Enternasyonal Komünist Partisi

 
Diyalektik yöntem üzerine
(Prometeo, n. II-1 del 1950)

 

1.  Diyalektik ve metafizik
2.  İdealist diyalektik ve bilimsel diyalektik
3.  Yadsımanın yadsınması
4.  Kategoriler ve “a priori” formlar
5.  Kapitalist mülkiyetin yadsınması
6.  Bilgi teorisi
 

1. Diyalektik ve metafizik

Diyalektik bağlantı veya ilişki demektir. Nasıl bir şey ile diğeri arasında, gerçek dünyadaki bir olay ve başka bir olay arasında bir ilişki varsa, aynı şekilde bu gerçek dünyanın düşüncemizdeki (az çok kusurlu) yansımaları arasında ve onları tanımlamak ve böylelikle edindiğimiz bilginin meyvelerinden pratik olarak faydalanmak üzere depolamak için kullandığımız formülasyonlar arasında da bir ilişki vardır. Bunun sonucu olarak açıklama, akıl yürütme, çıkarım yapma ve sonuç çıkarma yolumuza, bu gerçekliğin uygun tasvirine tekabül eden belirli kurallar kılavuzluk edip şekil verebilir. Bu kurallar akıl yürütme biçimlerine yol gösteren mantığı ve daha geniş anlamda onları edindiğimiz bilimsel gerçeklere bağlayarak diyalektiği teşkil ederler. Mantık ve diyalektik ancak gerçek dünyanın gözleminin belli sonuçlarını formüle ediş yolumuzdan başlayarak çıkarsadıklarımızdan başka özellikler ifade edebilmek istiyorsak yanlış olmayan bir yol izlememize yardım eder. Eğer bu özellikler deneysel olarak doğrulanırsa, formüllerimizin ve onları kullanış yolumuzun yeteri kadar isabetli olduğu söylenilebilir.

Diyalektik yöntem bilimsel yöntemden farklıdır. Bilimsel yöntem, eski moda bir düşünce ortaya koyuş biçiminin inatçı mirası, dogmatik vahiye dayanan dini kavramlardan çıkarılmıştır ve kavramları değişmez, ebedi, birkaç ilk ilke temelli, birbirine yabancı ve bağımsız bir tür hayata sahiplermiş gibi sunar. Diyalektik yöntem için hem her şey sürekli hareket halindedir hem de harekette her şey karşılıklı olarak birbirini etkiler ve bu onların kavramları veya bu şeylerin zihinlerimizdeki yansımaları için de geçerlidir ki bunlar (kendi aralarında) “bağlı ve birleşmişlerdir”. Metafizik, çelişki yoluyla, yani birbirine karşıt mutlak terimlerle ilerler. Bu karşıt terimler asla karışamaz veya dokunamazlar, birliklerinden birinin varlığının sürüp diğerinin yok oluşundan başka yeni bir şey de ortaya çıkamaz.

Bir örnek vermek gerekirse, doğa bilimlerinde hareketin karşısına durağanlık konulur: bu iki şey arasında bir uzlaşma mümkün değildir; şekilsel bir çelişki ilkesi temelinde, durmakta olan hareket etmez, hareket eden durmamaktadır. Fakat Zeno’nun Elea Okulu böylesine kesin gözüken bu ayrımın dümenini ifşa etmiştir: hareket halindeki ok, gidişatındaki bir noktadan geçerken o noktada kalır ve dolayısıyla hareket etmemektedir. Gemi kıyıya nazaran hareket eder, oysa gemide yürüyen yolcu için durum böyle değildir: yolcu kıyıya nazaran hareketsizdir ve dolayısıyla hareket etmemektedir. Bu sözde sofizmler uzlaşan zıtlıkların imkânlarının göstergeleriydi: durağanlık ve hareket; gözleri metafizik tarafından kör edilmemiş infinitezimal matematiğin ve modern fiziğin doğrusal olmayan düzensiz hareketin sorunlarını çözmesi, yalnızca hareketi zamanın ve uzayın noktalarından oluşan pek çok unsura parçalamakla mümkün olabildi. Bugün hareketin ve durağanlığın bağıl terimler olduğuna inanılıyor ve ne mutlak hareketin ne de mutlak durağanlığın herhangi bir anlamı var.

Başka bir örnek: metafiziğin astronomisi için ateş küresinin ötesindeki tüm gök cisimleri değişmez ve bozulmazdırlar ve boyutları, biçimleri ve hareketleri ebedi olarak sabit kalır. Öte yandan yer cisimleri değişebilir ve binlerce şekilde bozulabilir niteliktedir. Evrenin iki karşıt parçası arasında bir uyuşma yoktur. Bugün biliyoruz yıldızlarda ve bu yüzden gizemli asalet unvanları kazanmasa da “gök kubbenin bir parçası” olan dünyada aynı gelişimsel yasaların mevcut olduğunu biliyoruz. Dante için bozulmaz gezegenlerin bozulabilir insanlığın işlerine etkisi önemli bir inceleme konusuydu, modern bilim için ise, yıldızların devirlerinin kaderimize karar verdikleri inancı korunmamış olsa da dünya ile evrenin diğer parçaları arasındaki karşılıklı etkileşimler günlük gözlem konuları haline gelmiş durumda.

