|
||
Temellerin Belirlenmesi ("Tracciato di impostazione", Temmuz 1946’ da Prometeo dergimizin ilk baskısında giriş makalesi olarak yayınlandı) |
Bu yazı, açık nedenlerden ötürü, iddia ettiği şeyin kanıtını kendi içinde barındırmamaktadır. Kendisine, içinde yer aldığı yayının siyasi eğilimini olabildiğince açık bir şekilde ortaya koyma görevini yüklemiştir. Bu, ister istemeden ister kasıtlı olsun, karışıklık ve yanlış anlamaları önlemeyi amaçlayan temel ilkelerin bir deklarasyonudur.
Okuyucuyu ikna etmeden önce, temel pozisyonlarımızı anlamasını sağlamak önemlidir. İkna, propaganda ve tebliğ daha sonra gelir.
Burada izlediğimiz yönteme göre, fikirler, beyinleri yeni hakikatler doğuran ve onlara takipçi orduları kazandıran peygamberlerin, havarilerin ve düşünürlerin eylemlerinin bir sonucu olarak yerleşmez.
Süreç çok farklıdır. Bu, toplumsal öncülerin, bireyler olarak -bilinçlerine varmadan çok önce- içinde yaşadıkları gerçek ortak koşullar tarafından kendilerine doğru çekildikleri teorik pozisyonları açıklayan ve netleştiren kişisel olmayan bir çalışmadır. Dolayısıyla bu yöntem skolastik, kültürel ve aydınlanma karşıtıdır.
Teorik karmaşanın mevcut aşamasında - mevcut pratik dağınıklığın bir yansıması olarak - potansiyel taraftarların ayırt edici yaklaşımımızın sunumundan etkilenmek yerine yabancılaşması gerçekten şaşırtıcı değildir ve bundan şikayet etmemeliyiz.
Tüm siyasi hareketler programlarını sunarken, ister yakın ister uzak geçmişe sahip olsun, ister ulusal ister uluslararası olsun, tarihsel emsallere ve bir anlamda geleneklere başvururlar.
Bu derginin teorik organı olduğu hareket de açıkça tanımlanmış kökenlere sahip çıkmaktadır. Ancak, diğer hareketlerin aksine, insanüstü kaynaklara atfedilen vahyedilmiş bir sözden yola çıkmaz; değişmez metinlerin otoritesini tanımaz ve bir meseleyi anlamak için ahlaki, felsefi veya hukuki külliyatlara başvurulması gerektiğini kabul etmez, çünkü bunların bir şekilde doğuştan geldiği veya insanın düşünme ve hissetme biçimine içkin olduğu fikrini reddeder.
Bu yönelimi Marksizm, sosyalizm, komünizm veya işçi sınıfının siyasi hareketi terimleriyle adlandırmak kabul edilebilir; sorun bu terimlerin kötüye kullanılmasıdır. Lenin 1917’de partinin adını değiştirmenin, 1848 Manifestosu’ndaki ’Komünist’e geri dönmenin temel bir gereklilik olduğunu düşündü. Bugün, herhangi bir devrimci sınıf çizgisinden çok uzakta olan partiler tarafından ’Komünist’ kelimesinin muazzam bir şekilde kötüye kullanılması hala büyük bir kafa karışıklığı yaratmaktadır. Burjuva kurumlarının açık savunucusu olan hareketler kendilerine proleter partiler deme cüretini göstermekte ve ’Marksist’ terimi, İspanyol anti-Francoizminin bayrağı altında toplananlar gibi en saçma parti yığınlarını tanımlamak için kullanılmaktadır.
Burada atıfta bulunduğumuz tarihsel çizgi şudur: 1848 Komünist Manifestosu (herhangi bir ülke adı eklenmeden Komünist Parti Manifestosu olarak da adlandırılması daha doğrudur); Marx ve Engels’in temel eserleri; Rusya’da 1917 devrimci zaferine eşlik eden tüm oportünist revizyonizmlere karşı devrimci Marksizmin klasik restorasyonu ve Lenin’in temel eserleri; Birinci ve İkinci Kongrelerde yapılan Üçüncü Enternasyonal’in kuruluş bildirgeleri; 1922’den itibaren birbirini izleyen Kongrelerde Sol tarafından alınan tutumlar.
Bu tarihsel çizgi İtalya’da 1914-1918 savaşı sırasında Sosyalist Parti’deki sol akımla; Ocak 1921’de Leghorn’da (Livorno) İtalya Komünist Partisi’nin kuruluşuyla; 1922’deki Roma Kongresi’yle; 1926 Kongresi’ne kadar parti içinde baskın olan ve o tarihten itibaren Parti ve Komintern dışında örgütlenen sol kanadın faaliyetiyle bağlantılıdır.
Bu çizgi, Dördüncü Enternasyonal’in Troçkist hareketinin çizgisiyle örtüşmemektedir. Troçki ve daha da gecikmeli olarak Zinovyev, Kamenev, Buharin ve Bolşevik geleneğin diğer Rus grupları, 1924’e kadar destekledikleri yanlış taktiklere karşı çok gecikmeli olarak isyan ettiler; sapmanın hareketin temel siyasi ilkelerini yozlaştırma aşamasına geldiğini ancak çok gecikmeli olarak fark ettiler. Bugünün Troçkistleri bu ilkelerin yeniden tesis edilmesinden yanadırlar, ancak yanlış bir şekilde Bolşevik ve Leninist olarak tanımlanan yıkıcı "manevra" taktiğine tutunmaktadırlar.
Her türlü araştırma, bugüne kadarki tüm tarihsel sürecin değerlendirilmesine ve çağdaş toplumsal olguların nesnel bir incelemesine dayanmalıdır.
Bu, sık sık ifade edilmesine rağmen, uygulama sırasında sık sık yozlaştırılmış bir yöntemdir.
Araştırmanın temeli, insan gruplarının ihtiyaçlarını karşıladıkları maddi araçlar, dolaysıyla üretim teknikleri ve bu tekniklerin gelişimi sırasında ortaya çıkan ekonomik ilişkiler olmalıdır.
Bu faktörler, farklı tarihsel dönemlerin hukuki, siyasi ve askeri kurumlarının üst yapısını ve hakim ideolojilerin özelliklerini belirler.
Bu yöntem, tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizm, ekonomik determinizm, bilimsel sosyalizm ve eleştirel komünizm ifadeleriyle uygun bir şekilde tanımlanmaktadır.
Önemli olan her zaman gerçek, olgusal sonuçlara dayanmaktır: insan faaliyetlerini tasvir etmek ve açıklamak için mitlere ve ilahlara gerek olmadığı gibi, Adalet, Eşitlik, Kardeşlik ve benzeri boş soyutlamalar gibi "haklara" veya doğal "ahlaka" dayalı ilkelere de gerek yoktur. Egemen ideolojinin karşı konulmaz etkisi göz önünde bulundurulduğunda, özellikle de kararlı eylemin gerekli olduğu kritik anlarda, bu tür yanıltıcı önermelere istemeden ya da kabul etmeden teslim olmamak çok önemlidir.
Diyalektik yöntem, bir yandan titiz süreklilik ve teorik tutarlılık arasındaki mevcut çelişkinin üstesinden gelebilecek, diğer yandan da biçimsel olarak tesis edilmiş eski sonuçların herhangi birini eleştirel bir şekilde ele alabilecek tek yöntemdir.
Bunu kabul etmek, bir inancı benimsemek ya da bir okulun veya partinin fanatik bir taraftarı olmak gibi bir şey değildir.
Esas olarak üretime atanan insanlardan ve bunların bir araya getirilme biçiminden, ayrıca kullanabildikleri aletlerden ve mekanik araçlardan oluşan üretici güçler, üretim biçimleri çerçevesinde faaliyet gösterir.
