artışı politikasını tartıştığı bir dönemde bu konuda farklı bir şey söylemiyoruz. Ve sorumsuz insanlar tarafından ters köşeye yatırılmayacağız. Antwerp’te Dunkirk grevinden sonra meydana gelen feci sonuçların aynısını görmek istemiyoruz. Saygı duyulması gereken bir yönetmeliğimiz var. Sizi greve teşvik edenler sonuçlarını umursamıyorlar. Liman çalışanları, yöneticilerinizi dinleyin. İsteklerinizin ne olduğunu biliyoruz. Sendikamızla ilerleyin! Mantıksızca grev yapmayın. Bugün de patronlarla görüşeceğiz».
Sendika Komisyonu’ndan (İşçi Konfederasyonu’nun muadili) gelen benzer bir çağrıya rağmen, 14 Haziran’da Madenciler Kongresi durumu kabul etmek zorunda kaldı ve grev emrini verdi. Bir gün önce Sosyalist Parti organı, atölyelerin işgal edilmesini önlemek için hükümetin kararlarına katıldığını bildirdi.
22 Haziran’da, Sosyalistlerin de katıldığı bir koalisyona başkanlık eden Başbakan Van Zeeland’ın kabinesinde, aşağıdaki hususları içeren bir anlaşma imzalandı: a) %10 ücret artışı; b) sağlıksız sektörler için haftada 40 saat; c) 6 günlük yıllık tatil.
Belçika Komünist Partisi, kitleler arasında sahip olduğu çok az etkiyi kullanarak Fransız Partisinin izlediğine benzer bir taktikten yararlandı: hareketin liderliğini tekelinde tutan İşçi Partisi ve Sendika Komisyonu ile birlikte grevi engelledi. Grevlerin başlatılmasında hiçbir inisiyatifi yoktu ve tüm faaliyeti hükümetin grevler lehine müdahale etmesini talep etmekten ibaretti.
Sonuçlara gelince, bunlar Fransız işçiler tarafından elde edilenlerden çok daha düşüktü. Ancak, her iki ülkede de, proletaryanın özerk ve sınıf mücadelesinin yeniden başlaması anlamına gelmekten uzak, geçici olan bu sendikal başarılar, çatışmaların hakemliği sayesinde kitlelerin güvenini kazanmayı başaran ve bu güveni onlar üzerindeki hegemonik kontrolünün ağını sıkılaştırmak için kullanacak olan kapitalist devletin manevrasının gelişmesini desteklemektedir.
İş sözleşmesinde devlet otoritesinin onaylanması, işçilerin zaferini değil yenilgisini temsil eder. Gerçekte bu sözleşme sınıf mücadelesinde bir ateşkesten başka bir şey değildir ve uygulanması iki sınıf arasındaki güç ilişkilerine bağlıdır. Devlet müdahalesinin kabul edilmiş olması, sorunun koşullarını kökten tersine çevirir, çünkü işçiler böylece savunmalarını kapitalist yönetimin temel kurumuna emanet etmiş olurlar: sınıf sendikalarının yerini, yasaların uygulanmasını kontrol eden Çalışma Bakanlığı yetkilileriyle iç içe geçmiş sınıf işbirlikçisi sendikalar almıştır.
Fransa ve Belçika grevleri, İspanya’da toplumsal huzursuzluğun patlak vermesinden ve bu ülkede emperyalist savaşın başlamasından sadece bir ay önce gerçekleşmiştir. Bu olayların seyrini bir sonraki bölümde açıklayacağız.
6 – İspanya Savaşı, İkinci Dünya Emperyalist Savaşı’nın girizgahı (1936-40)
Sovyet Devleti’nin ve komünist partilerin giderek yozlaşması aşaması, kaçınılmaz olarak, önce İspanya’da (1936-39) yerelleşen ve daha sonra tüm dünyaya yayılan (1939-45) emperyalist katliama cepheden katılımla sona erecekti. Bu dejeneratif süreç, gördüğümüz gibi, 1926’da İngiliz-Rus Komitesi’nin kurulmasıyla başladı ve Rus Devleti ile Enternasyonal’in politikasının programatik terimlerinde meydana gelen önemli ve radikal değişikliği açıkça ifade eden Buharin oldu.
Birleşik Cephe ile İngiliz-Rus Komitesi arasında süreklilikteki kopuş kesin ve acımasızdır. Birincisi, kapitalizm-proletarya karşıtlığının klasik terimleriyle çerçevelenmiştir (sınıf partisi ve devrimci devlet aracılığıyla hareket eden proletarya). Fransız, Avusturya ve Alman muhalefetleri arasındaki ve özellikle İtalyan solu ile Enternasyonal liderliği arasındaki ayrışma, sınıf eyleminin ve Partinin gelişimini teşvik etmek için izlenecek taktikler sorunu çerçevesinde kalmaktadır. İkincisi, İngiliz-Rus Komitesi, gerekçesinin Rus Devletinin diplomatik çıkarlarının savunulmasında yattığını ilan eden Buharin’in formülüyle çerçevelenmiştir. Diplomatik, çünkü mesele belirli olaylarla sınırlı bir askeri savaş değil, bütün bir siyasi süreçtir. Programatik yaklaşım artık “kapitalizm-proletarya” çerçevesinde değil, “kapitalist devlet-Sovyet devleti” çerçevesindedir. Bu yeni karşıtlık, açık bir şekilde, yine de öncekine benzer bir özü ifade eden formülasyonların basit bir değişikliği değildir ve olamazdı da. Kapitalist devlet ve proleter devlet tanımının kriterleri artık Marksist değil, durumun evrimi tarafından dayatılan pozitivist ve rasyonalist bir karaktere sahiptir.
Önceleri, sınıf ve kapitalist devlet kavramları üniter, diyalektik ve üretim ilişkilerinin analizinden türemişti. Komintern 1926’dan itibaren sınıf kavramından kopmaya başladı ve sorun artık kapitalist egemenliği somutlaştıran devletn yıkılmasını amaçlayan bir eylemden değil, (mükemmel kapitalizm olarak kabul edilen) belirli bir kapitalist gücün desteklenmesini ya da altının oyulmasını amaçlayan bir eylemden ibaretti. Peki hangi kapitalist güç? Uluslararası olayların evrimindeki o belirli anda Sovyet Devleti’nin “diplomatik” çıkarlarıyla çatışan güç.
İngiliz-Rus Komitesi zamanında, bir öncekine kökten karşı olan bu politikanın hatları henüz tam olarak tanımlanmamıştı, ancak sorun zaten açıktı: devasa bir sınıf savaşına giren İngiliz proletaryasının çıkarlarının savunulması ile uluslararası alanda devletlerin antagonistik evriminde zayıf pozisyonlarını güçlendirmek için İngiltere’ye güvenen Rus Devletinin çıkarları arasında bir ayrışma var. İngiliz proleterlerine grevlerinin liderleri ve çıkarlarının savunucuları olarak sunulan sendikacılara verilen destek, İngiliz hükümetinin Rus hükümetine karşı mücadeleye geçmesi nedeniyle amaçlananın tam tersi bir sonuç doğurursa, bu durum Komintern’in politikasında meydana gelen ve “sosyal-faşizm” döneminde kapitalist aygıtın geri kalanından ayrı olarak özellikle sosyal-demokrasiye karşı mücadeleye geçtiğinde belirtilen temel değişikliği hiçbir şekilde değiştirmez. Artık Alman proletaryasının sınıfsal hedeflerinden, sosyal demokrasi ve faşizme karşı eş zamanlı bir mücadele taktiği çıkarmak için hareket etmiyor ve birincisi bir numaralı düşman mertebesine yükseltildiği için, sadece Hitler’in Alman kapitalist devletinde demokratlar ve sosyal-demokratlar tarafından tutulan pozisyonların yasal olarak tasfiye edilmesi manevrasıyla rekabet eden bir konuma kayıyor. Bu durumda Rus Devleti için “diplomatik” faydalar eksik olmadı ve Alman proletaryasının acımasız yenilgisine Rusya ile Almanya arasındaki ekonomik ilişkilerde belirgin bir iyileşme eşlik etti.