Son olarak insanı ve toplumsal alanda metafizik iki mutlak ve yüce ilke ortaya atıyor: herkesin bilincine aşağı yukarı gizemli bir şekilde edinilen veya dünya dışı varlıklar olarak kişileştirilen İyilik ve Kötülük. Geçmişte ahlaki kavramların bağıllığına, değişkenliğine ve zaman, mekân ve sınıf durumuna göre nasıl değiştiklerine değinmiştik.

Mutlak kimlikleri ve mutlak çelişkileriyle bilimsel yöntem, biz farkında olmasak da geleneksel olarak düşünüş biçimimizde kök bulduğu için kaba hatalara yol açıyor. Zıtlıkların kavramları uzun çoktur abes görülmüşlerdir, batıya giderek Doğu’ya ulaşmaya çalışan Kolomb’a, terimlerdeki şekilsel çelişkiler adına kahkahalarla gülmüşlerdi. Velhasıl insan sorunlarını, şiddeti ve devleti ele alanların yaptığı gibi iki mümkün yoldan yalnızca biriyle çözmeye çalışmak metafizik bir hatadır. Onlara göre ya devletten ve şiddetten yanasınızdır ya da devlete ve şiddete karşısınızdır. Öte yandan diyalektik olarak bu sorunlar tarihsel anları bağlamında konumlaşmışlardır ve aynı anda karşıt formüllerin benimsenmesiyle, şiddeti lağvetmek için şiddet kullanımını savunarak ve devleti lağvetmek için devleti kullanarak aşılırlar. Otoriterlerin hatalarıyla özgürlükçülerin hataları özü itibariyle aynı derecede metafiziktir.


2. İdealist diyalektik ve bilimsel diyalektik

Diyalektiğin ortaya çıkışı her halükarda iki çok farklı şekilde anlaşılabilir. İlkin a priori önyargılara dayanmayan bir şekilde doğaya dair bilgi edinmenin bir yöntemi olarak Yunan felsefesinin en dâhiyane kozmolojik okulları tarafından ifade edilmiştir. Diyalektiğin bu formu sonrasında Aristotelesçi külliyatın otoritesinin kabulüne boyun eğmiştir; bunun nedeni Aristoteles’in gerçekliği tasvir etmenin bir yolu olarak diyalektiğin değerine saygı duymaması değil, sonraki dönemlerdeki hüküm süren bilimsel gerileme ve mistisizmin Aristotelesçi keşifleri fosilleştirip değişmezleştirmeleridir.

Genelde diyalektiğin modern eleştirel felsefe okullarında yeniden ortaya çıktığı ve sonrasında Marx tarafından alınacağı şekliyle Hegel tarafından olgunlaştırıldığı söylenir. Fakat bu felsefi okullar diyalektiği aklın kullanımının skolastisizmin şekilsel ve fiilsel engellerinden kurtarmayı başarmış olsalar da onların diyalektiği düşünce yasalarının dünyanın gerçek inşasının temeli işlevini gördüğü varsayımına dayanıyordu. İnsan bilimi, açığa çıkan gerçekleri birbirine bağlaması gerektiği düşünülen kuralları bulmak için ilkin insanların zihnine baktı. Buradan yola çıkarak, böylesi bir şema temelinde gerçek dünyanın bütün idelerini kategorize etmeye girişti. O zaman mantık ve diyalektik, salt zihinsel bir çaba temelinde formülasyonlarını oluşturup sürdürebilecekti: tüm bilimler insan zihninde veya, daha net tanımlayacaksak sistemin bireysel yazarının beyninde bulunan bir keşif yöntemine dayanıyordu. Bu iddiayı temellendirecek tek argüman, bilimde, incelenen dış unsurlar faktörünün engellenemez bir biçimde insan kişiliğine dayandığıydı ve tüm bilimler, dolayısıyla, ondan koşullanıyordu. Sonuç olarak, salt zihinsel inşalarına vahiy yerine bilim, veya mutlak aforizma yerine eleştiri adını verse ve insan düşüncesinin imkanlarının aşkınlığından değil içkinliğinden bahsetse de idealist bir temeli olan diyalektik yöntemin de metafizik bir karakteri vardı.