Biçimler derken, içinde üretken ve toplumsal faaliyetin geliştiği düzenlemeleri, bağımlılık ilişkilerini kastediyoruz. Bu biçimler, yerleşik tüm hiyerarşileri (aile, askeri, teokratik, siyasi), Devleti ve tüm organizmalarını, hukuku ve hukuku uygulayan mahkemeleri ve herhangi bir ihlale karşı koymak için yürürlükte olan - ekonomik ve yasal nitelikteki - tüm kuralları ve tasarrufları içerir.
Belirli bir toplum tipi, üretici güçler kendilerini üretim biçimleri çerçevesinde korudukları sürece varlığını sürdürür. Tarihin belirli bir anında, bu denge bozulma eğilimindedir. Aralarında teknolojideki ilerlemeler, nüfus artışı ve iletişimin gelişmesinin de bulunduğu çeşitli nedenlerle üretici güçler genişler. Bu güçler geleneksel biçimlerle çatışmaya girer, engelleri yıkmaya çalışır ve başarılı olduğunda bir devrim olur: toplum kendini yeni ekonomik, sosyal ve yasal ilişkiler içinde örgütler. Yeni biçimler eskilerinin yerini alır.
Marksist diyalektik yöntem, bilimsel ve deneysel yöntemi (burjuva çağının düşünürlerinin, sınıflarının teokratik ve mutlakiyetçi rejimlere karşı devrimci toplumsal mücadelesinin bir yansıması olan, ancak toplumsal alana yaymaya cesaret edemedikleri ideolojik mücadele sırasında doğal dünyaya uyguladıkları yöntemin aynısı) kullanarak büyük ölçekli kolektif olgular düzeyinde kendi çözümlerini keşfeder, uygular ve bunların doğrulandığını görür. Bu kolektif düzlemde elde ettiği sonuçlardan bireysel davranış sorununa çözümler çıkarırken, tüm rakip dini, hukuki, felsefi ve ekonomik okullar bunun yerine tam tersi yönde ilerler: yani kolektif davranış standartlarını, ister bireysel ölümsüz bir ruh, ister hukukun üstünlüğüne tabi bir yurttaş olarak tasvir edilsin, ister ekonomik politikanın değişmez bir birimi olarak düşünülsün, bu birey mitinin tutarsız temeli üzerine inşa ederler. Bu arada bilim, bölünmez, maddi bireyler hakkındaki çeşitli hipotezlerinin ötesine geçmiştir: atomları bozulmaz, monad tipi birimler olarak tanımlamak yerine, onları zengin kompleksler, dış enerji alanından çıkan ışıma dinamiklerinin buluşma noktaları olarak tanımlamaktadırlar; dolaysıyla bugün şematik olarak kozmosun birimlerin işlevi değil, her birimin kozmosun işlevi olduğu söylenebilir.
Bireye inanan ve kişilikten, haysiyetten, özgürlükten, insan ve yurttaş olarak görevlerinden bahseden kişi Marksist düşünceyi kullanmıyor demektir. İnsanlar fikirler ya da inançlar tarafından harekete geçirilmez. İradelerine ya da eylemlerine ilham veren, düşünce denen şeyin harikulade bir niteliği değildir. Onları harekete geçiren şey, aynı maddi gereksinimler aynı anda tüm grupları etkilediğinde çıkar karakteri kazanan ihtiyaçlarıdır. Çevredeki toplumsal yapının bu ihtiyaçların karşılanmasına getirdiği sınırlamalarla çatışırlar. Bireysel ve toplu olarak, ortalama olarak, uyarıcıların ve tepkilerin oyunu beyinlerinde duyguların, düşüncelerin ve yargıların ortaya çıkmasına neden olmadan önce zorunlu olarak belirlenen bir şekilde tepki verirler.
Bu olgunun son derece karmaşık olduğu ve münferit durumlarda genel yasayla çelişebileceği açıktır, ancak yine de bu yasayı yerleşik olarak kabul etmekte haklılık payı vardır. Her ne olursa olsun, toplumsal ve tarihsel olayların temel nedeninin bireysel bilinç, ahlaki ilkeler ve bireyin ya da yurttaşın görüş ve kararları olduğunu savunan her kim olursa olsun, Marksist olarak adlandırılmaya hakkı yoktur.
Üretici güçler ve toplumsal biçimler arasındaki çelişki, karşıt ekonomik çıkarları savunan sınıflar arasındaki bir mücadele olarak kendini gösterir. Son aşamalarda bu mücadele, iktidarın fethi için silahlı mücadeleye dönüşür.
Sınıf, Marksizm tarafından soğuk, istatistiksel bir veri olarak değil, aktif organik bir güç olarak görülür ve ekonomik koşulların ve çıkarların sadece bir araya gelmesi bile eyleme ve ortak bir mücadeleye yol açtığında ortaya çıkar.
Bu durumlarda hareket, modern ve gelişmiş biçimi sınıfsal siyasi parti olan öncü grup ve örgütler tarafından yönlendirilir. Eylemi bir partinin eylemiyle sonuçlanan kolektivite, tarihte bireysel eylemin sınırlı ölçeğinde elde edilemeyecek bir verimlilik ve gerçek bir dinamikle çalışır.
Olayların gelişimine ilişkin teorik bir bilince ulaşan ve bunun sonucunda, üretici güçler ve bunlar arasındaki ilişkiler tarafından belirlenen bir şekilde, olayların nasıl sonuçlanacağı üzerinde bir etkiye sahip olan partidir.
Meselelerin büyük zorluğuna ve karmaşıklığına rağmen, ilke ve direktifler sadeleştirilmeden açıklığa kavuşturulamaz. Bunu akılda tutarak, hepsinin sınıflandırılabileceği üç tarihsel siyasi hareket türüne dikkat çekiyoruz.
Konformist: mevcut formları ve kurumları korumak için mücadele eden, her türlü değişimi yasaklayan ve değişmez ilkelere başvuran hareketler; bunlar ister dini, ister felsefi, isterse hukuki kisveler altında sunulsun.
Reformist: geleneksel kurumların keskin ve şiddetli bir şekilde yıkılması çağrısında bulunmamakla birlikte, bu hareketler üretici güçlerin güçlü bir baskı uyguladığının farkındadır. Bu nedenle mevcut düzende kademeli ve kısmi değişiklikler önerirler.
Devrimci: (burada geçici olarak Antiformist terimini benimsiyoruz); eski biçimlere saldırıyı ilan eden ve uygulamaya koyan ve yeni rejimin karakteri hakkında nasıl teori üretileceğini bilmeden önce bile eskiyi ezme eğiliminde olan ve yeni biçimlerin karşı konulmaz doğuşunu kışkırtan hareketler.
Konformizm - Reformizm - Antiformizm.
Her türlü şematizasyon hata riski içerir. Marksist diyalektiğin, tüm gelişmeleri devrimci başlayan, reformistleşen ve muhafazakarlaşan bir dizi sınıf egemenliğine indirgeyerek, yapay ve genelleştirilmiş bir tarihsel olaylar modelinin inşasına da yol açıp açmadığı sorulabilir. Bu olaylar dizisinin, proletaryanın devrimci zaferi ve sınıfsız toplumun ortaya çıkışıyla (Marx’ın "insanlık tarihi öncesinin sonu" olarak adlandırdığı) ulaştığı çağrışımsal sonuç, finalist bir kurgu gibi görünebilir ve bu nedenle geçmişin sahte felsefeleri gibi metafizikseldir. Hegel, Marx tarafından diyalektik sistemini mutlak bir yapıya indirgediği, eleştirisinin yıkıcı kısmında (burjuva devrimci mücadelesinin felsefi yansıması) üstesinden gelmeyi başardığı bir metafiziğe bilinçsizce düştüğü için kınanmıştır.