Sosyal-faşizmden sonra önce Halk Cephesi ve İspanya İç Savaşı, son olarak da Dünya Savaşı gelir. Komünist partilerin ve Sovyet Devletinin geçirdiği tersine dönüş süreci, sosyal-faşizm taktiklerinin ulaştığı sınırların da ötesine geçmektedir, çünkü artık mesele, Fransa’da barışçıl yollarla, İspanya’da ilk kez silah zoruyla, daha sonra da tüm ülkelerde işçileri kapitalist devletin aygıtlarına bağlamaktır.
Yeni politika, bir bütün olarak burjuva sınıfının ifadesi olan kapitalist siyasi güce karşı mücadelenin tutarlı bir yönüyle değil, Sovyet Devletinin o anki uluslararası durumdaki evriminin ihtiyaçlarına göre sosyal demokrasiyi ya da faşizmi bir numaralı düşman mertebesine yükselten çelişkili bir çizgide sunulmaktadır.
İlk değişiklik ve daha sonra tahrifat ve tersine çevirme, kapitalist sınıfın nitelendirilmesiyle sınırlı değildir, aynı zamanda kapitalizm-proletarya ikileminin yerini alan yeni kapitalist devlet-proleter devlet ikileminde proleter devletin nitelendirilmesini de etkiler. Proleter devlet artık kendi kaderini dünya proletaryasının kaderiyle özdeşleştiren devlet değil, tüm ülkelerin işçilerinin savunmasının kişileştirildiği devlettir. 1939’a kadar her ülkenin proleterleri kendi çıkarlarını Rus devletinin diplomatik başarılarıyla birleşik gördüler; 1939’dan 1945’e kadar proleterler bu devletin askeri başarıları için canlarını verdiler. Rus proletaryasının durumu da aynı derecede trajiktir: önce sosyalizm adına yoğun sömürü, ardından aynı bayrak altında katliam. Sonuç olarak, ele aldığımız olayların değerlendirilmesi komünist partilerin taktikleriyle sınırlı olmaktan çok daha yüksek bir düzleme çıkmalı ve proleter devlet ile sınıf partisi arasındaki ilişkilerin biçimsel ve örgütsel yönüyle değil, tarihin Rusya’da Ekim 1917 zaferiyle ilk kez ortaya koyduğu bu ilişkilerin somut tipiyle ilgilenmelidir. Proleter Devlet ve sınıf partisi, devrimci proletaryanın mücadelesinin birleşen araçlarıdır ve bunların ayrılması hipotezi gerici olduğu gerekçesiyle reddedilmelidir. Sadece Rusya’nın müthiş deneyiminden, gelecekteki devrim açısından organik yakınlaşmalarını sağlayacak dersleri çıkarmak gerekir. Lenin’in başında olduğu kahramanca dönemde Rus Devleti’nin izlediği politikadan başlayarak, çalışmamızın kendisini adaması gerektiğini düşündüğümüz temel sorun budur, çünkü büyük devrimciye duyduğumuz aydın hayranlık, Rus devriminin yozlaşmasının ve tersine dönmesinin kaynağının devrimci devlet ile sınıf partisi arasındaki organik ilişkiler sorununun yetersiz çözümünde bulunduğunu kategorik olarak onaylamamıza engel değildir, Başka bir deyişle, ulusal ve uluslararası ölçekte proleter devletin politikası sorunu, bu sorunun ilk kez Ekim 1917’de ortaya çıkmış olmasıyla kaçınılmaz olarak bağlantılı bir yetersizliktir.
* * *
İspanya’daki olayları anlamak için her şeyden önce Marksist anlayışın temel unsuruna, Fransızların “démarche” dedikleri düşüncenin esas noktasına başvurmak gerekir. Esas olanı aksesuar olandan ayırmak için.
Cumhuriyetçi ve anti-faşist kampta sosyalizmden söz edildiği için mi, yüz binlerce proleter sosyalizm adına silaha sarıldığı için mi bu mücadelenin gerçek koşullarının varlığını onaylayabiliriz? Önermemizde, temel sınıflar arasındaki, kapitalizm ile proletarya arasındaki mücadelenin Ekim 1917’den bu yana, daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeyde gerçekleştiğini ve proletaryaya kendi devrimci devletini dayatma ihtiyacını dayattığını belirtmiştik: proletarya, coğrafi sınırlarının dışında bile gerçekleşen toplumsal hareketleri proleter cephede merkezileştirmelidir; ancak yozlaşma aşamasında, benzer bir merkezileşmeye ancak onu orijinal konumuna geri getiren radikal bir değişiklik yoluyla ilerleyebilir. Aksi takdirde, önce anti-faşist İspanya’da, sonra da ikinci emperyalist savaş sırasında partizan hareketi ortaya çıktığında demokratik ülkelerde olduğu gibi, karşı-devrim siyasetinin ana ekseni haline gelir.
İspanya’nın anti-faşist kesiminde esas rolü, neredeyse hiç var olmayan İspanyol Komünist Partisi’nden ziyade Rus Devleti oynamıştır.
Olaylara ilişkin analizimiz, yalnızca olayların dayattığı merkezi olgu – savaş – nedeniyle sınıf temelli ilerlemenin ve devrimci proletaryanın konumunu buna göre belirlemenin mümkün olduğunu, patronun fabrikalardan tasfiyesi, geleneksel burjuva partilerinin hükümette yer almaması ve hatta en ateşli toplumsal kargaşa günlerinde hükümetin kendisinin tasfiyesi gibi yalnızca aksesuar araçlarla bu tür sınıf temelli hedeflere ulaşmanın imkansız olduğunu gösterecektir.
İspanya’daki olayların kısa ve öz bir filmini gösteriyorsak, bunun nedeni Komünist Parti’nin ya da başka bir siyasi oluşumun farklı bir taktiğinin durumun farklı bir sonucunu belirleyebileceği tezini ortaya atmak değil, bunu yalnızca ilk etapta, tüm “işçi inisiyatiflerinin” nihayetinde kapitalist sınıfın – o özel koşullarda – var olabileceği tek biçim olduğunu göstermek için yapıyoruz (ve fabrikalarda fiziksel olarak bulunmasa ya da anti-faşist hükümette akıllıca gizlense bile siyasi ve tarihsel olarak vardı, Çünkü proleter sınıfın savaş ve devlet sorununu onaylamasını engellemek gibi temel bir hedefe ulaşmıştı) ve ikinci olarak da – daha az belirgin biçimlerde de olsa – dünya savaşından sonra diğer ülkelere yayılan ve patronların kamulaştırılmış sanayilerden geçici ya da kesin olarak tasfiyesiyle kendini ifade eden bir evrimin unsurlarını vurgulamaktı.
İtalyan solunun, 1936-39’da İspanya’daki kostümlü provanın ardından 1939-45’te tüm dünyaya yayılan acımasız katliamdan sonra hayatta kalan tek akım olması tesadüf değildi. Sosyalist ve komünist partiler ancak evrimlerinin son noktasına ulaşan durumlarda şiddetle karşı-devrimci bir rol oynayabilirlerdi. Ancak İspanya aynı zamanda Troçkizmin ve renkli anarşizm ve sendikalizm ekollerinin de mezarını temsil ediyordu.