Bizim için diyalektik, kurallarının uygulanması deneysel kontrollerle çelişmediği sürece geçerlidir. Kullanımı şüphesiz gereklidir zira biz de tüm bilimlerin keşiflerine (matematiksel hesaplamaların yanı sıra) dilimizle ve akıl yürütmelerimizle ele almak durumundayız (öte yandan bizim için matematiksel bilimler aklın saf özelliklerine değil şeylerin gerçek özelliklerine dayanmalılar). Yani diyalektik yalnızca bir polemik ve öğretim aracı değil ayrıca bir açıklama ve netleştirme aracıdır, meselelerin incelemesine kazara peşin hükümlere dayanan keyfi veriler eklememek sonucuna ulaşmak için gelenekselci akıl yürütme yöntemlerinden kaynaklanan hatalara karşı korunmamıza hizmet eder ki bunu yapmak bir hayli zordur.

Fakat diyalektiğin kendisi gerçekliğin bir yansımasıdır ve kendisinin gerçekliğin kaynağı olduğunu iddia edemez veya gerçekliği yapılarına itaat etmeye zorlayamaz. Saf diyalektik kendi başına bize hiçbir şey göstermeyecektir fakat statik olan metafizik yönteme nazaran dinamik olduğu için devasa bir avantaja sahiptir; gerçekliğin fotoğrafını çekmek yerine onu filme çeker. Eğer sadece bir aracın hızının herhangi bir zamanda saatte atmış km olduğunu biliyorsam, eğer hızlanıyor mu yavaşlıyor mu bilmiyorsam o araca dair pek bir şey bilmiyorumdur. Eğer yalnızca bir fotoğrafta bulunduğu yeri biliyorsam, hakkında daha da az şey biliyorumdur. Fakat aynı zamanda saatte atmış km ile hareket ettiğini de biliyorsam; eğer sıfırdan yüz yirmiye çıkıyorsa birkaç saniye sonra çok yol kat edecektir; eğer frenliyorsa birkaç metre daha gittikten sonra duracaktır. Bana bir fenomenin hangi zamanda ve nerede söyleyen metafizik, bana nerede (uzay) ve hangi zamanda (zaman) arasındaki bağımlılığı yani sürati ve sürat ile zaman arasındaki bağımlılığı (ivme) temin eden diyalektiğe kıyasla hiçbir şey bilmiyordur. Bu mantıksal süreç işlevsel matematik teoride ardışık türevlere tekabül eder.

Eğer diyalektiğe aşinaysam iki ahmakça ifadeden kaçınırım: araç hareket ediyor, dolayısıyla kısa süre içerisinde çok uzağa gidecek; araç yavaş hareket ediyor, dolayısıyla kısa bir süre içerisinde hala yakında olacak. Öte yandan eğer diyalektikle uğraşma zevkimin sonucu olarak araç hareket ediyor, dolayısıyla kısa bir zamanda hala yakında olacak veya tam tersi gibi bir sonuca varırsam metafizikçi kadar saflık etmiş olurum. Diyalektik paradoks sporu değildir; bir çelişki bir gerçeklik barındırabilir der, her çelişki bir gerçeklik barındırır demez. Araç örneğinde diyalektik elimde başka veriler yoksa basitçe muhakeme yapmak temelinde bir sonuca ulaşamayacağım uyarısını yapar: diyalektik verilerin yerini a priori bir biçimde doldurmaz, aksine bizi eksik olduklarında verileri yeni deneysel gözlemlerden çıkarmaya teşvik eder. Tarih alanında eğer kişi şöyle derse, bir metafizikçi gibi akıl yürütmüş olur: Terör, kullandığı açarlar göz önünde bulundurulursa, gerici bir harekettir. Öte yandan Thiers hükümetini komünarlara karşı uyguladığı şiddetli baskı temelinde devrimci hükmedecek kişi de berbat bir diyalektikçi olacaktır.


3. Yadsımanın yadsınması

Şimdi yadsımanın yadsımasına döneceğiz. Metafizik yöntemde iki karşıt fakat sabit ilke vardır ve birini yadsıyarak diğerine ulaşılır; eğer ikinci ilke yadsınılırsa ilk ilkeye dönersiniz: iki yadsıma bir doğrulamaya eşit olur. Misal: Ruhlar iyi veya kötüdür. Tom Lucifer’in kötü bir ruh olduğunu inkar eder. Ben Tom’un söylediğini inkar ederim: dolayısıyla Lücifer’in kötü bir ruh olduğunu doğrularım. Bu iktidar ve değerlerin devrilmesinin insan zihninde ilkel bir yansıması olan Şeytan’ı Cehennem’e atıp cennetin tahtına el koyan “habis efendi” Yehova efsanesinin değişimlerini bulandırır.

