|
|||||||||||||||||||||
Ortadoğu’da Devlet Oluşumu ve Toplumsal Mücadelelere İlişkin Marksist Ders (“Lezione marxista della formazione di Stati e delle lotte sociali in Medio Oriente”, Comunismo, s.12 ‑ Haziran 1983) |
|||||||||||||||||||||
|
İsrail ve Gazze arasında devam etmekte olan acımasız savaşı göz önünde bulundurarak, Filistin ve Orta Doğu sorunu üzerine 1983 tarihli Ortadoğu’da Devlet Oluşumu ve Toplumsal Mücadelelere İlişkin Marksist Ders başlıklı eski çalışmamızı sunuyoruz. O tarihten bu yana Parti, Communist Left’te "İsrail-Filistin Trajedisinin Altında Yatan Toplumsal ve Sınıfsal Sorunlar" (CL 18, 2003) ve "İsrail ve Filistin’de Ekonomi ve Toplum" (CL 46, 2020) başlıklı bir makale ve bir genel toplantı raporu yayınladı. Bu metinlerden, 1983 tarihli çalışmanın yayınlanmasından sonra meydana gelen önemli olayların anlamını özetlemek için yararlanıyoruz.
Filistin sorunu nihayet 1993 yılında, 1987’de başlayan İsrail işgaline karşı kitlesel Birinci İntifada protestoları sırasında, Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki gizli müzakerelerin ardından resmi olarak ’çözülecekti’. Bu anlaşma ile İsrail ve FKÖ kendilerini resmen kendi halklarının meşru temsilcileri olarak tanıdılar.
2003 yılında şöyle yazmıştık:
"Oslo anlaşması İsrail burjuvazisi için çok avantajlıydı, toprak, ekonomik ve sosyal talepleri açısından onu tatmin etti ve aslında ona arzulayacağı çok az şey bıraktı. Ürkek ve yozlaşmış Filistin burjuvazisi tarafından kabul edilen anlaşma, proletaryasını hapsetmeyi vaat ettiği, yerelde ya da İsrail’de ucuz işgücü olarak kullanılacak bir kukla devlet, bir ’bantustan’ kurulmasını öngörüyordu.
İsrailliler ve Amerikalılar tarafından tedarik edilen ve eğitilen güçlü bir baskı aygıtıyla donatılan burjuva Filistin Ulusal Yönetimi, İsrail’in gölgesinde işlerini yürütme imkanı karşılığında düzeni sağlama görevini üstlendi. Anlaşma aynı zamanda, son elli yıldır büyük stratejik öneme sahip bu bölgeyi paylaşmak ve kontrol altında tutmakla, Filistinlileri (ve İsraillileri) sürekli savaş rehineleri olarak tutarak barışı korumakla ilgilenen Arap ülkelerine ve Avrupa’ya kolay kazançtan adil bir pay garanti edecekti.
Oslo Anlaşmalarının savunulması, İsrail burjuvazisi ve devletiyle itaatkâr işbirliği artık tamamlanmış olan Filistin liderliği tarafından gülünç seviyelere çekilmiştir. Filistin polisi ve istihbarat servisleri, İsrail polisi ve istihbarat servisleri ve ABD istihbarat servisleri ile tam bir işbirliği yaparak, sadece mevcut muhaliflerinin değil, aynı zamanda en mücadeleci proleter grupların da aleyhine bilgi sağlamışlardır. Aynı durum, Filistin Ulusal Yönetimi’nin kendi ’özerk’ polis güçlerinin ilgi odağı olan Filistinli sendikaların liderleri için de geçerlidir.
Ekonomi cephesinde bile İsrailli ve Filistinli işverenler arasındaki işbirliği sözkonusudur: ’Anlaşmada resmileştirilen bağların ötesinde,’ diye yazıyor N. Pacadou Mart 2001 tarihli Le Monde Diplomatique’de, ’Filistin topraklarının Yahudi devletine ekonomik bağımlılığı gerçeği, Filistin Ulusal Yönetimi’nin "askeri-ticari kompleksini" İsrailli yetkililerle yakından birleştiren çıkar ağlarını sürdürüyor, ki bu olmadan Filistin devletine ait şirketlerin sahip olduğu hammadde ithalatı tekeli kullanılamazdı. Makale şöyle devam ediyor: "Özerkliği neyin oluşturduğuna dair başlangıçtaki belirsizlik Filistin Yönetimini imkansız bir göreve mahkum ediyor: işgalcilerle işbirliği yaparak ulusal mücadeleyi sürdürmek".