”Manevracılığın” devi Troçki, proletaryanın kendisini demokrasi-faşizm karşıtlığına sıkıştırma olasılığının teorik bir gerekçesini bile sunmuş, demokrasinin kendisini faşizme karşı savunmadaki tarihsel yetersizliğinin ve ona karşı çıkma ihtiyacının, anti-faşist mücadeleyi devrimci sonuca ulaştırabilecek tek sınıf olan proletaryanın müdahalesinin koşullarını yaratabileceğini belirtmişti. Bu nedenle Troçki’nin fabrikalarda ve tarlalarda ya da savaşan ordunun örgütlenmesinde elde edilen “devrimci kazanımların” savunulması ve arttırılmasında ön saflarda yer alması kaçınılmazdı.
Anarşistler ise, eğer ilk günlerde “devlet karşıtı saflıklarından” ödün vermekten kaçınabilirlerse, bu olaylarda “özgür komünler”, “özgür kooperatifler”, “özgür ordu” deneyleri için seçilmiş toprakları bulacaklardı. Tüm bu “özgürlükler” diğer “özgürlükle”, temel olanla, anti-faşist savaşı yürütme özgürlüğüyle son buldu.
İtalya’da Parti’nin kuruluşuna yalnızca dönemin temel sorunlarına değil, aynı zamanda faşist saldırının gelişiminin bir yansıması olarak ortaya çıkan sorunlara ilişkin net bir duruş eşlik etti: Partiye göre demokrasi-faşizm ikilemi burjuva sınıfının çerçevesine girer ve proletaryanın muhalefeti yalnızca kendi sınıf temelli hedefleri için mücadele edebilir. Bu hedefler için mücadele, faşizmin yasal ya da yasal olmayan saldırısı sırasında bile, demokrasiye ve faşizme karşı mücadelenin eş zamanlılığını dayatır. Akımımızın sağlam pozisyonu, yaklaşık üç yıl süren uzun ve yorucu bir savaşta, her ikisi de kapitalist olan iki ordunun kendi devlet aygıtları içinde karşı karşıya geldiği İspanya olaylarının tüm gelişimi tarafından doğrulanmıştır: Burjuva devletinin klasik yapısına dayanan Franco’nun ordusu ile ekonomik ve sosyal alandaki cesur çevresel girişimleri ancak karşı-devrimci bir evrimin parçası olabilecek olan Madrilen ve Katalan ordusu, çünkü hiçbir zaman devrimci bir diktatörlük yaratma sorunu ortaya çıkmadı. İspanya’daki olayların Troçki tarafından savunulan görüşleri çürütmek için sunduğu birçok fırsat vardı: anti-faşist hükümetin kazandığı aynı askeri muharebeler, proletaryanın özerk iddiasına elverişli bir durumu değil, anti-faşist kapitalist devletle olan bağını güçlendirme koşulunu gösteriyordu, çünkü Franco’ya karşı başarı ancak ikincisinin etkinliğiyle garanti edilebilirdi; savaşa katılım ilk etapta kabul edildiğine göre, reddedilemez bir argüman.
Marksist pozisyonun tüm anarşist ve sendikalist ekollere karşı doğrulanması daha parlak olamazdı. Aslında, özellikle askeri cephelerin kurulmasını izleyen olayların ilk döneminde, Ağustos 1936’dan Mayıs 1937’ye kadar, koşullar anarşist önermelerin gerçekleştirilmesi için en elverişliydi. Devlet aygıtının parçalanması, özellikle de Katalonya’da efendilerin kaçması ve ortadan kaldırılması karşısında, tüm kendiliğinden inisiyatifler serbest kaldı. Ve anarşistler ordunun, sendikaların, tarım ve sanayi kooperatiflerinin, Barselona’nın aynı embriyonik devlet ağının başında büyük çoğunluktaydı. Bu nedenle başarısızlık nesnel koşulların eksikliğine atfedilemezken, başarısızlığı haklı çıkarmak için her zaman başvurulan bahane, yani Mussolini ve Hitler’in Franco’ya verdiği destek, anarşistler tarafından ileri sürülemez, çünkü İspanya’daki faşist müdahaleye yanıt olarak, diğer ülkelerin proletaryasının kendi demokratik hükümetlerine karşı mücadele etmesini değil, bu proleterlerin kapitalist hükümetlerine baskı yaparak cumhuriyetçi İspanya lehine askeri müdahalede bulunmalarını veya en azından anti-faşist savaşın başarısı için silah göndermelerini istediler.
Daha önce de söylediğimiz gibi, burjuvazinin hedeflerinden açıkça ayrılmış sınıf temelli hedefler ancak merkezi sorun olan savaşın işlevselliği içinde gerçekleştirilebilir. Bizim akımımızın yaptığı da buydu ve Ağustos 1936’da, Katalonya’daki aşırı solun bir partisi olan POUM’un (Marksist Birleşme İşçi Partisi) Merkez Komitesi’nin bir toplantısında gözlemci olarak bulunan delegemiz, Franco rejimindeki işçi ve askerlerin katledilmesi gerektiği fikrinin değil, bunun tam tersi olan kardeşleşme fikrinin propagandasının yapılması gerektiği yönündeki görüşünü dile getirdiğinde, bu “Marksist” örgütün liderleri böyle bir propagandanın ölüm cezasını hak ettiğini kategorik olarak teyit ettiler.
İspanya’daki anti-faşist savaş, aynı ülkeden iki orduyu içerdiği için emperyalist çıkarları karşıtlık içinde belirlemek sadece imkansız değil, aynı zamanda düşünülemezken, nasıl emperyalist olarak nitelendirilebilirdi? İspanya olaylarının, orada gelişen savaşın nitelendirilmesi söz konusu olduğunda, Marksistlerin daha önce hiç görmediği bir sorun yarattığı kesindir. Ancak uygun tarihsel emsaller bulunamasa da, Marksist analiz yöntemi, Franco-Halk Cephesi düellosunda çatışan özel ve emperyalist çıkarların tespit edilemediği doğru olsa da, hem Franco’nun hem de Halk Cephesi’nin savaşının emperyalist karakterinin, her ikisinin de proleter devletin diktatoryal ve devrimci örgütlenmesine dayanmadığı gerçeğiyle tartışmasız bir şekilde ortaya çıktığını teyit etmeyi mümkün kıldı. Aynı şey 1936 sonbaharında Katalonya için de geçerliydi: önceki Katalan Devletinin çürümesi, proleter Devletin kurulmasıyla aşılamadığı için, burjuva sınıfının iktidardaki kalıcılığının kendisini fiziksel olarak ve doğrudan değil ama proleter Devletin kuruluşuna yönelik bir proleter mücadelenin var olmaması sayesinde ortaya koyduğu (dahası geçici) bir aşamadan ibaretti.
Her iki durumda da, savaşın ve Katalan Devleti’nin nitelendirilmesinde, birincisinin emperyalist doğası, ikincisinin kapitalist doğası, dışsal unsurlardan (savaşın riskleri, devletin baskı aygıtı) değil, İspanya’da seyrek azınlığıyla bile iktidar sorununu ortaya koyamayan proleter sınıfın olumlanmasındaki eksiklikte yoğunlaşan özsel unsurlardan kaynaklanmaktadır. Proletaryanın, kapitalizmin olumsuzlanmasının olumsuzlanmasından, örtük olarak karşıtının olumlanmasını içeren bir olumsuzlamadan türediği zaten söylenmişti.
Halk Cephesi, Franco’nun basit bir olumsuzlanması durumunda kalmıştır ve proleter sınıfın kendini ortaya koyabilmesi için Halk Cephesi’nin kendisinin olumsuzlanmasını kurmak gerekmiştir. Bu olumsuzlama süreci açıkça biçimsel ve formalist, rasyonalist düzeyde dayatılmaz, ancak diyalektik olarak proleter sınıfın teorik ve politik netleşmesinden kaynaklanır. Sadece bu sınıfın hedeflerinin belirlenmesi Franco Devletine, Barselona ve Madrid Devletine ve dünya kapitalizmine karşı devrimci mücadelenin rotasını belirler. Franco’nun saldırısına yanıt olarak patlak veren genel grev de bu düzlemde yer almaktadır.