Diyalektik bir bakış açısına göre yadsımalar ve doğrulamalar sürecinde terimler doğalarını ve konumlarını değiştirirler ve ilk yadsımayı yadsıyarak artık basitçe ilk doğrulamaya dönülmez, daha ziyade yeni bir sonuca ulaşılır. Misal Aristotelesçi fiziğe göre her nesne yerini bulma eğilimindedir velhasıl ağır nesneler yere düşer; uçuşan hava ve duman ağır değildir. Bu yanlış fikir kafalarına girdiği için Peripatetikler, her salınımda hem aşağı hem yukarı hareket eden sarkacın hareketini açıklamak için sonsuz sayıda ahmakça şey söylemişlerdir. Mesele daha ziyade diyalektik bir biçimde ortaya konulduğu zaman çok daha isabetli bir biçimde açıklanmıştır. (Fakat bunun yapmak için düşünmek yeterli olmamış, Galileo’un yaptığı gibi deneylemek de gerekmiştir.)

Ağır nesneler aşağı doğru hareket eder. Aşağı doğru hareket etmeyen nesneler ağır değildir. Peki o zaman sarkaç ağır mıdır değil midir? Aristotelesçilerin zorluğu buydu ziya bu soru kutsal “özdeşlik ve çelişki ilkelerini” ihlal ediyordu. Eğer daha ziyade ağır nesnelerin aşağı doğru ivme kazandığı söylenecek olursa bu nesneler sonrasında ivme kaybederken yukarıya doğru da gidebilirler. Sarkacın bilinen bir sürati vardır ve bu aşağı inerken artar, yukarı çıkarken azalır. İlkin hareketin yönünü yadsıdık, sonrasında ivme fikrini yadsıdık. Öte yandan yalnızca sarkacın her zaman ağır bir nesne olduğunu iddia etme hakkı kazanarak değil, her şeyden önce ağırlığın hareketin değil ivmenin nedeni olduğunu keşfederek bir adım attık ki bu keşif, Galileo’nun çalışmaları sayesinde modern bilimin temelini oluşturdu. Fakat Galileo bu sonuca diyalektiği kullanarak ulaşmadı, sarkaçların hareketlerini ölçerek ulaştı: diyalektiği yalnızca antik hükümlerin şekilsel ve fiilsel bağlantısını kırmak için kullandı.

Yadsımanın yadsımasına vardığımızda başladığımız noktaya döndüğümüzü düşünmemiz gerekmez, diyalektik sayesinde yeni bir noktaya geldiğimizi düşünmemiz gerekir: bu noktanın nerede olduğu ve tam olarak ne olduğunu diyalektik bilmez, bu ancak pozitif ve deneysel incelemelerle belirlenebilir.


4. Kategoriler ve “a priori” formlar

Yadsımanın yadsımasını Marx’ın metninde bulduğumuz toplumsal örnekle göstermeden önce metafizik ve idealist varsayımlara dayanan diyalektiğin paylaştığı keyfi doğaya dair bir noktaya daha değinmemiz gerekiyor.

Bilgiyi duyularda temellendiren fizikselcilik doktrininden, bilgiyi düşüncede temellendiren saf idealizme (ki bu belirli sistemlerde dış dünyanın sadece öznel düşüncenin bir yadsıması olduğu iddiasına kadar vardırılır) bütün geleneksel felsefeler dış dünyayı yalnızca psişik bir süreç sonucu bildiğimiz varsayımından yola çıkarak bilinebilecek şeyler sisteminin yani somut bilimin önkoşulunun kendi egomuzda bulunan belirli düşünüş kuralları olduğunu söylerler. Tam da gösterilemez oldukları için yadsınamaz görünen bu ilk ilkeler kategorilerdir. Aristotelesçi sistemde (terimin bu anlamı ve bugünkü sınıf ve kategori terimlerinin kullanımı arasındaki fark çarpıcı derecede nettir) on kategori vardı: soru halinde ifade edilen mahiyet, nicelik, nitelik, bağıntı, uzay, zaman, konum, durum, etki ve edilgi;  Neden yapılma? Ne kadar büyük? Niteliği ne? Aynı türden başkalarıyla ilişkisi ne? Nerede? Ne zaman orada? Konumu ne? Özellikleri ne? Ne yapıyor? Neyden muzdarip? (veya ona nasıl bir eylem yapılıyor). Misal bir adam, mahiyet olarak canlı ve düşünendir, boyu bir seksendir, beyaz ırka mensuptur, başka bir insandan daha ağırdır, Atina’dadır, 516 senesinde yaşamaktadır, oturmaktadır, zırh giymektedir, konuşmaktadır, yardımcıları tarafından izlenmektedir.