Alman idealizminin ve burjuva düşüncesinin klasik felsefesinin bir doruk noktası olarak Hegel, eylem ve düşünce tarihinin nihayetinde Mutlak’ın fethinde kendi mükemmel sisteminde kristalleşmesi gerektiği gibi saçma bir tez ortaya attı. Böylesi statik bir sonuç Marksist diyalektik tarafından dışlanmıştır.
Yine de Engels, bilimsel sosyalizmin klasik açıklamasında (toplumsal yenilenmenin sadece bir yazar ya da mezhep tarafından tasarlanan daha iyi bir toplumun benimsenmesi için kampanya yürütülerek başarılabileceğine inanan Ütopyacılığın aksine) "ileriye doğru bir ilerleme var", "dünya ilerliyor" gibi ifadeler kullandığında, tarihsel hareketin genel bir kuralı ya da yasası olduğuna izin veriyor gibi görünmektedir. Bununla birlikte, propaganda amacıyla bu tür güçlü sloganların kullanılması, insan toplumunun gelişebileceği tüm sonsuz olası yönleri kapsayan bir reçetenin keşfedildiğine, yani evrim, uygarlık, ilerleme ve benzerlerinin tanıdık burjuva soyutlamalarının yerini kolayca alabilecek bir reçetenin keşfedildiğine inanmaya yol açmamalıdır.
Diyalektik araştırma yönteminin olağanüstü avantajı, özünde devrimci olmasıdır: ayrıcalıklı sınıfların egemenliğini zaman zaman gizleyen sayısız teorik sistemin amansızca yok edilmesinde ifadesini bulur. Bu kırılmış putlar mezarlığı yerine yeni bir mit, yeni bir duygu ya da yeni bir amentü değil, sadece olgusal koşullar ile bunların en öngörülebilir gelişmeleri arasında var olan bir dizi ilişkinin gerçekçi ifadesini koymamız gerekir.
Örneğin, doğru Marksist formülasyon "bir gün proletarya siyasi iktidarı alacak, kapitalist sistemi yıkacak ve komünist ekonomiyi inşa edecektir" değildir; bunun yerine "proletarya ancak bir sınıf olarak ve dolayısıyla bir siyasi parti olarak örgütlenerek ve diktatörlüğünü silahlı olarak kurarak kapitalist ekonominin gücünü yok edebilecek ve kapitalist olmayan, ticari olmayan bir ekonomiyi mümkün kılabilecektir".
Bilimsel bakış açısından, kapitalizmin farklı bir şekilde sona ermesi, örneğin barbarlığa geri dönüş, insan ırkının patolojik dejenerasyonu karakterine sahip savaş silahları nedeniyle bir dünya felaketi (Hiroşima ve Nagazaki’de kör edilen ve radyo-aktif dokularının parçalanmasına mahkum edilenler bir uyarı görevi görür) veya şu anda öngörülemeyen diğer yıkım biçimleri hariç tutulamaz.
Bu sarsıcı dönemin devrimci komünist hareketi, yalnızca mevcut dünya ile her türlü konformizmi ve reformizmi teorik olarak yıkmasıyla değil, aynı zamanda pratik ve taktik konumuyla da karakterize edilmelidir. Bu, ister konformist ister reformist olsun, belirli sektörlerde sınırlı süreler için bile olsa, hiçbir hareketle ortak bir yola sahip olamayacağı gerçeğine işaret eder.
Her şeyden önce, kapitalizmin başlangıçtaki antiformizmini tükettiğine, yani artık kapitalizm öncesi biçimleri yok etmek ve olası restorasyon tehditlerine direnmek gibi tarihsel bir görevi olmadığına dair tarihsel olarak edinilmiş ve geri alınamaz bilgiye dayanmalıdır.
Bu, dünyanın dönüşümünü görülmemiş ölçüde hızlandıran kapitalist gelişmenin güçlü kuvvetleri bu tür üretim ilişkileri üzerinde etkili olduğu sürece, proleter sınıfın onu pratikte desteklerken doktriner bir bakış açısıyla diyalektik olarak mahkum edebileceğini ve etmesi gerektiğini inkar etmediğimiz anlamına gelir.
Tarihe uygulanmasında metafizik yöntem ile diyalektik yöntem arasındaki temel fark bu son noktada yatmaktadır.
Herhangi bir siyasi ve sosyal kurum ya da örgütlenme türü kendi içinde iyi ya da kötü değildir; bir dizi genel ilke ya da kurala göre özelliklerinin incelenmesi temelinde kabul ya da reddedilemez.
Tarihin diyalektik yorumuna göre her kurum, birbirini izleyen durumlarda, başlangıçta devrimci, sonra ilerici ve nihayet muhafazakar bir role ve etkiye sahip olmuştur.
Ortaya çıkan her sorun için, üretici güçleri ve toplumsal faktörleri doğru bağlamlarına oturtmak ve ifade ettikleri siyasi çatışmanın anlamını çıkarmak gerekir.
Kendini ilke olarak otoriter ya da özgürlükçü, kralcı ya da cumhuriyetçi, aristokrat ya da demokrat olarak ilan etmek ve tartışmalarda tarihsel bağlamlarının dışındaki kanonlara atıfta bulunmak metafizik olmaktır. Platon bile daha sonraki yaşamında, siyaset bilimine yönelik ilk sistematik girişiminde, ilkelerin mistik mutlakiyetçiliğinin ötesine geçmiş ve Aristoteles de onu takip ederek üç siyasi türü - tek kişinin, az kişinin ve çok kişinin iktidarı - iyi ve kötü biçimler olarak ayırmıştır: monarşi ve tiranlık - aristokrasi ve oligarşi - demokrasi ve demagoji.
Esas olarak Marx’tan gelen modern analiz çok daha ileri gitmektedir.
İçinde bulunduğumuz tarihsel evrede, neredeyse tüm siyasi söylemler ve propaganda ifadeleri, her türden dini, hukuki ve felsefi hurafelerden türetilen en kötü geleneksel motiflere dayanmaktadır.
Bu fikirler kaosuna -çürüyen bir toplumdaki çıkar ilişkileri kaosunun insanların zihinlerindeki yansıması- karşı konulması gereken şey, oyundaki gerçek güçlerin diyalektik analizidir.
Bu analizi ortaya koymak için, daha önceki tarihsel çağlarda var olan iyi bilinen ilişkilerin benzer bir değerlendirmesine geçmek gerekir.
Ekonomik biçimlerden başlayarak, komünist ya da özel, liberal ya da tekelci, bireysel ya da kolektif bir ekonomiye genel destek beyan etmenin ya da her bir sistemin erdemlerini genel refaha göre yargılamanın hiçbir anlamı yoktur: böyle yaparak kişi, Marksist diyalektiğin tam tersi olan Ütopyacılığa düşer.
Engels’in klasik komünizm tanımını "olumsuzlamanın olumsuzlanması" olarak biliyoruz. İnsan üretiminin ilk biçimleri komünistti, buradan çok daha karmaşık ve verimli bir sistem olan özel mülkiyet ortaya çıktı. Oradan da insan toplumu komünizme geri döner.
Eğer ilkel komünizmin yerini özel mülkiyet sistemi almasaydı, fethedilmeseydi ve yok edilmeseydi, bu modern komünizm gerçekleştirilemezdi. Marksist, bu ilk dönüşümü bir talihsizlik olarak değil, bir avantaj olarak görür. Komünizm için söylediklerimiz kölelik, serflik, imalat, sanayi ve tekelci kapitalizm gibi diğer tüm ekonomik biçimler için de geçerlidir.