Şimdi en önemli olguların kısa bir açıklamasına geçelim.
* * *
Diğer ülkelerin aksine İspanya’da bir burjuva devrimi yaşanmamıştır. İspanyol toplumunun feodal örgütlenmesi, denizin ötesindeki önemli toprakları ilhak ederek din adamlarına ve soylulara muazzam bir servet biriktirme fırsatı sağladı. Ülkenin madencilik ve sanayi merkezlerinde kurulan kapitalist üretim tarzı, egemen feodal kastların çöküşüne yol açmadı, ancak – Çarlık Devleti ile burjuvazinin birbirine karışmadığı ve nadiren karşıtlık içinde olsa bile farklı kaldığı Rusya’nın aksine – İspanya’da bu kastlar ve devlet, yalnızca belirli merkezlerde bulunan sanayileşmiş ekonominin ihtiyaçlarına uyum sağladı. Geçen yüzyılın sonunda, eski İspanyol kolonilerinin sanayileşmeye başlama zamanı geldiğinde, bağlar koptu ve imparatorluk dağıldı.
Öte yandan, İngiltere’nin aksine İspanya, sömürgelere sahip olmanın sunduğu olanaklarla bağlantılı olarak ülkede yoğun bir sanayileşmeye gitmedi, böylece Avrupa’da güçlü kapitalist ulus-devletler oluştuğunda, İspanyol burjuvazisi uluslararası rekabet alanında kendini kanıtlama olanağından yoksun kaldı.
Soylular ve din adamları sadece toprak mülklerinin sahibi olarak kalmayıp aynı zamanda maden şirketlerinin, bankaların, sanayi ve ticaret işletmelerinin de sahibi olurken, sanayinin en çok geliştiği bölgeler olan Katalonya ve Asturias büyük ölçüde yabancı sermayenin, özellikle de İngiliz sermayesinin kontrolü altına girdi.
Bu tarihsel emsaller, İspanyol burjuva toplumunu, sanayileşmenin gelişiminin eski feodalizmle bağların devam etmesiyle durdurulduğu kendine özgü bir şekilde yapılandırdı. Hem Birinci Enternasyonal zamanında hem de bugün büyük ölçüde anarşistlerden oluşan işçi hareketi bundan o kadar etkilenmiştir ki, bugüne kadar Marksist kavramlara dayalı bir partinin kurulması için gerekli koşullar sağlanamamıştır. Orada meydana gelen toplumsal çalkantılar, bu nesnel koşullarda çok mücadeleli bir iklim çizmek için öncül bulmaktadır, ancak burjuvazinin arkaik toplumsal yapısında radikal bir değişikliğin imkansızlığı, proletaryayı kendi sınıf hedefleriyle kenarda kalmaya mahkum etmektedir. Marx, 1845 gibi erken bir tarihte, başka bir Avrupa ülkesinde üç gün sürecek bir devrimin İspanya’da dokuz yıl süreceğini belirtmiştir. Troçki ise ordunun toplumsal alana müdahalesini, tıpkı ruhban sınıfı ve soylular gibi, ordunun da mevcut diğer iki kastın yanında bir toplumsal egemenlik konumunu hiçbir zaman elde edemeden ele geçirme eğiliminde olmasıyla açıklıyordu. Kısacası, burjuvazi ile soylular arasındaki mücadelenin tarihsel koşullarının yokluğu, proleter sınıfın özerk ve özgül mücadelesinin koşullarının tarihsel yokluğunu belirler ve İspanya’nın uluslararası devrimci ayaklanmaların merkez üssü rolünü oynayabileceği hipotezini dışlar.
1923 yılında, Fas seferinin felaketleriyle bağlantılı olarak, Primo de Rivera iktidarı ele geçirdi ve kurduğu rejim yanlış bir şekilde faşist olarak nitelendirildi. Hiçbir devrimci tehdit faşist tipte bir diktatörlüğün kurulmasını haklı göstermiyordu ve aslında korporatist çerçeve, sosyalistlerin danışma organlarına, iş uyuşmazlıklarının düzenlenmesi için kurulan Eşitlik Komisyonlarına katılımını gerektiriyordu ve hatta sosyalist kontrol altındaki Genel İşçi Sendikası sekreteri Largo Caballero Devlet Konseyi üyesi olarak atandı. De Rivera yönetimindeki İspanyol burjuvazisi, devleti diğer burjuva devletlerin çizgisinde modern ve merkezi bir temelde yeniden örgütlemeyi boşuna denedi. Bu girişim başarısız oldu ve 1929’da patlak veren büyük dünya ekonomik krizinin ortasında, kapitalizm kendisini zor ve karmaşık bir toplumsal durumla yüzleşmek zorunda buldu. De Rivera tipi devlet artık uygun değildir çünkü durum, güçlü kitle hareketleri kaçınılmaz olduğundan, işçi çatışmalarının tahkim edilmesine izin vermemektedir. O dönemde meydana gelen ve kapitalist egemenliğin çıkarlarına yanıt veren dönüşüm, bizimki hariç tüm siyasi oluşumlar tarafından, kitlelerin devrimci olgunlaşmasının dayattığı yeni bir rejimin gelişi olarak değerlendirildi.
Ocak 1930’da De Rivera tasfiye edildi. Yeni hükümete geçişi sağlamak üzere bir başka general, Bérenguer onun yerini aldı. Ağustos 1930’da San Sebastian’da halefler arasındaki anlaşma imzalanır ve 50 başkentten 46’sında Cumhuriyetçilere çoğunluk sağlayan belediye seçimlerinden sonra, ilk işçi hareketi tehdidi (demiryolcuların grevi) ortaya çıktığında, Şubat 1931’de monarşist Guerra, Kral Alfonso XII’nin ayrılışını organize etmek için inisiyatif alır.
Söylediğimiz gibi, yoğun toplumsal çatışmaların yaşandığı bir dönem başladı. Bu çatışmalar, dünya ekonomik krizinin patlak verdiği dönemde İspanyol burjuvazisinin aşırı zayıflığı nedeniyle kaçınılmazdır. Ancak bu çatışmalardan kaçınamayan burjuvazi, bunların devrimci gelişmelerini engellemekte büyük bir basiret gösterir. Cumhuriyetin ilanı, Endülüs, Barselona ve Valensiya’da telefon grevinin derhal patlak vermesini önlemek için yeterli değildir. Sevilla köylülerinin hareketi şiddet içeren biçimler alır: solcu hükümet otuz köylüyü katleder ve İçişleri Bakanı gerici Maura, düzeni ve cumhuriyeti savunan tutumlarından dolayı sosyalistleri kutlar. UGT’nin (sosyalistlerin kontrolündeki sendika örgütü) yanı sıra, CNT (anarşistlerin tekelci bir biçimde kontrol ettiği Ulusal İşçi Konfederasyonu) de ücret taleplerinin sınırları içinde kalır ve bir çıkış noktası bulamayan bu hareketlerin cumhuriyetçi devlete karşı mücadeleyi yönlendirmenin bir yolunu bulamadığını belirtir.