Sonrasında Aristotelesçi kategoriler değiştirildi ve sayıları azaltıldı. Kant onları biraz daha farklı bir biçimde tasvir ederek onlara düşüncenin “a priori formları” dedi ki insan aklı ancak bunlarla deneyimin tüm verilerini netleştirebilirdi ve netleştirmeliydi. Kant’a göre deneyim iki “a priori kuruma”, yani uzay idesi ve zaman idesine tekabül etmiyorsa imkansızdı ki bunlar her deneyim verisi için aklımızda önceden bulunmaktaydı. Fakat modern bilimin sonrasında yaptığı keşifler bu muhtelif “a priori” sistemleri birbiri ardına tamir edilemeyecek hale getirdi. Modern bilim her soruya tatmin edici bir cevap verebilecek olmaktan aciz de olsa, bu sistemlerin yerine uydurulmuş “a priori formlar” konuldu. Hegel niteliğin niceliğe indirgenebileceğini söyleyebilmişti (bir insan beyaz değil siyahtır çünkü pigmentasyon analizi bir pigmentin diğerinden daha fazla miktarda olduğunu gösterir). Kant fizikçilerin (Einstein’ın izafiyet teorisi) uzay ve zamana nasıl tek bir olgu olarak  baktığını veya nasıl ortak bir anlaşmayla indirgenemez kategorilerin birliği veya ayrımının kararını fizik ve astronominin pozitif deneylerinin sonuçlarına bıraktığını ve zekaya karara alışmak kaldığını görse bir hayli etkilenirdi.

Marx, yaptıklarının yalnızca pek çok ayrı ve yalıtık keşif biçiminde dış dünyanın verilerini toplamak olduğunu iddia eden, bu verileri sistemleştirmeye çaba göstermeye ve topladıklarının öznel gerçekliğin güvenilir sonuçları mı yoksa duyularımız dokusuna yazılı güvenilmez izlenimler mi olduğunu sorgulamayı bilmeyen düşünürlerin soğuk deneyciliğini reddetti. İktisadi alanda olduğu gibi ilk baştaki cesur sistemleştirme çabalarının ardından burjuva düşüncenin geri çekildiği bu yöntem, iktidarda kim varsa onun muhafazakarlığını benimseyerek tüm aşırı yıpratıcı tahlillere karşı imtiyazlarını savunur. Marx yine de, devrimci enerjilerine ve dini önyargılara yaptıkları ödünsüz saldırılara rağmen metafizikten kopamayan ve ütopyacıların tarihsel olarak yetersiz sosyalizmi haricinde bir sosyalizme temel olmayan Fransız Ansiklopedicilerinin materyalizminden tatmin olmadığı için bu yönteme büyük bir toplumsal önem yükledi. Dahası Marx, Alman eleştirel felsefe sistemlerinin sonuçlarına dayansa da, Engels’le birlikte pek çok durumda ifade ettiği üzere toplumsal sorunlara doğru dürüst dokunmayan idealist içeriklerinden koptu. Bu kopuş 1842 civarında gerçekleşti.

Saf Alman eleştirisi Rhine nehrinin öteki yakasındaki materyalizmle dini fantezileri dağıtma ve insanın rasyonel imkanlarını tanımlayarak tüm dogmatik ve aşkınsal unsurları lağvetme çabasını paylaşıyordu; dahası bu niteliklerin yanı sıra metafiziği devirme hedefine ve şeylerin ve olguların hareketine dair genel bir perspektife sahipti; fakat Voltaire, Rousseau ve D’Alembart’ın siyasi takipçilerinin oynadığı dikkate değer role nazaran Almanya’nın eski feodal dünyasına karşı tarihsel olarak bir devrim yaratma gücüne çok daha az sahipti. Rhine’ın doğu yakasında burjuva sınıfı teoriden eyleme geçmekten acizdi; Hegel’in sistemi burjuva öncesi ve gerici amaçlardan başka bir şey için kullanılmadı; Marksizm burjuvazinin yerini yeni bir sınıfın almasını savunarak bu hattı kesti çünkü burjuvazi doktrinsel imkanlarını tüketmişti ve devrimci bir nitelikten tamamen mahrumdu.

Marksizmin kendisinden önce gelen okullara nazaran özgün konumunu yeniden ortaya koyduğumuza göre şimdi somut deneyciliğe (özellikle İngiliz deneyciliğine) ve metafizik materyalizme (özellikle Fransız materyalizmine) dair çekincelerine değineceğiz ki bunlar hiçbir şekilde Almanların soyut eleştirilerinin ve a priori formlara dair kafası karışık incelemelerinin benimsenmesi anlamına gelmiyordu.

Bu meseleye dair yalnızca Marx’ın Felsefe’nin Sefaleti’nde (1847) Proudhon’un melez Hegelci-Kantçılığına dair yönelttiği eleştirileri hatırlamamız yeterli olacaktır. Bu çalışmada, Proudhon’un bir (Alman) filozofu olma iddiasının yanı sıra düşüncenin ve zihnin kategorileriyle de rahatça alay edilmiştir. Marx yukarıda bahsettiğimiz şekilleriyle deneycilikle ve eleştirel felsefeyle şu şekilde dalga geçer: «İngilizler insanları şapkalara dönüştürdülerse, Almanlar şapkaları idelere dönüştürdüler!»