Oslo Anlaşması’nın başarısız olmasının nedeni, Filistin baskı makinesinin uluslararası kapitalizm tarafından kendisine verilen polislik görevlerini yerine getirememesi ve getiremeyecek olmasıdır.
Bunun farkında olan İsrail devleti, kendi çıkarlarına hizmet etmenin yanı sıra, yayılmacı politikalarını sürdürmeyi, yeni koloniler kurmayı, toprak ve suyu kamulaştırmayı ve halen Ortadoğu’nun dört bir yanına dağılmış kamplarda yaşayan milyonlarca mültecinin geri dönüşüne yönelik her türlü talebe karşı çıkmayı asla bırakmadı.”
Filistin Yönetimi işbirliğini sıkılaştırdıkça, Filistin milliyetçiliğinin ana örgütü olarak onun yerini almak üzere başka burjuva akımları ortaya çıktı. Bu rolü en iyi yerine getiren örgüt, Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olan Hamas oldu.
2020’de şöyle yazmıştık:
"Hamas, intifadanın kontrolsüz proleter hareketine ve laik FKÖ’ye karşı İsrail istihbarat servisleri tarafından yaratılmış, dincilikle güçlü bir şekilde ilişkilendirilen bir harekettir. Hamas, Şin Bet’ten (İsrail’in iç güvenlik teşkilatı) aldığı fonlarla bir sosyal hizmetler ağı oluşturdu ve Filistin direnişinin temsilcisi haline geldi. İsrail, Hamas’ı örgütlemek için yirmi yıldan fazla zaman harcadı ve kendilerine göre mükemmel sonuçlar elde etti.
Bu köktendinci ve işçi karşıtı hareket hiç kuşkusuz Filistin halkı arasında önemli ölçüde kabul gördü. Siyonist devletin birliği için propaganda malzemesi sağladı ve ’dini fanatiklerin’ ve ’teröristlerin’ sürekli katledilmesini meşrulaştırdı. Elbette tüm bunlar sürmekte olan gerçek savaşı gizlemeye hizmet etmektedir: proletaryaya ve özellikle de Filistin proletaryasına karşı yürütülen sınıf savaşı.
Ortadoğu’daki İslamcı olgu, köylülerin ya da küçük burjuvaların gerici bir hareketi değil, bölgenin finans ve petrol emperyalizminin ve kanlı Batı’nın bir yaratığıdır. Kesinlikle devrim yapmak isteyen burjuva milliyetçilerinin bir hareketi değildir. Yağmacı mali emperyalistler tarafından proleter isyanı ve işçilerin yeniden bir araya gelme sürecinde ortaya koydukları örgütsel biçimleri önlemek ve bastırmak için kullanılan bir araçtır. Tabanı çoğunlukla burjuvazi ve küçük burjuvazi mensuplarından, esnaftan, öğrencilerden, işsizlerden ve bölgedeki İslami Üniversite profesörlerinden oluşmaktadır.
Oslo Anlaşmalarından sonra Hamas ve El Fetih rolleri değiştirerek Hamas’ın terörizmi ile El Fetih’in meşruiyeti karşı karşıya getirdi. Hamas’ın 2006’da El Fetih’e karşı kazandığı seçim zaferi, iki Filistinli milliyetçi parti arasında bir iç savaşa yol açtı ve Hamas’ın kontrolündeki Gazze ile çok daha büyük olan Batı Şeria’da El Fetih tarafından yönetilen kukla bir devlet arasında bölünmüş mevcut Filistin durumuna yol açtı. Her halükarda, kapitalizm o yıllarda Filistin’i hızla yeniden şekillendiriyordu.