Haziran 1931’de yapılan seçimlerde sol partiler ezici bir çoğunluk elde eder ve Zamora yerini, sağı hükümetten dışlayan Azaña’ya bırakır. Toplumsal gerilimin artmasına paralel olarak, bir yandan hükümet giderek daha fazla sola kayarken, diğer yandan da hareketlere yönelik baskılar yoğunlaşır. 20 Ekim 1931’de Azaña-Caballero Bakanlığı genç cumhuriyetin tehlikede olduğunu ilan eder ve zorunlu tahkimle ilgili bölümünde grev çağrısı yapmadan önce iki gün önceden haber vermeyen sendikaları yasadışı ilan eden Savunma Yasasını çıkarır. Hükümetteki UGT “cumhuriyet karşıtı” grevlere karşı açık bir tavır alırken, CNT solcu hükümetin şiddet ve terör eylemleri karşısında tarafsızlığını korur ve yasada belirtilen iki gün sendika liderleri için isyanların patlak vermesini önlemek için yeterli değildir. Ancak CNT tüm grevleri kontrol altında tutmayı başarmış ve cumhuriyetçi yasallık çerçevesi dışında kalan grevlerin yönetimini üstlenmemekle yetinmiştir.
1932’nin başında, sosyalist katılımlı hükümet grevlerle mücadele yöntemi için Cortes’in oy birliğiyle onayını aldıktan sonra, Ağustos 1932’de sağcı güçler yeniden örgütlenmeye başladı. Ancak bunun için henüz doğru zaman değildi, atmosfer hala sosyal açıdan çok patlayıcıydı ve Sanjurjo’nun iktidarı ele geçirme darbesi başarısız oldu.
Eylül 1932’de tarım reformu nihayet oylandı. “Sahip” haline gelen köylülere verilen tavizler, satın alma yasasında yer alan taahhütlerden kurtulmadan önce 17 yüzyıl beklemek zorunda kalacakları şekildedir. Ocak 1933’te hükümetin baskıcı eylemleri zirveye ulaşır: Malaga, Bilbao ve Zaragoza’da grevci işçiler katledilir. Bu maceralardan sonra ve kitleler arasında belirli bir yorgunluk ortaya çıktığında, yeni bir hükümet personeli değişikliği için koşullar ortaya çıktı: 8 Eylül 1933’te Azaña istifa etti, 19 Kasım 1933’teki yeni seçimler sağ partilere çoğunluk verdi ve toprak sahiplerinin etkisi altında Lerroux-Gil Roblès hükümeti kuruldu. Ekim 1934’te Asturya ayaklanması patlak verdiğinde, sağcı hükümet solcu seleflerinin izinden gitmekten başka bir şey yapmadı ve hareket kanlı bir şekilde bastırıldı. Sosyalistler bu “vahşi” mücadele biçimiyle ilgili her türlü sorumluluğu reddetmiş ve anarşistlerin kendileri işin yeniden başlatılmasını emretmişti.
Eylül 1934’ten Şubat 1936’ya kadar süren (Asturias ayaklanmasıyla trajik bir şekilde kesintiye uğrayan) toplumsal gerilim duraklaması sırasında burjuva devletinin başında sağcı hükümetler vardır ve baskı esas olarak yasal düzeyde uygulanır: 16 Şubat 1936 seçimleri sırasında 30.000 siyasi tutuklu vardır.
Yakında Fransa ve Belçika’daki büyük hareketleri göreceğimiz uluslararası atmosferle bağlantılı olarak, İspanya’da 1931-33’tekinden daha büyük bir toplumsal gerilim dönemi açılıyor ve sonuç olarak İspanyol burjuvazisi solcu hizmetkarlarını iktidara çağırıyor. Bu daha hararetli toplumsal iklimde, anarşistlerin kendileri de yeni durumun ihtiyaçlarına göre hizalanırlar: dünün şiddetli çekimserleri, Zaragoza’daki bir mitingde, CNT’nin apolitik doğasını ciddiyetle yeniden teyit ettikten sonra, üyelerini kime oy verirlerse versinler serbest bırakırken, Barselona Bölge Komitesi, seçimlerden iki gün önce, affı savunduğu bahanesiyle Halk Cephesi lehine açık propaganda yapar.
Cortes’te mutlak çoğunluğu elde eden Halk Cephesi için 16 Şubat 1936 seçimleri ezici bir başarıya işaret eder. Azaña’nın cumhuriyetçi solu, Martinez Barrios’un muhalif radikalleri, Sosyalist Parti, Komünist Parti, Pestaña’nın Sendikalist Partisi ve Marksist Birleşme İşçi Partisi’nden (POUM, Maurin tarafından yönetilen Barselona Sağ Muhalif İşçi ve Köylü Bloğu ile o dönemde Andrea Nin tarafından yönetilen Troçkist eğilimin birleşmesinin bir sonucudur) oluşur. Seçim programı şunları içermektedir: genel af, gerici yasaların yürürlükten kaldırılması, vergilerin azaltılması, tarımsal kredi politikası.
Seçimlerden sonra Azaña hükümeti sadece sol temsilcilerle kurulur. Ancak toplumsal gerilimin tırmandığı belirtilen durumda, burjuvazi kendisini tek bir hükümette yoğunlaşmakla sınırlayamazdı; diğer güçleri beklemede kaldı ve daha Nisan 1936’da, Cumhuriyetin kuruluşunun anılması vesilesiyle, sağcı partiler “isyan” olarak nitelendirilen bir karşı gösteri düzenlediler. Cortes oturumunda Azaña şöyle der:
«Hükümet bir dizi önlem aldı ve yönetimde bulunan faşistleri görevden aldı ya da transfer etti. Sağcılar panikliyor ama bir daha başlarını kaldırmaya cesaret edemeyecekler».
”Mezhepçi Franco’nun ayaklanmasına” üç aydan daha az bir süre kaldı: Azaña’nın açıklamalarından heyecan duyan Komünist Parti, hükümete güvenoyu verdi.
Temmuz 1936’nın ilk günlerinde Halk Cephesi üyesi Teğmen Castillo bir suikasta kurban gider ve misilleme olarak monarşist lider Sotelo da öldürülür. Halk Cephesi ve onu oluşturan tüm partiler, sağ kanadın suikasttan sorumlu olduğu suçlamasına karşı kutsal bir öfke duyduklarını ifade eder ve Konsey Başkanı Quiroga, konuşmasındaki bir cümlenin suikastı gerçekleştirenleri cesaretlendirdiği şeklinde yorumlanabileceği gerekçesiyle istifa etmek zorunda kalır.
Franco, ilk hedefleri Sevilla ve Burgos olan saldırısını Fas’tan başlattı: en şiddetli ama sonuçsuz köylü ayaklanmalarına sahne olan iki tarım merkezi, darbenin başarısı için en iyi koşulları sunuyordu.
Böylece, Halk Cephesi’nin tam kontrolü altındaki devlet aygıtının bağrında Franco’nun girişimi titizlikle organize edilebildi ve hazırlıkları solcu ve aşırı solcu bakanların dikkatinden kaçamadı. Dahası, bu partilerin ilk tepkisi açıkça uzlaşmacıdır. Daha 1933’te hükümetin soldan sağa dönüşümüne başkanlık etmiş olan radikal Barrios, operasyonu ters yönde tekrarlamaya çalıştı ve başarılı olamadıysa bunun nedeni uzlaşmanın ilke olarak dışlanması değil, toplumsal atmosferin buna izin vermemesiydi.
Franco’nun saldırısına yanıt olarak 16 Temmuz’da, özellikle Barselona, Madrid, Valencia ve Asturias’ta tamamen başarılı olan bir genel grev başlatılırken, Franco’nun iki destek noktası olan Sevilla ve Burgos darbeciler tarafından sıkı bir şekilde tutuldu.