Barbarlık döneminin sonunda, insan ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin işgalci güç ya da ilkel üretici tarafından doğrudan edinilip tüketilmesinin sona erdiği ve başlangıçta takas yoluyla, daha sonra da ortak bir parasal eşdeğer aracılığıyla değişim nesneleri haline geldiği ticari ekonomi, büyük bir toplumsal devrimi temsil ediyordu.
Farklı bireylerin farklı türde üretken işlerde görevlendirilmesini (iş bölümü) mümkün kılarak toplumsal yaşamın karakterini muazzam ölçüde genişletmiş ve farklılaştırmıştır. Aynı zamanda bir geçişin yaşandığını kabul edebilir ve ortak merkantilizm ilkesine dayanan bir dizi ekonomik örgütlenme türünün (kölelik, feodalizm, kapitalizm) ardından bugün eğilimin merkantil olmayan bir ekonomiye doğru olduğunu ileri sürebiliriz. Ayrıca, malların parasal mübadele mekanizması dışında üretimin imkansız olduğunu savunan tezin günümüzde konformist ve gerici bir ilke olduğu söylenebilir.
Merkantilizmin ortadan kaldırılması bugün ve sadece bugün geçerli bir argümandır, çünkü merkantil ekonomilerin sonuncusu olan kapitalizmin ulaştığı ortak emeğin gelişimi ve üretici güçlerin yoğunlaşması, tüm kullanım değerlerinin meta olarak dolaştığı ve insan emeğinin kendisinin de bu şekilde muamele gördüğü sınırları yıkmayı mümkün kılmaktadır.
Bu aşamadan bir yüzyıl önce, ticari sistemi felsefi, hukuki ya da ahlaki nitelikteki genel argümanlara dayanarak eleştirmek tam bir ahmaklık olurdu.
Birbirini izleyen çeşitli toplumsal kümelenme türleri, kolektif yaşamın kendisini ilkel, hayvani bireycilikten farklılaştırmasının araçları olmuştur: bireyin içinde yaşadığı ve hareket ettiği ilişkileri giderek daha karmaşık hale getiren muazzam bir döngüden geçen bu toplum biçimleri, tek tek ele alındıklarında olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilemezler; onlara bir dizi dönüşüm ve devrim içinde değişen bir rol veren tarihsel gelişimle ilişkili olarak düşünülmelidirler.
Bu kurumların her biri devrimci bir fetih olarak ortaya çıkar, uzun tarihsel döngüler içinde gelişir ve reforme olur, ta ki sonunda gerici ve konformist bir engel haline gelene kadar.
Aile kurumu, insan türünde ebeveynler ve yavrular arasındaki bağın fizyolojik olarak gerekli olan sürenin çok ötesine uzamasıyla ilkel bir toplumsal form olarak ortaya çıkar. Otoritenin ilk biçimi doğar; önce anne, sonra baba, çocukları güçlü ve fiziksel olarak olgun bireyler olduklarında bile onların üzerinde otorite kurar. Bu aşamada da bir devrime tanık oluyoruz, çünkü kolektif olarak örgütlenmiş bir yaşamın ilk olasılığı ortaya çıkıyor ve nihayetinde örgütlü toplumun ve Devletin ilk biçimlerine yol açan daha sonraki gelişmelerin temelini oluşturuyor.
Geniş zaman dilimleri boyunca toplumsal yaşam giderek daha karmaşık hale gelir ve insanların karşılıklı katılımı ve birinin diğeri üzerindeki otoritesi giderek akrabalık ve kan bağının sınırlarının ötesine uzanır. Yeni, daha geniş toplumsal kümelenme aile kurumunu içerir ve disipline eder. Bu durum ilk şehirlerde, devletlerde, aristokratik rejimlerde ve daha sonra burjuva rejimi altında ortaya çıkar. Hepsi de miras fetişine/kurumuna dayanır.
O zaman bireysel çıkarların yerine geçen bir ekonominin gerekliliği ortaya çıkar. Çok kısıtlı olan aile kurumu, toplumda bir engel ve gerici bir unsur haline gelir.
Modern komünist, tarihsel rolünü inkar etmeksizin, kapitalist sistemin aile kurumunun sözde "kutsallığını" çoktan deforme ettiğini ve çözdüğünü gözlemledikten sonra, onunla açıkça mücadele eder ve onun yerini almak için harekete geçer.
Monarşi ve cumhuriyet gibi farklı devlet biçimleri tarih boyunca karmaşık bir şekilde değişir ve tarihsel duruma bağlı olarak devrimci, ilerici ya da muhafazakar bir gücü temsil edebilir. Genel anlamda kapitalist rejimin, çöküşünden önce muhtemelen geriye kalan hanedan rejimlerini tasfiye etmeyi başaracağını kabul etsek de, bu konuda bile zaman ve mekanın dışında yer alan mutlak kriterlere göre hareket etmemek gerekir.
İlk monarşiler, maddi görevlerin bölünmesinin siyasi ifadesi olarak ortaya çıktı: aile birimi ya da ilkel kabile içindeki bazı unsurlar avcılık, balıkçılık, tarım ya da ilk el sanatlarıyla uğraşırken, diğerleri silahlı savunmaya, hatta diğer grupların ve halkların silahlı yağmasına atandı; ve böylece ilk savaşçılar ve krallar iktidar ayrıcalığını kendileri için büyük bir risk alarak elde ettiler. Yine de, daha önce mümkün olmayan ve bu nedenle toplumsal ilişkilerde bir devrime giden yolu temsil eden çok gelişmiş ve karmaşık nitelikte toplumsal biçimler ortaya çıktı.
Monarşi kurumu, daha sonraki aşamalarda, prensliklerin ve küçük soyluların federasyonlarına karşı yönlendirilebilecek geniş ulusal Devlet örgütlerinin kurulmasını ve geliştirilmesini mümkün kılacaktı. Yenilikçi ve reformist bir işlevi vardı. Dante, erken modern zamanların en büyük monarşik reformistidir.
Daha yakın zamanlarda, monarşi (ve aslında cumhuriyet) birçok ülkede burjuvazinin sınıf iktidarının daha katı biçimlerini gizlemeye hizmet etmiştir.
Geçmişte Cumhuriyetçi hareketlerin ya da partilerin devrimci, reformist ve hatta belirgin bir şekilde muhafazakar olması mümkün olmuştur.
Sadece birkaç erişilebilir ve basitleştirilmiş örneğe değinecek olursak: "Tarquin’i kovan" Brutus devrimciydi; aristokratik cumhuriyete pleblerin çıkarlarına uygun bir içerik kazandırmaya çalışan Gracchi’ler reformistti; Roma İmparatorluğu’nun hukuki ve toplumsal biçimleriyle birlikte antik dünyaya yayılmasının temsil ettiği görkemli tarihsel evrime karşı mücadele eden Cato ve Cicero gibi geleneksel cumhuriyetçiler gerici ve konformistti. Ancak Sezarizm, tiranlık ya da diğer uçta cumhuriyetçi özgürlüğün kutsal ilkeleri ve benzeri retorik-edebi motifler hakkında basmakalıp sözlere başvurulduğunda soru tamamen yanlışlaşmaktadır.
Modern örnekler arasında, sırasıyla antiformist, reformist ve konformist olarak 1793, 1848 ve 1871’deki üç Fransız cumhuriyetine işaret etmek yeterlidir.
Ekonomik biçimlerdeki krizler sadece siyasi ve sosyal kurumlara değil, aynı zamanda dini inançlara ve felsefi görüşlere de yansır.
Her yasal, dini ve felsefi duruş, tarihsel durumlar ve sosyal krizlerle ilişkili olarak düşünülmelidir, çünkü her biri sırayla devrimci, reformist ve konformist bayraklar altında görünür.