Hem İsrail’de hem de Filistin’de kapitalizm eski toplumların tüm izlerini hızla yok etti ve onları kendi imajına göre dönüştürdü, şimdi her ikisi de dünya pazarına sıkı sıkıya bağlı. Arkasında binlerce ölü bırakan kapitalizm, milyonlarca insanın hayatını radikal bir biçimde şekillendirerek onları kendi emrine aldı (...) Tarımın ağırlığı giderek azalırken, hizmet sektörü, inşaat ve sanayi büyüyor. Gazze’de %44 gibi çok yüksek bir seviyeye ulaşan işsizlik, Batı Şeria’da %14 civarında. Gazze’de içme suyu ve elektrik kıtlığı, ekonomik yardımlardaki kesintiler ve işsizlik, kaçınılmaz olarak proleter ayaklanmayı körükleyecek patlayıcı bir durum yaratmıştır.”
Filistin’deki işçi hareketinin tarihinin 2020 raporumuzda yer alan özetini tekrarlamak yerinde olacaktır:
"Filistin proletaryası her zaman tek başına mücadele etmiştir ve son yetmiş yılda maruz kaldığı sayısız katliam bunun kanıtıdır. Baş düşmanı, devrimden bahseden ama İsrail burjuvazisi önünde teslim olan ve ondan para alan kendi hükümetidir.
FKÖ’nün yarattığı bantustan, İsrail’in korkunç sürgün ve yerleşim işkencesiyle birleştiğinde, Batı Şeria’daki sefil durumdan sorumludur.
İsrail devletinin kurulmasından ve Batı Şeria’nın Ürdün tarafından ilhak edilmesinden önce Filistin’deki en büyük sendikal örgüt Arap İşçiler Birliği’ydi. Nakba’dan önce yaklaşık 35.000 üyesi vardı.
İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte sendikal faaliyetlerin odağı Nablus’a kaydı ve sonunda Ürdün sendikal hareketiyle birleşti. Ancak Gazze’de, Mısır yönetimi altındayken, Filistin sendikal hareketi kendi yoluna gitti ve Filistin Sendikalar Federasyonu kuruldu. Federasyon 1969 yılında FKÖ’nün ayrılmaz bir parçası haline geldi.
Ürdün yasaları yürürlüğe girdikten sonra sendikalar sıkı bir kontrol altına alındı. Daha sonra Batı Şeria’nın İsrail tarafından işgal edilmesiyle birlikte 1979 yılına kadar tüm sendikal faaliyetler yasaklandı. Yine de sendika şaşırtıcı bir şekilde büyüdü. 1970’lerin sonunda tahminen 12,000 üyesi vardı.
1980’lerde sendikal hareket 160’tan fazla ayrı sendikaya bölündü ve toplamda 6,000’den az işçiyi örgütledi. Bu bölünmenin nedenleri, proleter hareketi kontrol etmek ve büyüyen kent proletaryasının sınıfsal taleplerini, o sırada Filistin Yönetimi’nin kurulması için müzakerelere hazırlanan reformist hareketin milliyetçi talepleriyle değiştirmek isteyen çeşitli burjuva örgütleri arasındaki sekter mücadelede bulunabilir. Filistin Yönetimi kurulduktan sonra, El Fetih’in ve daha sonra da Filistin Yönetimi’nin müttefiki ve lideri olduğu Filistin Genel İşçi Sendikaları Federasyonu adında üniter bir sendika merkezi doğdu.
2011 ve 2012’de, Arap Baharı sırasında proletarya, artan vergiler ve benzin fiyatları karşısında ekonomik çıkarlarını ve ücretlerinin alım gücünü savunmak için şiddetli öfke gösterileriyle sokaklara döküldü ve Filistin Yönetimi ile doğrudan çatışmaya girdi. Ayaklanmalar, İsrail işgal güçlerinin lojistik desteğine dayanan Filistin güvenlik güçleri tarafından sert bir şekilde bastırıldı.”