“İlk Gözlem”de bunu Hegel’in diyalektik yönteminin muazzam bir ifşası ve radikal bir eleştirisi takip eder. Marx, Hegel’in yöntemini faydasız bir “uygulamalı metafizik” olarak niteler. Deneyci bireyi ve olguyu kısırlıklarında yalıtık bırakır. Eleştirel filozof, soyutlama yoluyla, basit verilerden tüm unsurlara ve sınırlarına çakılır ve nihayetinde “salt mantıksal kategoriye” indirgenir. «Bütün var olanlar, kara ve denizde yaşayanların tümü, soyutlama yoluyla bir mantıksal kategoriye indirgenebiliyorsa –eğer tüm gerçek dünya böylece bir soyutlamalar dünyası içinde boğulabiliyorsa– kimsenin buna şaşmasına gerek kalır mı?»

Bütün metni burada yorumlamamız mümkün değil. Diyalektik materyalizmde “mantıksal kategoriler” ve “a priori formlar”, doğaüstü dünyanın varlıklarının, azizlerin ve ölülerin ruhlarının devrimci burjuvazinin düşünürlerinin elinden gördüğü muamelenin aynısına tabi tutulur; bunun altını çizmemiz yeterli olacaktır.


5. Kapitalist mülkiyetin yadsınması

Marksist iktisada dair çalışmamızın sonunda yaptığımız alıntıda, Dühring’in yazarı bir çelişki içerisinde yakalamak istemişti zira kapitalist mülkiyetin yerine gelecek yeni forma ilkin “bireysel mülkiyet” ardından da “toplumsal mülkiyet” adı veriliyor. Engels, ürünler veya tüketim mallarının mülkiyeti ve üretim araçlarının mülkiyeti arasında bir ayrım yaparak doğru bir şekilde bu ifadelerin anlamını tekrar ortaya koydu.

Diyalektik yadsımanın yadsıması şemasının uygulaması Marx’ta net bir şekilde ilerliyor. Bunu özetlemeden önce kullanılan terimlerin anlamını birazcık daha netleştirmek istiyoruz. Biz marksistler için, hem sürekli bir dilden diğerine geçtiğimiz için, hem de polemik ve propaganda gereksinimlerinden dolayı çok sayıda teoriye ait bir dili çok sık kullanmamız gerektiği için terminolojinin önemi büyük.

Velhasıl durum üç ideolojik ayrımı incelememiz gerekiyor: araçsal mallara karşı tüketim malları: ilkinin mülkiyetine karşı ikincisinin mülkiyeti ve özel mülkiyet, bireysel mülkiyet ve sosyal mülkiyet arasındaki ayrımlar.

İlk ayrım, ortak sahiplik ekonomisi için dahi geçerli İnsan faaliyetinin ürünleri ya yemek ve giysi gibi doğrudan tüketim için kullanılıyor ya da kürek ve makine gibi başka yapım işlemlerinde kullanılıyor. Bu ayrımı yapmak her zaman kolay değil ve karma durumlar da söz konusu fakat tüketim malları olan ürünler ve araçsal mallar veya aletler arasında ayrım yaptığımızda herkes bunu anlayacaktır.

Tüketim malının kullanım anındaki sahipliğini tanımlamak için, bunu amaçlarına yönelik nitelesek dahi mülkiyet kelimesini hiç kullanmamak en iyisi olacaktır. Tüketim malına zilyet olmak, bir kişinin elinde olup kimsenin ağzına koymasını engellemediği yiyecekle açlığını giderdiği ilişkiyi kapsar. Hukuki olarak bir mal ile böylesi bir ilişki mülkiyet olarak değil zilyetlik olarak tanımlanır. Zilyetlik somut ve maddi de olabilir, bir yasanın tanımladığı bir hak da olabilir fakat her zaman “bir şeyin erişiminde olmasını”, bir şeye fiziksel erişimi imler. Mülkiyet, birinin bir şeyi, fiziksel olarak sahip olmadığı halde, bir kâğıt parçası ve toplumsal bir normdan çıkma yasal bir unvan aracılığıyla kullanabilmesidir.

Mülkiyet ile zilyetlik arasındaki ilişki, fizikte mesafeden eylem ve bağlantısal eylem yani doğrudan basınç arasındaki ilişkinin aynısıdır. ‘Zilyetlik’ ifadesine nasıl hukuki bir değer ekleniyorsa, benzer bir testi bir parça ekmeği yiyebilmek veya ayakkabımızı giyebilmenin pratik kavramı olarak “erişim” terimine uygulayabiliriz (zira “erişim” terimi eğitim ve düzen çağrışımları yapar ki bunlar başka bir alana aittirler).

Mülkiyet teriminin kullanımını araçsal mallar için ayıracağız: aletler, makineler, atölyeler, fabrikalar, toprak vs. Misal Manifesto’da mülkiyet kelimesini erişim gücüne uygulanarak kişilerin giysileri veya kalemleri örnekleriyle komünistlerin şahsi mülkiyeti değil burjuva mülkiyeti ortadan kaldırmak istedikleri söyleniyor.