İsa’nın adını taşıyan hareket bir zamanlar en mükemmel antiformist ve devrimci hareketti.
Toplumsal konumu ya da kastı ne olursa olsun, tüm insanlarda ölümsüzlüğe yazgılı ilahi kökenli bir ruhun var olduğunu ilan etmek, eski Doğu’nun baskı ve köleliğine karşı devrimci bir isyanla eşdeğerdi. Hukuk, insanın bir meta olarak görülmesine, bir hayvan gibi alınıp satılmasına, özgür insanların ve yurttaşların tüm yasal ayrıcalıklarının tek bir sınıfın tekeline geçmesine izin verdiği sürece, tüm inananların eşit olduğunun onaylanması, Yahudilerin teokratik örgütlenmesinin ve antik dünyada var olan aristokratik ve askeri hiyerarşilerin amansız direnişine karşı bir savaş çağrısıydı.
Bunu uzun tarihsel aşamalar izler ve köleliğin kaldırılmasından sonra Hıristiyanlık resmi din ve devletin temel direği haline gelir.
Modern Avrupa’da reformist dönemini yaşar ve Kilise’nin toplumun en ayrıcalıklı ve baskıcı katmanlarına olan aşırı bağlılığına karşı bir mücadeleyi ifade eder.
Bugün Hıristiyanlıktan daha konformist bir ideoloji yoktur ve burjuva devrimi sırasında bile eski rejimler tarafından kullanılan en güçlü doktrinsel ve örgütsel direniş koluydu.
Bugün, Kilise’nin güçlü ağı ve Kapitalist Rejimle tamamen uzlaştırılmış ve uyumlu hale getirilmiş dini etkisi, proleter devrim tehlikesine karşı temel bir siper olarak kullanılmaktadır.
Eski burjuva fetihleri üzerine inşa edilen ve uzun zamandan beri her bir bireyin teorik olarak varlık ve yükümlülüklere sahip ekonomik bir işletmeye dönüştüğünü gören bugünkü toplumsal ilişkilere gelince; her bir bireyin eylemlerinin ahlaki bir hesaplaşma çemberi içine alındığını ve bu hesaplaşmanın ölümden sonra bir yaşam yanılsamasına yansıtıldığını gören batıl inanç, özel ekonomi üzerine kurulu mevcut burjuva toplumunun insan beynindeki yansımasından başka bir şey değildir.
Açıkça din ve Hıristiyanlık karşıtı bir pozisyon almadan, özel girişime ve bireysel bilançolara dayalı bir ekonominin çerçevesini kırmayı amaçlayan bir mücadeleye öncülük etmek imkansızdır.
Belli başlı ülkelerde, modern kapitalist burjuvazi halihazırda üç karakteristik tarihsel aşamadan geçmiştir.
Burjuvazi açıkça devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkar ve köylülerin üretici güçlerini toprağa, zanaatkarları da ortaçağ şirketlerine (loncalara) bağlayan feodal ve ruhban mutlakiyetçiliğinin zincirlerini kırmak için silahlı mücadeleye önderlik eder.
-Bu zincirlerden kurtulma gereksinimi, modern teknolojinin kaynaklarıyla işçileri büyük kitleler halinde yoğunlaştırma eğiliminde olan üretici güçlerin gelişimiyle aynı zamana denk düşmektedir.
Bu yeni ekonomik biçimlerin özgürce gelişebilmesi için geleneksel rejimlerin zorla yıkılması gerekir.
Burjuva sınıfı yalnızca ayaklanmacı mücadeleye önderlik etmekle kalmaz, ilk zaferinden sonra monarşilerin, feodal beylerin ve kilise hiyerarşilerinin herhangi bir karşı saldırısını önlemek için demirden bir diktatörlük kurar.
Kapitalist sınıf tarihte, bastırılmış muazzam enerjisini yoluna çıkan tüm maddi ve ideolojik engelleri yok etmek için kullanan antiformist bir güç olarak ortaya çıkar. Eski inançlar ve eski kanonlar, düşünürleri tarafından en radikal şekilde alaşağı edilir.
İlahi bir hak olarak otorite teorileri, eşitlik ve siyasi özgürlük, halk egemenliği teorileriyle yer değiştirir. Temsili kurumların gerekliliği ilan edilir ve bu kurumlar sayesinde iktidarın özgürce ortaya konan kolektif bir iradenin ifadesi olacağı söylenir.
Liberal ve demokratik ilke bu aşamada açıkça devrimci ve antiformisttir; pasifist ya da yasal yöntemlerle değil, şiddet ve devrimci terör yoluyla elde edildiği ve fetheden sınıfın diktatörlüğü tarafından her türlü gerici restorasyon girişimine karşı savunulduğu için daha da devrimcidir.
İkinci aşamada, kapitalist rejim yerleştikten sonra, burjuvazi kendisini bir bütün olarak toplumsal kolektivitenin daha yüksek gelişiminin ve refahının temsilcisi ilan eder ve üretici güçlerin geliştiği, tüm yerleşik dünyayı kendi sistemine entegre ettiği ve bir bütün olarak ekonomik ritmin yoğunlaştığı nispeten sakin bir aşamadan geçer. Bu, kapitalist döngünün ilerici ve reformist aşamasıdır.
Bu ikinci burjuva evresinde, parlamenter demokrasi mekanizması reformist eğilime paralel olarak işler. Egemen sınıf, kendi sisteminin işçi sınıfının çıkarlarını ve taleplerini temsil etmeye ve yansıtmaya yatkın görünmesini sağlamakla ilgilenir. Hükümeti, burjuva sisteminin yasal normlarının sürdürülmesine izin veren ekonomik ve yasal önlemlerle onları tatmin etme iddiasındadır. Parlamentarizm ve demokrasi artık devrimci sloganlar olarak değil, sınıf mücadelesinin şiddetli çatışmalarını ve patlamalarını engelleyerek kapitalist sistemin gelişimini garanti altına alan reformist bir içeriğe bürünür.
Üçüncü aşama, ekonominin tekelci yoğunlaşması, kapitalist tröstlerin ve sendikaların oluşumu ve büyük ölçekli Devlet planlaması ile karakterize edilen modern emperyalizm aşamasıdır. Burjuva ekonomisi dönüşüme uğrar ve her bir işletmenin kendi ekonomik kararları ve mübadele ilişkileri açısından özerk olduğu klasik liberalizmin özelliklerini kaybeder. Üretim ve dağıtım üzerinde giderek daha katı bir disiplin uygulanmaktadır. Üretim ve dağıtımın ekonomik endeksleri artık rekabetin serbest oyununun sonucu değil, kapitalist birliklerinin etkisine, ardından bankacılık ve finans organlarının getirdiği yoğunlaşmaya ve nihayet doğrudan Devlete bağlıdır. Marksist deyimle burjuvazinin yürütme komitesi olan siyasi devlet, hükümet organı ve polis koruyucusu olarak burjuvazinin çıkarlarını korur ve ekonominin kontrol ve hatta idare organı olarak giderek daha fazla kendini gösterir.