Eleştirmenlerimizden biri bize şu soruyu sormakta haksız değildi: ama son olarak, sizin için genel grevden önceki ve sonraki tüm olayların hiçbir önemi yok mu, genel grevin kendisi geçici bir kızamık salgınından başka bir şey değil mi? Aslında, proleter hareket söz konusu olduğunda, genel grev İspanyol proletaryasının sınıf bilincinin yıldırım gibi patlamasından başka bir şey değildi: sadece o birkaç gün içinde iki burjuva ordusu arasında silahlı bir mücadeleye değil, grevcilerin orduya sürülen proleterlerle kardeşleşmesine tanık olduk, onlar da ayaklanmacı proleterlerle ortak bir neden oluşturarak ordunun yönetici organını silahsızlandırdılar, hareketsiz hale getirdiler ya da ortadan kaldırdılar...
Demokratik ve anti-faşist devlet derhal durumu kontrol altında tutmaya çalışır: Madrid’de hiyerarşi devlet tarafından kontrol edilen “Askere Alma Ofisleri” aracılığıyla, Barselona’da ise daha dolaysız bir şekilde kurulur: Companys (Katalan solunun lideri) CNT liderleriyle mutabık kalarak «Devlet makinesine dokunulmaması gerektiğini çünkü işçi sınıfının işine yarayabileceğini» ilan eder ve ilk devlet kontrolünü sağlayacak iki organ derhal oluşturulur; askeri alanda “Milisler Merkez Komitesi”, ekonomik alanda ise “Ekonomi Merkez Konseyi”. Milislerin Merkez Komitesi CNT’den 3 delege, FAI’den (İberya Anarşist Federasyonu) 2 delege, Cumhuriyetçi Sol’dan 1 delege, 2 Sosyalist, “Rabasseres” Birliğinden (Katalan Solu’nun kontrolü altındaki küçük kiracılar) 1 delegeden oluşuyordu, Cumhuriyetçi Partiler Koalisyonu’ndan 1 delege, POUM’dan 1 delege ve Barselona Generalitat’ından 4 temsilci (savunma danışmanı, kamu düzeni genel komiseri ve sabit bir devlet görevi olmayan Generalitat’tan iki delege). Yukarıda bahsedilen tüm siyasi oluşumlar, Temmuz 1936’dan Mayıs 1937’ye kadar Katalonya’da kapitalist devletin devamlılığını sağladı ve işçi örgütlerinin sahip olduğu ezici çoğunluğun, burjuva sınıfının proleter hareketin taleplerine boyun eğmesinin bir garantisi olarak sunulduğunu eklemek gereksizdir.
Bu arada, olayların başlangıcından itibaren Zaragoza Franco’nun eline geçer ve bu askeri merkezin yakınlığı Barselona’nın “faşizme” karşı askeri zaferin gerekliliğini, bu nedenle her şeyin tabi kılınması gereken en yüce “anın gerekliliği” olarak sunmasına olanak tanır.
Anti-faşist savaşta ön saflarda yer alan İspanyol Komünist Partisi yanlış anlamalara tahammül edemez ve karşı-devrimci bir mızrak ucu olarak işlevi Moskova’da acımasızca ortaya çıkar. İşte şu rezil bildiri: «Sovyetler Birliği Merkez Yürütme Komitesi, birleşik Trockist-Zinovyevist merkezin davasında SSCB Askeri Koleji tarafından 24 Ağustos’ta idam cezasına çarptırılanların affedilmesi talebini reddetti. Karar yerine getirilmiştir». L’Humanité, 28-8-36 tarihli sayısında şu yorumu yapar: «Sanıklar Vyshinsky’nin iddianamesini onayladıklarında ve kurşuna dizilmeyi istediklerinde, sadece artık herhangi bir merhamet bekleyemeyeceklerine olan inançlarını ifade ettiler. Soğukkanlılıkla şöyle düşündüler: Biz sizi öldürmek istedik, siz de bizi öldürüyorsunuz: bu doğru. Bu on altı katil sonuna kadar Komünist Parti’nin, Devletin ve Sovyet halkının azılı düşmanları olarak kaldılar ve ölümleri, varlıklarıyla rahatsız ettikleri sosyalist ülkenin atmosferini temizledi». Savcı Vyshinsky ise iddianamesini şu şekilde tamamladı: «Bu kuduz köpeklerin her birinin vurulmasını talep ediyorum».
Kendilerini anti-faşist savaşın öncüsü haline getiren ve Hitler ile Mussolini’nin Franco lehine müdahalesine, diğer ülkelerin de “meşru cumhuriyetçi” hükümet lehine benzer bir müdahaleyle karşılık vermek için saldırıya geçenler, Rus proletaryasının bu aynı katilleridir.
İspanya’daki olayların ortasında, genel grev henüz sona ermemişken ve diğer yandan Fransa’daki grev gelişirken, Fransız Halk Cephesi hükümetinin başkanı Leon Blum, Pirene sınırının açılmasının iki ülkenin grevcileri arasında tehlikeli bir temas kurabileceğini düşünerek sınırı kapatmaya karar verdi. Ağustos 1936’da, merkezi Londra’da bulunan ve Rusya da dahil olmak üzere faşist ve demokratik tüm ülkelerin hükümetlerinin temsilcilerinin yer aldığı “İspanya’ya Müdahale Etmeme Komitesi” nin kurulmasına önayak olan Blum’un kendisidir.
Bu “Müdahale Etmeme Komitesi” nin rolü, her bir “Yüksek Sözleşmeci Parti” İspanya’da ölen proleterlerin cesetlerini sanayileştirerek dünya karşı devriminin başarısına hizmet etmelerini sağlarken, uluslararası karışıklıklardan kaçınmaktı: Rusya’da Ekim Devrimi’nin gerçek liderlerini katletmek, faşist ülkelerde dünya savaşı için ortamı hazırlamak, Fransa’da işçi hareketini sınıf hedeflerinden uzaklaştırmak. Aslında, Komünist Partiler ve Sosyalist Sol tarafından başlatılan ana sloganın şu olduğu iyi bilinmektedir: “İspanya için uçaklar!”.
İspanya’daki askeri olaylar inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Anti-faşist savaştaki hem yenilgiler hem de askeri zaferler, tüm hukuk dışı girişimlerin aşamalı olarak ortadan kaldırılmasında ve anti-faşist devletin klasik hiyerarşisinin yeniden inşasında kullanıldı. Yenilgiler, yönetim merkezi etrafında sıkı bir askeri disiplinin olmamasından kaynaklandığı için, zaferler ise askeri personel etrafında sıkı bir merkezileşmenin yararlılığının teyidi olarak sunulduğu için.
Anarşistlere gelince, onlar da programlarını parça parça terk ettiler. İlk başta, Temmuz 1936 genel grevinin sonuçlanmasından hemen sonra, işçileri Generalidad tarafından kontrol edilen Milislere organik bir biçimde dahil etme girişimlerine “milisler evet, askerler hayır” sözleriyle karşılık verdiler, ancak kısa süre sonra faşistleri Zaragoza’dan çıkarmak için askeri mücadelenin gereklilikleri karşısında bu pozisyondan vazgeçtiler. Daha sonra Caballero başkanlığındaki aşırı sol hükümetin temel programına muhalefet etmekten vazgeçtiler: Madrid, Valensiya ve Barselona başkentleri ile anti-faşist sektörün tüm topraklarını kapsayan Tek Komutanlığın kurulması. Askeri mücadelenin ihtiyaçları, stratejik düzeyde tek bir komutanlıkta merkezileşme ihtiyacını tamamen haklı çıkardı ve anarşistler, bakan olan temsilcileri aracılığıyla, İspanyol Lenin’i olarak sunulan Caballero hükümetine katıldılar (tarihsel olarak bu tür her hakareti hoş gören bir ifade): aynı Caballero, 1936-37’de, De Rivera rejimi altında Devlet Konseyi olarak atanmasını sağlayan pozisyonuyla tamamen tutarlı kaldı!