Üçüncü ayrım: özel, bireysel, sosyal. Bir şey üzerinde hak sahibi olmak, tüketilebilir veya araçsal bir mal üzerinde (ve öncesinde insanlar ve başka insanların faaliyetleri üzerinde) özel bir güce sahip olmak herkese genişletilemeyecek, yalnızca kimi kişilere saklı bir hakka sahip olmaktır. Özel terimi kelime anlamıyla olumsuz mahiyettedir; bir şeyden haz almayı değil – yasaların desteğiyle – ondan haz almaktan başkalarını alı koymayı imler. Özel mülkiyet rejiminde kimileri maliktir ama pek çokları malik değildir. Dante’nin zamanında tuvaletlere tek bir kişinin hükmünün kullanımının normal olduğu yerler anlamına gelen “uman privati” denirdi ki bu burjuvazinin ideolojilerinin kokularının iyi bir simgesidir.

Bireysel mülkiyet özel mülkiyetle aynı anlama sahip değildir. Kişi veya birey kurnaz düşünürlerce burjuva bir şahıs, burjuva bir birey olarak düşünülür (Manifesto). Lakin ancak her birey her şey üzerinde mülkiyet elde edebiliyorsa bir bireysel mülkiyet rejiminin varlığından söz edilebilir ki bu burjuvazinin zamanında, yasaların ikiyüzlülüğüne rağmen, hem üretim araçları hem de tüketim malları açısından geçerli değildi.

Toplumsal mülkiyet, veya sosyalizm, artık herhangi bir mal ve herhangi bir kişi veya birey arasında sabit bir ilişkinin olmadığı sistemdir. Bu durumda da mülkiyetten hiç bahsetmemek daha yerinde olacaktır zira bu kelimenin sıfat hali genellikten ziyade tek bir özneye işaret etmektedir. Her halükarda, insanların sürekli milli mülkiyet ve devlet mülkiyetinden bahsettiklerini görünce biz marksistler kendimizi anlaşılır kılmak için sosyal, kolektif ve ortak mülkiyetten bahsediyoruz.

Şimdi, Marx’ın Kapital’in birinci cildinin sonunda sunulan üç toplumsal ve tarihsel aşamaya dair bir tartışmayla devam edeceğiz.

İnsan ve şeyler arasında mülkiyet ilişkisinin yerine insan ile insan arasındaki kişisel ilişkinin hüküm sürdüğü kölelik ve topyekûn feodalizm çağlarını bir kenara bırakalım.

İlk aşama. Ufak çaplı üretim temelli bir toplum, imal edilen mallar için zanaatkârlık, tarım için köylü çiftçiliği. İster imalatla ister tarımla uğraşsın, bu işçinin mesleğini yaparken kullandığı aletlerle ilişkisi ne? Köylü ufak toprak parçasının; zanaatkâr ise basit aletlerin sahibi. Sonuç olarak işçi üretim araçlarının erişimine ve mülküne sahip. Her işçinin tarlasının veya atölyesinin ürünlerine nazaran ilişkisi ne? Onlara serbestçe erişebiliyor; eğer tüketim mallarıysa onları istediği gibi kullanabiliyor. Öyleyse diyebiliriz ki: üretim araçlarının bireysel mülkiyeti, ürünler üzerinde şahsi erişim.

İkinci aşama. Kapitalizm. Yukarıda değindiğimiz formların ikisi de yadsınıyor. İşçi artık ne toprağa, ne atölyeye ne de üretim araçlarına serbest erişime sahip. Üretim araçları bir dizi sanayicinin, burjuvazinin özel mülkiyetine dönüştürülmüş durumda. İşçinin artık ürünler üzerinde bir hakkı da yok, tüketim malları olsalar dahi zira bunlar da toprak veya fabrika sahibinin mülkiyetine dönüştürülmüş durumda.

Üçüncü aşama. Yadsımanın yadsıması. “Mülksüzleştirenler mülksüzleştiriliyor”; fakat bu,  atölye ve tarlaların üretim araçlarında genelleşmiş bireysel mülkiyetin yeniden temini için kapitalistlerin elinden alındığı anlamına gelmiyor. Bu sosyalizm değildir; küçük burjuvazinin ve bugünün İtalyan Komünist Partisinin “herkes mülk sahibi”  formülüne tekabül eder. Üretim araçları sosyal mülkiyete çevrilir çünkü üretimi “toplumsal” bir gerçeklik yapmış olan “kapitalist dönemin edinimleri korunur”. Özel mülkiyet olmaktan çıkarlar. Peki ya tüketim maları? Bunlar toplum tarafından tüm tüketicilerin yani bütün bireylerin tüketimine sunulurlar.