Ekonomik gücün Devletin elinde bu şekilde yoğunlaşması, özel ekonomiden kolektif ekonomiye doğru bir adım olarak yorumlanmamalıdır. Gerçekten de, ancak günümüz devletinin yalnızca bir azınlığın çıkarlarını ifade ettiği ve meta mübadelesi çerçevesinde gerçekleştirilen tüm millileştirmelerin ekonominin kapitalist karakterini zayıflatmak yerine güçlendiren kapitalist bir yoğunlaşmaya yol açtığı gerçeği göz ardı edilerek bu şekilde geçiştirilebilir. Bu çağdaş aşamada burjuvazinin partilerinin siyasi gelişimi (Lenin’in modern emperyalizm eleştirisinde açıkça kanıtladığı gibi) kendisini baskının en dar biçimlerine borçludur ve bu durum totaliter ve faşist olarak tanımlanan rejimlerin ortaya çıkışıyla kendini göstermiştir. Bu rejimler, burjuva toplumunun en modern siyasi tipini oluşturmaktadır ve tüm dünyaya yayıldıkça bunun nasıl bir süreç olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Bu siyasi yoğunlaşmanın eşlik eden bir yönü de, ara ve küçük devletlerin özerkliği pahasına birkaç büyük devletin mutlak hakimiyetinde yatmaktadır.
Bu aşamaya, daha önce burjuva öncesi dünyada hem nitelik hem de nicelik açısından göz ardı edilen sanayi ve finansın hızında kesinlikle astronomik bir artış eşlik ettiğinden, bu üçüncü kapitalist aşamanın ortaya çıkışı, kapitalizm öncesi kurum ve biçimlerin geri dönüşüyle karıştırılmamalıdır. Kapitalizm böylece demokratik ve temsili aygıtları etkin bir şekilde reddeder ve kesinlikle despotik olan hükümet merkezleri kurar.
Bazı ülkelerde tek, totaliter bir partinin kurulmasını ve hiyerarşik merkezileşmeyi çoktan teorileştirmiş ve ilan etmiştir. Diğer ülkelerde ise bundan böyle içeriği olmayan demokratik sloganlar kullanmaya devam etmektedir. Her yerde kaçınılmaz olarak aynı yönde ilerlemektedir.
Çağdaş tarihsel sürecin doğru bir değerlendirmesi için doğru pozisyon şudur: liberalizm ve demokrasi dönemi sona ermiştir ve eskiden devrimci olan ve daha sonra ilerici ve reformist bir karaktere sahip olan demokratik talepler bugün anakronik ve açıkça konformisttir.
Kapitalist dünyanın döngüsüne karşılık olarak proleter hareketin döngüsüne sahibiz.
Büyük sanayi proletaryası, başlangıcından itibaren burjuvazinin ekonomik, hukuki ve siyasi formülasyonlarının bir eleştirisini inşa etmeye başlar. Burjuva sınıfının insanlığı ne özgürleştirdiği ne de özgürleştirmediği, ancak kendi sınıf egemenliğini ve kendi sömürü sistemini kendisinden önceki sınıflarınkinin yerine koyduğu keşfedilir ve bu keşif teorileştirilir.
Bununla birlikte, tüm ülkelerin işçileri feodal kurumları yıkmak için burjuvazi ile yan yana savaşmaktan kaçınamaz. Aynı zamanda, yeni ve acımasız bir kapitalist efendinin hayaletini sallayarak işçileri önde gelen monarşik ve tarımsal sınıflarla ittifak yapmaya çağıran gerici sosyalizmin etkisi altına girmekten de kaçınamazlar.
Genç kapitalist rejimlerin gerici restorasyonları önlemek için yürüttüğü mücadelelerde bile proletarya burjuvaziye desteği reddedemez.
Doğmakta olan proletaryanın sınıf stratejisinin ilk taslağı, burjuvazinin yanında verdiği ayaklanma mücadelesinin itici gücü altında burjuva karşıtı hareketleri gerçekleştirme, feodal baskıdan ve kapitalist sömürüden eş zamanlı bir kurtuluşa hemen ulaşma olasılığını içerir.
Bunun embriyonik bir tezahürü, Babeuf’ün "Eşitlerin Komplosu" ile büyük Fransız Devrimi sırasında bulunabilir. Teorik anlamda hareket tamamen olgunlaşmamıştır, ancak muzaffer burjuvazinin kendileriyle birlikte ve kendi çıkarları için savaşmış olan işçilere uyguladığı amansız baskı önemli bir tarihi ders olmaya devam etmektedir.
1848’deki burjuva ve ulusal devrimci dalganın arifesinde, sınıf mücadelesi teorisi çoktan tamamen detaylandırılmıştır: Avrupa ve dünya ölçeğinde burjuvalar ve proleterler arasında var olan gerçek ilişkiler bu zamana kadar çok açık hale gelmiştir.
Komünist Manifesto’da Marx aynı zamanda Fransa’daki monarşik restorasyon partilerine ve Prusya muhafazakarlığına karşı burjuvaziyle bir ittifakı ve işçi sınıfının iktidarı fethetmesini amaçlayan bir devrime doğru derhal bir hareketi öngörür. Bu tarihsel aşamada işçi ayaklanmasına yönelik her türlü girişim hala acımasızca bastırılmaktadır, ancak sınıfın bu aşamaya karşılık gelen doktrini ve stratejisi, Marksist yöntemin tarihsel yolunda olduğunu doğrulamaktadır.
Aynı koşullar ve aynı değerlendirmeler Paris Komünü ile de ilişkilidir; Fransız proletaryasının Napolyon III’ü devirip Burjuva Cumhuriyetinin zaferini garantiledikten sonra iktidarı yeniden fethetmeye kalkıştığı ve birkaç aylığına da olsa bize sınıf hükümetinin ilk tarihi örneğini verdiği o büyük iktidar mücadelesi.
Bu bölümde en önemli ve düşündürücü olan şey, proletarya diktatörlüğüne yönelik ilk girişimi ezmek için demokratik burjuvazinin muhafazakarlarla ve hatta muzaffer Prusya Ordusu ile koşulsuz anti-proleter ittifakıdır.
Burjuva ekonomisi çerçevesindeki reformizmin temsili ve parlamenter sistemlerin en geniş kullanımıyla ilişkilendirildiği ikinci aşamada, proletarya çığır açıcı öneme sahip alternatiflerle karşı karşıya kalır.
Teorik açıdan, burjuva kurumlarının ve onu savunan ideolojilerin bir eleştirisi olarak ele alınan devrimci doktrinle ilgili olarak bir yorum sorunu ortaya çıkmaktadır: kapitalist egemenliğin çöküşü ve yerine yeni bir ekonomik düzenin geçmesi, şiddetli bir çatışma yoluyla mı gerçekleşecektir, yoksa tedrici değişikliklerle ve parlamentonun yasal mekanizması kullanılarak mı başarılabilir?
Pratik açıdan sorun artık işçi sınıfının partisinin kapitalizm öncesi rejimlerin artık ortadan kalkmış olan güçlerine karşı burjuvaziyle birleşip birleşmemesi değil, kapitalizmi reforme etmeye daha yatkın olan burjuvazinin ileri ve ilerici bir kesimiyle ittifak kurup kurmamasıdır.
Kapitalizmin pastoral, ara evresi (1871-1914) Marksizmin revizyonist akımlarının büyümesine tanıklık eder. Marksist yaklaşım çarpıtılır ve temel metinler tahrif edilir. İşçi sınıfının geniş ekonomik ve siyasi örgütlerinin yasal araçları kullanarak siyasi kurumlara nüfuz ettiği ve fethettiği, tüm kapitalist ekonomik makinenin kademeli bir dönüşümüne hazırlandığı yeni bir strateji oluşturulur.
Bu aşamayı karakterize eden polemikler proleter hareketi karşıt eğilimlere böler. Genel olarak burjuva iktidarını kırmak için ayaklanmacı saldırı programı ortaya konmasa da, sol Marksistler sendikal ve parlamenter düzlemde işbirlikçi taktiğin aşırılıklarına ve burjuva hükümetlerini destekleme ve sosyalist partilerin bakanlık koalisyonlarına katılma niyetine şiddetle karşı çıkarlar.