Mevcut koşullar altında Filistin Genel İşçi Sendikaları Federasyonu, sadece Filistin rejiminin değil aynı zamanda dolaylı olarak İsrail rejiminin bir örgütü olarak görülmelidir. Her ne kadar sınıf temelli bir sendikal liderlik tarafından kazanılma şansı olmayan bir yapı olsa da, örneğin Türkiye ve İtalya’da olduğu gibi işçiler onun dışında ve ona karşı sendikal organlar oluşturmadığı sürece, enternasyonalist komünistler için onun içinde çalışmak gereklidir. Bu arada, 2004 yılında kurulan Filistin Bağımsız Sendikalar ve İşçi Komiteleri Federasyonu gibi tabandan gelen sendika federasyonları, mevcut liderlerinin reformist ve demokratik ideolojisine rağmen, gelecekteki proleter mücadelelerin daha önemli bir odağı olacaktır.
Bu arada İsrail daha çeşitli bir toplum haline gelmiştir. İşleyişi İsrail kapitalizminin ihtiyaçları tarafından belirlenmekte ve İsrail’deki proletaryanın durumunun gerçekliğini yansıtmaktadır. 2020 raporumuzda İsrail’deki işçi hareketinin tarihi şöyle özetlenmiştir:
"İsrail’de ve İsrailli yerleşimcilerin yerleşimlerinde çalışan Filistinlilere, genellikle İsrail proletaryasının yapmak istemediği en yorucu ve sıkıcı işler veriliyor. Çoğu inşaatlarda çalışıyor, birçoğu da Yahudi yerleşimlerinde yerleşimlerin inşasına yardım ediyor! (...) İsrail’de neredeyse yarım milyon yerli olmayan proleter, inşaat ve tarımda çalışıyor. Ve proletaryanın bu kısmı giderek büyüyor. Çoğunlukla Sudan, Eritre, Doğu Avrupa, Güney Amerika ve Güneydoğu Asya’dan geliyorlar. Çok sömürülüyorlar ve genellikle çok kötü koşullarda çalışıyorlar ama rejimin sendikalarından hiçbir destek görmüyorlar.
Uzun zamandır Yahudi işçi sınıfının neredeyse tek temsilcisi olan sendika konfederasyonu Histadrut, Siyonizm’in temel direği ve sadık destekçisidir. İsrail devletinin kuruluşundan önce kurulmuştur ve tarihsel olarak parlamentodaki Siyonist İşçi Partisi Mapai ile bağlantılıdır.
Histadrut varlığı boyunca Yahudiler ve Araplar arasında ırkçı nefreti körükledi. Bir Arap şubesi ancak 1943’te kuruldu, ancak Arapların ana örgüte kabul edilmeleri 1959’u buldu. Bununla birlikte, Yahudiler ve Araplar arasında her türlü proleter dayanışmanın önüne engeller koymaya devam etti.”
1919’da ve 1924 grevlerinde hem Yahudileri hem de Arapları içeren ve kendiliğinden ortaya çıkan örgütler’ vardı. Histadrut’un işçi sınıfına yönelik pek çok ihanetine rağmen, Yahudi ve Filistinli işçiler arasında cesaret verici proleter dayanışma vakaları da yaşanmıştır. En iyi bilinen örnekler 1946’da 23.000 grevcinin katıldığı genel bir eyleme dönüşen postacılar ve demiryolu işçileri, 1951’de denizcilik işçileri ve 1969’da liman işçileridir.
Ancak İsrail proleter hareketi hızla değişiyor. Çok sayıda göçmen işçinin yanı sıra Filistinli proletaryanın hızlı demografik büyümesi söz konusudur. Yahudi işçilerin Ortodoks Yahudilere karşı hoşgörüsüzlüğü de artmaktadır. Sonuç olarak, Histadrut’tan bağımsız bir dizi sendika ortaya çıktı ve hala çok az etkiye sahip olmalarına rağmen, önemli ulaşım sektöründe birkaç yankı uyandıran grev örgütlemeyi başardılar.
İsrail’deki Yahudi komünistler Histadrut içinde çalışamaz ya da ona katılamazlar. İsrail proleterleri bu sendika federasyonunu dışarıdan yok etmek zorunda kalacaklardır. Nihai mücadele zamanı geldiğinde, bu sendikadan ayrılabilecek tüm Yahudi proleterler bunu çoktan yapmış olacaklardır.
Filistin ve İsrail’deki işçi hareketleri, başta Histadrut olmak üzere rejim sendikalarını, Filistin Genel İşçi Sendikaları Federasyonu’nu ve diğerlerini silip süpürecek bir mücadele dalgasıyla aşağıdan uluslararası bir sendikal cephe yaratmalıdır.