Söylediğimiz gibi, Temmuz 1936 genel grevinin tasfiyesinden Mayıs 1937’ye kadar olan dönemde, Madrid Devleti “Sivil Muhafızlar” ın önceki polis aygıtını bile muhafaza etmeyi göze alabilirken, Katalonya’da burjuvazinin klasik Devlet aygıtı, kitleler üzerindeki kontrolün “Milisler Merkez Komitesi” ve “Ekonomi Konseyi” aracılığıyla dolaylı olarak tesis edildiği bir “tatil” geçirdi. Bu geçiş aşamasını, anti-faşist kapitalist Devletin düzgün işleyişini bozan çevresel bile olsa her türlü unsurun ortadan kaldırılması izler. Ekim 1936’da Caballero milislerin askerileştirilmesi için bir kararname yayınladı ve CNT, 14 Ekim tarihli kararında, anti-faşist savaşla doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantılı olan tüm sanayilerde, yani pratikte tüm sanayi işletmelerinde, çalışma koşullarına, çalışma saatlerine, ücretlere ya da fazla mesaiye saygı gösterilmesini talep etmenin mümkün olmayacağına karar verdi.
Böylece 1937 Mayıs’ına doğru yol alıyoruz. Bu ayın 4’ünde, PSUC (Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi) başkanı Stalinist Comorera’nın baskısı altında, Barselona Generalitat’ı Telefon Şirketi’nin doğrudan kontrolünü geri almaya karar verdi: bu, antifaşist Devlet tarafından doğrudan çerçevelenmeyen tüm yönetimi ortadan kaldırmayı amaçlayan genel bir eylemin işaretiydi. Kendiliğinden bir genel grev patlak verdi: tüm siyasi oluşumlar bu “suçta” masum olduklarını ilan ettiler ve hareket kurşunlarla ve makineli tüfeklerle kanlı bir şekilde bastırıldı. Önemli proleter grupları cepheyi terk edip Barselona’ya inmiş olsa da Franco’nun bu fırsattan yararlanıp askeri bir saldırı başlatmaması düşündürücüdür: anti-faşist yoldaşlarını bu işle baş başa bırakır çünkü onların başarısı kendisininkine bağlıdır. Operasyon tam anlamıyla başarılı olur: Mayıs 1937’deki grev hareketinin şiddetle bastırılmasının ardından tüm periferik girişimler ortadan kaldırılır. Ardından, anti-faşist hareketin tüm kesimlerinin son umutlarının bağlandığı, “sonuna kadar” direnişin Negrin Hükümeti kurulur. Bu hükümet Madrid’i terk ettikten ve Valencia’daki ara adımdan sonra, önce Barselona’ya sonra da Paris’e taşındı ve 1939 baharında savaşın sona erdirilmesi için Franco ile müzakere etme görevini sosyalist Besteiro’ya bıraktı.
İspanyol burjuvazisinin, her zamanki becerisi ve alaycılığıyla, Mayıs 1937 grevinden sonra, Temmuz 1936’daki kritik anda kendisine hizmet etmiş olan bazı unsurları tasfiye etmeye başladığını belirtmek gerekir. Barselona’daki ilk anti-faşist hükümette Adalet Bakanı olan Andrea Nin’in durumu böyleydi. Kendisi Madrid’e nakledilmiş ve daha sonra “düzensiz” unsurlar (Stalinist Uluslararası Tugaylar) tarafından götürülerek hiçbir zaman açıklığa kavuşturulamayan koşullar altında suikasta kurban gitmiştir. Faşist cezalandırma seferleri tekniğini izleyerek, kurbanın silahsız olduğundan emin olmak için daha önce bir ev ziyareti yapmış olan Barselona polisi tarafından tutuklanan anarşist Berneri’nin durumu da böyledir. Berneri hapse atılmak yerine öldürülür; anarşistler bunu protesto eder ama kendilerini antifaşist hükümete bağlayan dayanışmayı bozmayı akıllarından bile geçirmezler.
Uluslararası Müdahale Etmeme Komitesi’nden bahsetmiştik. Bu komite hem İspanya savaşından kaynaklanabilecek olası uluslararası komplikasyonlardan hem de uluslararası ve İspanyol proletaryasının bu olaylar sırasında özerk bir müdahalede bulunma olasılığından kaçınmayı tamamen başarmıştı. Katıldığı komitenin politikasını protesto etme görevini komünist partilere bırakan Rusya’nın, 1 Eylül 1936’da Irún’un düşmesinden ve bunun sonuçlarının (”uğursuz” Caballero başkanlığında merkezi hükümetin kurulması) kendisine gerekli garantileri vermesinden sonrasına kadar İspanya’ya açık bir silahlı müdahale girişiminde bulunmadığını belirtmek isteriz. Milislerin askerileştirilmesi ve CNT’nin anti-faşist savaşın totaliter disiplini altında “birliklere devredilmesine” ilişkin kararname 14 Ekim 1936’da yayınlandı ve aynı tarihte Sovyet gemisi “Zanianine” Barselona’ya indi. Söylemeye gerek yok ki, bir yandan Mayıs 1937’deki grevin ezilmesini sağlayacak tüm önlemler çoktan alınmıştı, diğer yandan Rusya’nın İspanya savaşına açık müdahalesi Hitler ve Mussolini’ninkinden bile daha çıkarcıydı, çünkü tüm silahlar önce Caballero’nun, ardından Negrin’in anti-faşist hükümeti tarafından altınla satın alınıyordu.
İspanya trajedisi 1939 baharında Franco’nun tam zaferiyle sona erdi. Birkaç ay sonra, 3 Eylül’de ikinci dünya emperyalist savaşı patlak verdi. Bunu önceleyen olaylar şunlardı: Eylül 1938 Münih Uzlaşması; Ağustos 1939 Rus-Alman Paktı.
Bölüm 5’te ele aldığımız Ren’in batı yakasının yeniden askerileştirilmesi ve 1938 kışında Avusturya’nın yutulmasından sonra sıra Çekoslovakya’nın parçalanmasına gelmiştir. Hitler, Çekoslovakya’nın Almanca konuşulan bölümünü işgal eden Sudetenland’daki irredantist hareketi savunur ve yönetimi ele alır. İngiltere, sorunun incelenmesi için delegelerinden biri olan Runciman’ı gönderir ve bu delegenin hazırladığı rapor Sudetenland’ın talepleri lehinedir. Çekoslovakya ile karşılıklı yardımlaşma anlaşmasına bağlı olan Fransa, önce Sudeten hareketine karşı düşmanca bir tutum takınır, ancak daha sonra dönemin dört büyüğünün (Almanya, İtalya, Fransa, İngiltere) Hitler’i tatmin eden bir uzlaşmayı onayladığı Godesberg ve Monako Konferanslarına katılmaktan vazgeçer.
”Münih” etrafındaki tartışmalar henüz sona ermemiştir. Rusya ve onunla birlikte Komünist Partiler, Münih’in emperyalist devletlerin “sosyalizmin ülkesini” tecrit etme politikasının sonucunu temsil ettiğini iddia etmektedir. Münih Anlaşmasına katılan Fransız ve İngiliz siyasi şahsiyetler, Daladier ve Chamberlain, bunun yerine, bu uzlaşmanın kendilerine bir yıl kazandırdığını ve böylece Hitler’e karşı savaşa hazırlanmalarını sağladığını savundular. Hitler ise anlaşmanın, Versay Antlaşması’nda yer alan adaletsizliklerin “barışçıl” ve savaşsız bir şekilde telafi edilmesi politikasının bir parçası olduğunu ilan etti.