Bu noktada dünya sosyalist hareketindeki akut kriz başlar. Bunun nedeni 1914 savaşının patlak vermesi ve sendika ve parlamento liderlerinin büyük bölümünün ulusal işbirliği ve savaş siyasetine geçmesidir.
Üçüncü aşamasında - kapitalizmin üretici güçler kitlesini geliştirmeye devam ederken aynı zamanda örgütlenmesinin dengesini bozmasını engelleme ihtiyacı nedeniyle - liberal ve demokratik yöntemleri terk etmek zorunda kalır, bu da yalnızca siyasi alanın güçlü Devlet organlarının elinde toplanmasına değil, aynı zamanda sıkı denetimlere tabi olan ekonomik yaşamın da kontrol altına alınmasına yol açar. Bu aşamada işçi hareketi yine iki alternatifle karşı karşıyadır.
Teorik açıdan, kapitalist sınıfın bu daha dar, daha katı egemenlik biçimlerinin, kapitalizmin tarihsel olanaklarını tüketerek nihayet döngüsünün sonuna varmak için ulaşabileceği gerekli, en gelişmiş ve modern aşamayı oluşturduğunu teyit etmek gerekir. Bu nedenle, siyasi ve polisiye metodolojinin sadece geçici bir kötüleşmesini temsil etmezler, bunun ardından sözde liberal bir hoşgörüye geri dönülmesi beklenir.
Taktiksel açıdan, proletaryadan liberal ve demokratik tavizler verebilen bir kapitalizm için mücadele etmesini istemek yanlıştır, çünkü sosyalist ekonomi için vazgeçilmez bir öncül olan kapitalist üretken
enerjilerin büyümesini ilerletmek için artık demokratik siyaset iklimine ihtiyaç yoktur.
Birinci devrimci burjuva evresinde böyle bir soru sadece tarih tarafından ortaya atılmakla kalmamış, Üçüncü ve Dördüncü Sınıfların ortak mücadelesinde bir çözüm bulmuş ve iki sınıf arasındaki ittifak sosyalizme giden yolda vazgeçilmez bir adım olmuştur.
İkinci aşamada, demokratik reformizm ile proleter sosyalist partiler arasındaki eş zamanlı eylem meşru bir şekilde sorulmaktadır. Eğer tarih, devrimci Marksist solun revizyonist ve reformist sağ kanada karşı savunduğu bu çözümün reddini o zamandan beri kabul etmişse, bu sonuncular 1914-1918’deki ölümcül yozlaşmadan önce konformist sayılamazlar. Tarihin çarklarının yavaş bir ritimle döndüğüne inanmış olabilirler, çarkları geri döndürmeye teşebbüs etmediler (henüz değil). Bebel, Jaures ve Turati’nin hakkını teslim etmek gerekir.
Açgözlü emperyalizmin ve vahşi dünya savaşlarının mevcut evresinde, proletarya ile demokratik burjuvazi arasında paralel bir eylem olasılığı artık tarihsel anlamda söz konusu değildir. Aksi görüşü benimseyenler artık işçi hareketinin alternatif bir versiyonunu ya da eğilimini temsil etmemekte, tamamen muhafazakar konformizme kaymaktadırlar.
Bugün ortaya konması ve çözülmesi gereken tek alternatif tamamen farklıdır. Dünya kapitalist rejiminin merkeziyetçi, totaliter ve "faşist" bir yönde geliştiği göz önüne alındığında, işçi sınıfının, burjuva düzeninin şu anda geriye kalan tek reformist yönü olduğu için bu hareketle güçlerini birleştirmesi gerekmez mi? Devlet Kapitalizminin bu amansız ilerleyişi içinde, ilk dönemin serbest girişimcilerinin, liberallerinin ve burjuva konformistlerinin son geleneksel direnişini dağıtmasına yardımcı olacak bir Sosyalizm doğuşu olabilir mi?
Ya da, birlikten yoksun ve iki dünya savaşı sırasında sınıf işbirliği pratiğinden kopamadığı için kötü etkilenen proleter hareketin, böyle bir yöntemi reddederek, burjuva örgütlenmesinin pasifist biçimlerinin yeniden ortaya çıkacağı ve yasal nüfuza açık olacağı ya da her halükarda kitlelerin baskısına karşı savunmasız olacağı yanılsamasını reddederek kendini yeniden inşa etmesi gerekmez mi (bu iki biçim, herhangi bir devrimci hareket için bozgunculukları nedeniyle eşit derecede tehlikelidir)?
Marksist diyalektik yöntem, yeni, modern burjuva biçimlerle ittifak yapılıp yapılmaması gerektiği sorusuna olumsuz yanıt verir ve gerekçeleri daha önce demokratik ve pasifist aşamada reformizmle ittifaka karşı kullanılanlarla aynıdır.
Sosyalizmin diyalektik öncülü olan kapitalizmin artık ne doğum sancıları sırasında (devrimci diktatörlüğünü onaylayarak) ne de gelişmek için (liberal ve demokratik evresinde) yardıma ihtiyacı vardır.
Modern evrede kaçınılmaz olarak ekonomik ve siyasi biçimlerini canavarca birimlerde yoğunlaştırmak zorundadır.
Dönüşümcülüğü ve reformizmi, muhafazakarlığı savunulurken aynı zamanda gelişimini de güvence altına alır.
İşçi sınıfı hareketi burjuva egemenliğine boyun eğmekten ancak kapitalizme gelişiminin son aşamalarında, bu aşamalar kaçınılmaz olsa bile, yardım sunmayı reddederse kaçınacaktır. Eğer güçlerini yeniden örgütleyecekse, işçi sınıfı bu çağ dışı perspektifleri reddetmelidir. Kendisini eski geleneklerin yükünden kurtarmalı ve reformizmin herhangi bir biçimiyle taktiksel bir uzlaşmayı - zaten bütün bir tarihsel aşama gecikmiş olarak - kınamalıdır.
1. Dünya Savaşı’nın sonunda, çağdaş tarihin en yakıcı sorunu, hızla gelişen kapitalizmle birlikte ayakta kalan feodal bir devlet yapısı olan Çarlık rejiminin krizi olarak günümüze taşındı.
Birkaç on yıldır Marksist solun (Lenin, Bolşevikler) pozisyonu, tüm anti-absolutizm güçleri feodal imparatorluğu yıkmak için mücadele ederken aynı zamanda proletarya diktatörlüğü için mücadele etme stratejik perspektifine yerleşmişti.
Savaş bu büyük hedefin gerçekleşmesine olanak sağladı ve dokuz ay gibi kısa bir sürede iktidarın hanedandan, aristokrasiden ve ruhban sınıfından, burjuva demokratik partilerin ara dönem hükümeti aracılığıyla, proletarya diktatörlüğüne geçişi yoğunlaştı.
Sınıf mücadelesi, iktidar savaşı ve proleter devrim stratejisi ile ilgili sorular ve güçlerin yeniden düzenlenmesi bu büyük olayla muazzam bir ivme kazandı.
Bu kısa dönemde, devrimci partinin strateji ve taktikleri her bir aşamadan geçer: eski rejime karşı burjuvazinin yanında mücadele; eski feodal devletin yıkılması üzerine hemen kendi rejimini kurmaya çalışan burjuvaziye karşı mücadele; işçi hareketi içindeki reformist ve tedrici partilerle ayrışma ve onlara karşı mücadele ve nihayetinde işçi sınıfı ve Komünist Parti’nin elinde münhasır bir iktidar tekeline ulaşma. Bu sonuncusunun işçi hareketi üzerindeki etkisi, revizyonist ve işbirlikçi eğilimlerin ezici bir yenilgiye uğratılması biçimini aldı ve her ülkede proleter partiler iktidar için silahlı mücadele zeminine itildi.