Sonuç olarak, sadece proletarya Ortadoğu’da onlarca yıldır devam eden kanlı trajedilere son verebilir ve bunu da ancak Filistin’deki duruma ilişkin Marksist kavrayışına dayanarak her türlü ulusal baskıya ve sınıf işbirliğine aynı anda karşı çıkan Enternasyonal Komünist Partisini güçlendirerek yapabilir.
"Parti, bölgedeki tüm ulusal burjuva hareketlerin, pan-Arabizm tarafından
üstlenilen kavgacı ve aşırı devrimci eylemlerden bağımsız olarak, emperyalizm
karşısında teslim olmaya mahkum olduğunu öngörmüş ve tarih de bunu doğrulamıştır.
Artık çifte devrime yer yoktur, yalnızca işçi sınıfı mücadelesinin ve bu
mücadeleyi yürütmek için gerekli örgütlerin geliştirilmesine yer vardır; bu
mücadele, zamanı geldiğinde, ayaklanmaya giden silahlı bir mücadeleye
dönüşecektir. Bu mücadelenin rehberi proletaryanın kurtuluşunun tarihsel
doktrini, yani komünizm olacaktır.
1983 Önsözü
Aşağıdaki metin, üç kıtanın kesişme noktası ve karşıt emperyalist hizalanmaların kaçınılmaz temas ve çatışma noktası olan Ortadoğu bölgesini son yarım yüzyılda etkileyen toplumsal mücadeleler, devletlerin oluşum süreci ve aralarındaki savaşlar üzerine partinin geçmiş ve şimdiki çalışmalarını okuyucuların ve basınımızı takip eden proleterlerin dikkatine yeniden sunmaktadır.
Metin, kısaca özetlediğimiz olaylar dizisinin izini sürmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası, Türk imparatorluğunun çöküşü ve Fransız ve İngiliz emperyalizmlerinin tüm bölgeye yerleşmesi, kısmen çeşitli Arap şerifleri, prensleri ve kralları arasındaki kabile bağlarının -var olmayan bir sınıf olan Arap burjuvazisinin demeyelim- değil, pan-Arabizmin zayıflığı nedeniyle gerçekleşmiştir.
1930’larda, o zamanlar İngiliz mandası altında olan Filistin’e Yahudi göçü, Avrupa ve dünya ekonomik krizinin ve Almanya ile Rusya’nın antisemit politikalarının bir sonucu olarak muazzam bir şekilde artar. Uluslararası Yahudiler, Arap köylü nüfusunun geri kalmış burjuva öncesi toprak mülkiyeti sistemlerinden önce ekonomik, sonra da silahlı olarak mülksüzleştirilmesine başlar: burjuva "Yahudi" mülkiyeti, "Arap" mülkiyetinin ancak burjuva öncesi biçimlerini ezer.
Kaçınılmaz olarak - sadece uluslararası emperyalizmin ve bölgenin yeni efendisi ABD emperyalizminin emriyle değil, aynı zamanda modern kapitalizmin bir ifadesi olarak - İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İsrail Devleti kurulur ve zayıf, bölünmüş ve anti-emperyalizm veya devrimciliğin bir ifadesi olmayan Arap devletlerini kolayca yener.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nasır’ın ruhani liderliğini yaptığı Pan-Arabizm geçici bir yaşam için yeniden doğar, ancak dünya pazarına bin bir şekilde bağlı ve bağımlı olan genç Arap burjuvazileri, yoksul halklarından ve proletaryalarından korkarak sadece önemsiz "ulusal" girişimlerde bulunabilirler. Pan-Arabizmin bu ikinci dalgası da bir işe yaramayacaktır.