Velhasıl ilk aşamada ufak miktarda üretim aracının sahibidir ve her birey tüketim mallarının ve ürünlerin erişimine sahiptir. Üçüncü aşamada bireylerin üretim araçlarını özel mülkiyetlerine almaları yasaktır, bunlar doğaları gereği sosyaldirler, fakat birey – kapitalizmin ondan aldığı – tüketim mallarına her zaman serbest erişime sahip olma fırsatı garantisine sahiptir. Bu demektir ki makinelerin, fabrikaların vs. toplumsal mülkiyetiyle her işçinin daha önce kapitalizm öncesi zanaatkâr-köylü toplumlarındaki gibi tüketim mallarının bir kısmına nazaran “bireysel mülkiyeti” tamamen farklı bir formda yeniden doğmuştur; bu ilişki artık özel değil toplumsaldır.

İki yadsınma bizi tekrar iktisadın başlangıç noktasına, dağılmış, yalıtık üretime götürmedi, çok ötesine, daha yüksek bir düzeye, tüm malların komünist idaresine götürdü ki burada, en sonunda mülkiyet, mallar ve şahsi pay terimleri tüm anlamlarını kaybettiler.


6. Bilgi teorisi

Marx’ın tarihsel aşkınlık eskizini netleştirdikten sonra, yöntemsel incelemelerimiz bakımından Engels’in Dühring’e karşı yazdıkları büyük önem taşıyor.
     «Marx, ancak ekonomik ve tarihsel tanıtlamasını bitirdikten sonra (…) yadsımanın yadsınması sürecini” niteler. “gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracıyla tanıtladıktan sonradır ki Marks, bu süreci ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir.” Ne “yadsımanın yadsınmasının geçmişin bağrından geleceği doğurtarak burada ebe kadın görevi göreceğini” iddia eder ne de “bizi toprak ve sermaye ortaklığının (bay Dühring’in ete kemiğe bürünmüş bir çelişkisi) bir zorunluluk olduğuna inandırmak için, bizden yadsımanın yadsınmasına saygı göstermemizi” ister.

Sonuç olarak, (Marx’ın Kapital’in Önsözünde dediği üzere) diyalektiği gerek analitik araştırmanın nasıl sağlamlaştığını açıklamak için, gerekse geleneksel teorik formların yarattığı engelleri yıkmak için kullanırız. Marx’ın diyalektiği en kuvvetli yıkıcı güçtür. Filozoflar sistemler inşa etmek için çaba sarf etmişlerdir. Diyalektik devrimciler güç kullanarak geleceğe giden yoldaki pekişmiş formları yıkarlar. Diyalektik, bir kere kırıldı mı düşünce biçimlerinin ebedi değişmezlik büyüsünü de bozan duvarları yıkmak için bir silahtır ve böylelikle toplumsal formların devrimci dönüşümünde ifade bulan düşünce biçimlerinin sürekli değişegeldikleri anlaşılır.

Bilişsel yöntemimiz bizi, Benedetto Croce’nin, diyalektik materyalizmi popülerleştirmeye çalışan ve Stalinist kaynaklarca basılan çalışmalara yönelik tutkulu saldırının zıt kutbuna götürmeli. “Diyalektiğin yalnızca zihinsel kategoriler arasındaki ilişkilerde bir yeri vardır ve kadim ve hazin olanı, değer ve değersizlik, hakikat ve yalan, iyi ve kötü, olumlu ve olumsuz, varlık ve hiçlik arasındaki neredeyse çaresiz görünen düalizmi aşması icap eder.”

Bizim için – tam aksine – diyalektiğin yeri sürekli değişime tabi olan ve insan düşüncesinin doğa süreçlerini yansıtmak ve tarihini anlatmak için kullandığı bu temsillerdedir. Bu temsiller bir ilişkiler veya dönüşümler toplamıdır ve maddi dünyanın iki alanının birbirini nasıl etkilediği için geçerli olandan farkı olmayan bir yöntemle erişilebilirlerdir.

“Modern” muhafazakâr düşünce deneycilik ve eleştirinin güçlerini hem doğanın hem de insan toplumunun kanunlarını bilme imkânını ortak bir biçimde reddetmekte birleştirmeye çalıştığında bu karşı-devrimci aldatmacaya dikkat çeken ve deva bulan Lenin’di.

Oturmuş konumların konformizmiyle bağlantılı olan Rusya’daki mevcut iktidar düzeni böylesi bir mücadeleyi sürdürme imkânına sahip değil, bilimsel dünyada bile: Marksist ekolün teori alanında ortaya koyduğu kendinden emin savunu ve saldırı, dünya kapitalist entelektüellerinin ve devasa propaganda aygıtının çaresiz karşı saldırısı ile yıkım tehlikesi yaşıyor. Böylesi bir durumun önüne geçmenin tek yolu diyalektiğin alevini imtiyazın yapay yapılarını ve şaşmaz yeniliklere duyulan metafizik imanın damarlarına taşımakta özgür, radikal bir parti çalışmasının temellerinin inşasıdır.

Komünist devrimin doktrini ne papaz ister ne Kâbe.