Ancak iş Rus taktik ve stratejisini Kerenski tipi rejimlerin kurulmasının arzu edilir görüldüğü diğer ülkelere uygulamaya geldiğinde, belirleyici anda ölümcül darbeyi vurmak için bir koalisyon siyaseti uygulayarak elde edilecek birçok hatalı yorum olacaktı.
Bu nedenle, Rusya’da olayların birbirini izlemesinin, karakteristik olarak kapitalist bir siyasi devletin geç oluşmasıyla sıkı sıkıya ilişkili olduğu, oysa böyle bir devletin diğer Avrupa ülkelerinde on yıllardır, hatta yüzyıllardır sağlam bir şekilde kök salmış olduğu ve yasal yapısı demokratik ve parlamenter olduğu ölçüde çok daha güçlü olduğu unutuldu.
Bolşevikler ve Bolşevik olmayanlar arasındaki ayaklanma savaşlarında ve ayrıca feodal restorasyon girişiminin önlenmesi gereken durumlarda kurulan ittifakların, tarihsel olarak bu tür bir siyasi güç ilişkisinin mümkün olan son örneklerini temsil ettiği görülmedi. Örneğin Almanya’da proleter devrim, Marx’ın umduğu gibi 1848 krizinden çıkmış olsaydı, Rus Devrimi ile aynı taktiksel çizgiyi izleyecekti. Ancak 1918-1919’da devrim, devrimci komünist partinin Weimar Cumhuriyeti’nde iktidarı elinde tutan Kayzerler, burjuvazi ve sosyal-demokratlar koalisyonunu süpürüp atacak yeterli güce sahip olması halinde başarılı olabilirdi.
Faşizmle birlikte, totaliter burjuva hükümet tipinin ilk örneği İtalya’da ortaya çıktığında, Uluslararası Komünist hareket temelden yanlış bir yaklaşım benimsedi ve proletaryayı anti-faşist bir koalisyon içinde özgürlük ve anayasal güvenceler için mücadele etmeye mahkum ederek doğru devrimci stratejiden tamamen uzaklaştığını gösterdi.
En modern anlamda kapitalist rejimin reformcuları olan Hitler ve Mussolini’yi Kornilov’la ya da 1815’teki restorasyon ve Kutsal İttifak güçleriyle karıştırmak, en büyük ve en yıkıcı muhakeme hatasıydı ve devrimci yöntemin tamamen terk edilmesi anlamına geliyordu.
Her modern ülkede ekonomik olarak olgunlaşmış olan emperyalist aşama, dünyanın çeşitli ülkelerinde devlet ile devlet ve sınıf ile sınıf arasındaki olumsal güç ilişkileri tarafından belirlenen bir şekilde faşist siyasi biçimine yerleştirilir.
Bu aşama, proletaryanın devrimci saldırısı için yeni bir fırsat olarak değerlendirilebilirdi; ancak bu, komünist öncünün güçlerini, anayasal güvencelerin ve parlamenter sistemin yeniden tesis edilmesini talep ederek burjuvazinin yasallığını terk etmesini engellemek gibi aldatıcı bir amaç uğruna harcamak üzere konuşlandırmak anlamında değildir. Aksine, proletarya burjuva baskısının bu aracının tarihsel sonunu kabul edebilir ve kapitalist iktidara ve onun devletine bağlı diğer aygıtları -polis, ordu, bürokrasi ve yargı- parçalamaya çalışmak için yasallığın dışında mücadele etme meydan okumasını kabul edebilirdi ve etmeliydi.
Komünist partilerin büyük anti-faşist bloğun stratejisini benimsemesi -1939 Alman karşıtı savaşta ulusal işbirliği sloganları, partizan hareketleri, ulusal kurtuluş komiteleri ve en utanç verici olanı da bakanlık koalisyonlarındaki işbirliği tarafından öfkelendirilmiştir- dünya devrimci hareketinin ikinci feci yenilgisini işaret etmektedir.
Proleter devrimci hareket, teorik ve örgütsel anlamda ve gerçekleştirdiği eylemler açısından, ancak bugün Moskova’dan ilham alan sosyalist ve komünist partileri birleştiren bu tür politikalardan kurtulur ve bunlara karşı mücadele ederse yeniden inşa edilebilir. Yeni hareket, anti-faşizmleri - diyalektik bir yaklaşımın açıkça ortaya koyduğu gibi - onları toplumsal örgütlenmenin faşist evrimiyle - sözde olmasa da eylemde - tamamen aynı çizgiye yerleştiren bu oportünist hareketler tarafından yayılan sloganlara tamamen karşı çıkan bir siyasi çizgiye dayanmalıdır.
Proletaryanın emperyalist ve faşist aşamaya özgü yeni devrimci hareketi kendisini aşağıdaki genel pozisyonlara dayandırmaktadır:
1) İtalya, Almanya ve Japonya’nın yenilgisinden sonra demokrasiye genel bir dönüşün yaşandığı bir aşamanın başladığı görüşünün reddedilmesi; savaşın sona ermesiyle birlikte galip ülkelerdeki burjuva hükümetlerinin, reformist ve işçi partilerinin hükümette yer aldığı durumlarda bile, hatta özellikle böylesi durumlarda, faşizmin yöntem ve programlarına dönüştüğü görüşünün savunulması. Proletaryanın çıkarına olmayan hayali bir talep olan liberal biçimlere geri dönüş davasını üstlenmeyi reddetme.
2) Mevcut Rus rejiminin proleter karakterini yitirdiğinin ve bunun Üçüncü Enternasyonal tarafından devrimci siyasetin terk edilmesine paralel olarak gerçekleştiğinin ilanı. İlerleyen bir evrim, Rusya’daki siyasi, ekonomik ve toplumsal biçimlerin bir kez daha burjuva özellikler kazanmasına yol açmıştır. Bu süreç, otokratik tiranlığın praetorian biçimlerine ya da burjuva öncesi biçimlere bir geri dönüş olarak değil, totaliter bir rejime sahip ülkelerin Devlet Kapitalizmleri tarafından sunulan aynı tür ileri toplumsal örgütlenmenin farklı bir tarihsel yoldan ortaya çıkışı olarak görülmelidir: Devlet planlamasının dayatmacı gelişmelere yol açtığı ve emperyalist bir çizgi izlemek için gelişmiş bir potansiyel sağladığı rejimler. Böyle bir durum karşısında, Rusya’yı, zaten tüm modern devletlerde çürümekte olan parlamenter demokratik biçimlere geri dönmeye çağırmıyoruz; bunun yerine Rusya’da da totaliter devrimci komünist partinin yeniden kurulması için çalışıyoruz.
3) Sınıfların ve partilerin her türlü ulusal dayanışmasına katılmaya yönelik tüm davetlerin reddedilmesi; bu dayanışma çağrısı kısa bir süre önce sözde totaliter rejimleri devirmek ve Mihver Devletlerle savaşmak için yapılmıştı, şimdi ise savaştan zarar görmüş kapitalist dünyayı yasal yöntemlerle yeniden inşa etmek için gereklidir.
4) Birleşik cephe manevra ve taktiğinin, yani artık proleter hiçbir yanları kalmamış olan sözde sosyalist ve komünist partilerin hükümet koalisyonlarını terk etmeye ve sözde bir proleter birlik oluşturmaya davet edilmesinin reddedilmesi.
5) Çeşitli ülkelerin işçi sınıflarını yeni bir emperyalist savaş için yurtsever cephelere seferber etmeye çalışan tüm ideolojik haçlı seferlerine karşı kararlı mücadele; ister Anglosakson Emperyalizmine karşı ’Kızıl’ Rusya için savaşmaya, ister anti-faşist olarak sunulan bir savaşta Stalinist totalitarizme karşı Batı demokrasisini desteklemeye çağrılsınlar.