Arap nüfusun İsrail topraklarından zorla sürülmesi, Arap ülkelerinin bir başka büyük askeri yenilgisiyle sonuçlanan 1967 savaşı ve Tel Aviv devletinin topraksal ve ekonomik genişlemesi, "Filistin sorunu" olarak adlandırılacak olan şeyi belirlemek için bir araya gelen gerçeklerdir. FKÖ kurulur ve sahte "sol" grupların anti-emperyalist ve barikatçı taraftarları "fedayin savaşçılarını" yüceltmeye ve kışkırtmaya başlar. Parti, emperyalizmin kendi ekonomik sisteminin çeperinde, "Üçüncü Dünya "da yenilebileceği ve bu görevin halk tarafından başarılabileceği şeklindeki Guevarist ve Maoist türden yanılsamaların yanı sıra kolaycı softalıkları de frenler. O zaman bile, Filistin’den sürülen Arap yoksulların sorununun çözümünün kesinlikle millet ya da ırk faktörlerinin değil, tüm savaşları ve tüm milli, etnik ya da dini sınırları reddeden saf sınıfsal güçlerin erişiminde olduğu anlaşılıyordu.
Bu, 1973’teki üçüncü Arap-İsrail savaşı karşısında bile keskin bir şekilde tekrarlanmıştır.
İki savaş arasında, 1970’te Ürdün Arap devletinin fedayinleri katlettiği "Kara Eylül" vardır. Bu, yazacaklarımızın toplumsal ve sınıfsal ilişkilerin gerçek temsilinden başka bir şey olmadığının pratik kanıtıdır: sınıfın tanıklık ettiği gibi milliyet ve ırk tarihsel görevlerini yerine getirmiştir!
"Kara Eylül" adlı fukara ve proleter katliamı, 1976’da trajik bir şekilde daha da vahşileşerek tekrarlanacaktır: Tel El Zaatar, tüm milli ve ırksal alanın sonunun ve tersine FKÖ’nün kaçınılmaz olarak tüm bölgede oynamak zorunda olduğu karşı-devrimci rolün bir başka trajik teyitidir.
Son olaylar biliniyor ve ne yazık ki yeni dersler getirmiyor; bunlar sadece zaten izi sürülmüş, zaten bilinen gerçeklerin daha da doğrulanması, dolayısıyla "ana karşı devrimin" ne kadar sağlam ve görkemli olduğunun tezahürleridir. Fakat düşmanın yadsınamaz gücü buysa, Devrimci Parti tarihin kendisine ayırdığı savaş mevzisini terk edebilir mi? Binlerce kez hayır!
Ortadoğu’daki olaylar sadece uluslararası emperyalizmin, İsrail Devleti’nin, Arap devletlerinin ve FKÖ’nün karşıdevrimci gücünün periyodik ve zamanlı bir şekilde yeniden ortaya çıkması olarak değil, aynı zamanda dramdaki tüm bireysel aktörlerin kendi uyandırdıkları ve kışkırttıkları toplumsal güçleri etkisiz hale getirmedeki yetersizliklerinin bir tezahürü olarak okunmaktadır: Savaşlar, ekonomik kriz, sefalet ve vahşi sömürü, bugün millet ve din mitleriyle dizginlenen, ancak yarın milliyetçilikleri, sınırları, ilerici ve gerici devletleri ezip geçecek büyük bir orduyu oluşturma tehdidinde bulunan yoksul ve proleter halkların öfkesini ve umutsuzluğunu besledi ve beslemeye devam ediyor.
Bu, Komünist Devrim Partisi’nin -eskiden beri pozisyonumuz olan- "karşıdevrim dersleri "ni inceleme ve yayma, Solun tüm örgütsel ve taktiksel teslimatlarını keskinlik ve canlılıkla tekrarlama görevine sapmadan sadık kalması koşuluyla mümkün olacaktır. Bu çalışma, bu propaganda, bu yineleme, Batı proletaryası gibi sahte Vatan, Barış ve Antifaşizm mitlerine zincirlenmiş zavallı halkların ve Ortadoğu proletaryasının acılarının gereksiz yere kanamasını kısaltmanın tek yoludur.
Bu zorlu yoldan farklı olan tüm diğer daha "romantik", daha başarılı, daha "kitlesel"
yollar, uluslararası sınıf hareketinin yeniden başlamasının önündeki engellerdir,
Devrimden bir daha asla buluşmamak üzere ayrılan farklı yollardır, sadece Solun
ilk düsturuna çıkar: bizimle olmayanlar bize karşıdır!