Gerçekte yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda, bir Fransız-İngiliz savaşının daha iyi hazırlanması için bir yılın kullanılması tezinin geçerli olmadığı tartışılmaz hale gelir, çünkü 1940 yılında, Polonya seferinden sonra Hitler Batı’ya karşı Blitzkrieg’i başlattığında, büyük zaferinin önünde hiçbir engel durmuyordu. Benzer şekilde, Rusya ve Komünist Partiler tezinin de yanlış olduğu doğrulanmaktadır, zira Münih Uzlaşması Rusya’nın izolasyonunu belirlememiştir. Rusya, Ağustos 1939’a kadar Fransa ve İngiltere ile askeri bir ittifak çerçevesinde diplomatik ilişkilerini sürdürdü; aynı Ağustos ayında bu görüşmeleri kendi inisiyatifiyle kesen ve müttefik delegeler hala Moskova’dayken Almanya ile ekonomik ve askeri anlaşmayı yapan Rusya oldu. Haziran 1941’de Fransa, İngiltere ve Amerika ile askeri ittifak kuruldu ve Temmuz 1945’te askeri operasyonların sona ermesine kadar yürürlükte kaldı.
Münih Uzlaşması, daha sonra savaşı başlatmak zorunda kalan emperyalistler tarafından desteklenenlerden farklı düşüncelerle açıklanmaktadır. Avrupa düzeyinde, iki büyük su yolu olan Ren ve Tuna’nın bağlantısına karşılık gelen iki sanayi ve tarım havzasının (Germen ve Balkan) kesişmesi çerçevesinde kaçınılmaz Alman üstünlüğünün ihtiyaçlarına yanıt verdiği kesindir. Avrupa ekonomisinin nihai inşası düzeyinde Münih uzlaşması, kapitalizmin bu kıtanın yapısının doğal ihtiyaçlarına verme eğiliminde olduğu rasyonel bir çözümü temsil etmektedir. Avrupa’nın burjuva devletlerinin antagonistik gelişimi ve bunun uluslararası sahnedeki yansımaları söz konusu olduğunda, uzlaşma aşılmaz engellerle karşılaşmak zorundaydı, çünkü ne Rusya Avrupa’dan kesin olarak tasfiye edilmeye uyum sağlayabilirdi ne de ABD, yalnızca Avrupa’da değil diğer kıtalardaki konumlarını da tehdit edebilecek bir Alman hegemonyasının kurulmasına tahammül edebilirdi.
Münih’te Tuna sorununu çözmeyi başaran Almanya, Polonya sorununda da benzer bir çözüme doğru ilerledi. Bu arada Fransa ve İngiltere, askeri bir ittifak kurmak amacıyla Rusya’ya askeri misyonlarını gönderdi. Söylediğimiz gibi, Rus-Alman anlaşmasının bombası düştüğünde bu misyonlar hala Moskova’dadır.
Bu ana kadar, 23 Ağustos 1939’da, Rusya diplomatik alanda “saldırgana” karşı cezalandırıcı önlemleri savunuyordu ve saldırganı, sözleşmedeki taahhütleri ihlal ederek başka bir ülkeyi işgal edenler olarak tanımlayan Litvinov’du. Litvinov’a göre saldırgan, Milletler Cemiyeti’nin otomatik ekonomik ve askeri desteğinden faydalanmalıdır. Polonya’ya saldıran Hitler’in, Sovyet diplomasisinin öngördüğü özel koşullara sahip olduğu açıktır.
Ancak aniden, saldırgana karşı olma doktrini tamamen terk edilir, Rusya birkaç gün sonra işgal edilecek olan Polonya’ya hiçbir destek vermeyeceğini taahhüt eder ve karşılığında sadece Eylül sonunda işgal etmek için acele edeceği Polonya’nın bir kısmını değil, aynı zamanda Baltık ülkelerini ve Besarabya’yı da alır.
Rus-Alman anlaşması Münih Uzlaşması ile aynı kaderi paylaşır. Yaklaşık iki yıl sonra, 21 Haziran 1941’de, başka olaylarla parçalanır: Hitler Rusya’yı işgal eder. Bir kez daha, bu olayı açıklamak için tarafların yorumları yeterli değildir. Ruslar bu sayede savaşa hazırlanmak için iki yıl kazandıklarını, çünkü Blitzkrieg’in Rusya’da da Mayıs-Haziran 1940’ta Batı’daki harekâtta olduğu kadar şiddetli ve hızlı olduğunu ve öte yandan Almanya ile 1939’da, Fransız-İngiliz tehdidi hala varken ve Polonya henüz ortadan kaldırılmamışken yüzleşmenin daha iyi olacağını söylemiyorlar. Alman argümanı da geçerli değildir, çünkü Alman gücünün Doğu’ya doğru taşmasını önlemek için Fransa ve İngiltere ile bir uzlaşma mümkün olsa bile, Doğu Avrupa’daki asırlık çıkarları nedeniyle Rusya ile bu uzlaşmanın kesinlikle imkansız olduğu açıktı – ve mevcut olaylar bunu doğrulamaktadır.
Başka bir açıdan bakıldığında, Rus-Alman anlaşması tüm etkilerini gösterdi: Mihver ülkelerinde, Almanya ve İtalya’da, uluslararası plütokrasiye karşı savaş için faşist aldatmacanın cephesini güçlendirdi; demokratik ülkelerde ve özellikle Fransa’da, önce Alman askeri zaferlerini ve ardından askeri işgal rejiminin kurulmasını kolaylaştıracak siyasi kırılmayı belirledi.
Eylül 1938’e kadar Hitlerizm ve Faşizme karşı mücadele adına ana vatanın savunulması için hükümetle blok halinde olan ve daha sonra “saldırgana ödül” olarak sunulan Münih Uzlaşmasına karşı şiddetli bir muhalefete geçen Fransız Komünist Partisi, tonunu radikal bir şekilde değiştirdi, Fransa ve İngiltere’nin emperyalist hedeflerini vurguladı, ancak ne Almanya ve İtalya’nın aynı derecede emperyalist hedeflerinden ne de bu arada gelişen savaşın emperyalist öneminden bahsetmedi.
Fransız Komünist Partisi lideri Maurice Thorez iltica etti ve geçişini kolaylaştıran Alman makamlarının desteği sayesinde Rusya’ya ulaşabildi ve Fransız ve Belçika Komünist Partileri Alman işgal makamlarından gazetelerini yayınlamak için izin istedi. Olaylar hızlandı, Hitler 21 Haziran 1941’de Rusya’yı işgal etti ve bunun sonucunda Komünist Partilerin politikasında yeni bir radikal değişiklik oldu. Artık Direniş ve partizan hareketlerinin örgütlenmesine geçilmiştir.
* * *
İtalyan burjuvazisi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devrimci mücadelesini sonuçlandıramadığı için proletaryaya Faşizmi verdi. Aynı burjuvazi, işçilerin ikinci emperyalist çatışmaya çılgınca katılımını telafi etmek için, İtalyan proletaryasına bizzat Faşizm tarafından dayatılan sömürü koşullarını ağırlaştıran bir rejim vermiştir.
Anti-faşist savaşa katılan komünist partilerin açık ihaneti, bugün proleter hareketin yeniden doğuşunu engellemek için dünyanın en güçlü emperyalist devletlerinden birinin desteğine güvenebilir, ancak bu ihanet kapitalist toplumun dayandığı antagonizmaları ortadan kaldıramaz. Bu karşıtlıklar sadece devam etmekle kalmayıp daha da kötüleşme eğilimindedir ve İtalyan Solu, kapitalizme ve oportünizme karşı geçmişte verdiği mücadeleye huzurla bakabilir: Enternasyonal’in sapmalarına karşı sesini ilk yükselten o olmuştur, olayların tüm fırtınasını hiç sapmadan takip etmiştir ve üstesinden gelinmesi gereken zorluklar ve nihai zafere ulaşmak için izlenmesi gereken yol ne olursa olsun mücadelesini sürdürmek için enternasyonalizm ve sınıf mücadelesi bayrağını eline almıştır.