* * *
1. Milli ve Antikolonya Devrimler Karşısında Marksizmin Temel Unsurları ve
Komünist Tutum
Komünist Partisi, dünya devrimci süreciyle ilgili tüm sorunları ele alırken, her sorunun ilke verileriyle çözülebileceğini ilan etmesi ve bunun tersi olan son anın verileriyle çözme iddiasını oportünizm olarak kınamasıyla (bu, "gecenin sonunu" bilmeden herhangi bir sorun hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğini iddia edecek kadar ileri giden her zamanki kadar aptalca bir modadır) kendisini diğer tüm parti ve gruplardan ayırır. Sorunları bu şekilde ele almak, oportünizmin temel özelliğine geri dönmektedir: pratikte özgürce hareket edebilmek ("taktik özgürlüğü") için herhangi bir ilkeyle elini kolunu bağlamak istememek ve doktrinde teorinin değersizleştirilmesi ya da en azından pratiğin teoriden ayrılabilirliğinin onaylanması anlamına gelmektedir.
Toplumsal meseleleri ele almanın bu ikili yolu, nihayetinde burjuva-oportünist ve Marksist yöntemler arasındaki karşıtlığa tekabül eder. Birincisi soyut ilkelere göre bir yorum getirerek toplumsal olguları bu soyut ilkelerin bir sonucu olarak değerlendirir (burjuva ve oportünistler arasındaki tek fark, burjuvaların bunu bilinçli olarak ifade etmeleri, oportünistlerin ise farkında olmadan buna varmalarıdır); ikincisi, Marksizm bunları sınıf ilişkileri ve dolayısıyla üretim biçimleri ve devlet biçimleriyle ilişkili olarak değerlendirir; oportünizmin ve açık burjuva akımlarının soyut olarak değerlendirdiği ve Marksizmin bunun yerine diğer tüm sorunlarla yakın ilişki içinde ele aldığı ve her şeyden önce aynı pozitif yasayla karakterize edilen bir bölgesel pazarın oluşumuyla ilgili ulusal olguyu tanımlayan kendine özgü devlet teorisine dayandırdığı ulusal sorun da böyledir.
"Millet, içinde ekonomik dolaşımın serbest, pozitif hukukun üniter olduğu ve genel olarak bir ırk ve dil topluluğunun bulunduğu coğrafi bir ağdır. Klasik antik çağda millet, köleler kitlesini dışlar ve yalnızca özgür yurttaşları tanırdı; modern burjuva anlamında millet, içinde doğan herkesi kapsar. Eğer büyük tarihi Greko-Romen adımından önce millet olmayan devletler bulduysak ve eğer klasik antik çağın sonundan ve burjuva aşamasının başlangıcından önceki dönemde bu tür devletler bulduysak, asla devletsiz bir millet bulamayız. Milli olgunun tüm bu materyalist incelemesi tamamen ve tutarlı bir şekilde Marksist devlet teorisi üzerine kuruludur ve bizi burjuva görüşünden ayıran da tam olarak budur. Milletlerin oluşumu en az diğerleri kadar gerçek ve fiziksel bir tarihsel olgudur, ancak birleşik millet devletiyle birlikte oluştuğunda, toplumsal sınıflara bölünmüş olarak kalır; devlet, burjuvanın istediği gibi, bireylerin, hatta bölgelerin ve belediyelerin bir toplamı anlamında milletin bütünlüğünün ifadesi değil, daha ziyade egemen ekonomik sınıfın çıkarlarının ifadesi ve aracıdır" (Irk ve Millet Etkenleri, 1953).
Bu ilkesel değerlendirmelerden doğrudan ve zorunlu olarak temel ve tarihsel bir tutumun teyidi çıkmaktadır: Marksizmin her zaman milli hareketlere vermek zorunda olduğunu iddia ettiği destek hiçbir zaman soyut ve önkabule dayalı değerlendirmelerden değil, devrimci tarihsel olgularla yakından bağlantılı değerlendirmelerden kaynaklanmıştır.
Bugün, özellikle Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkelerdeki her yaprak kıpırtısında devrimler görmek moda olmuştur: süper-oportünist Üçüncü Dünyacı ideologlar, emperyalist devletlerin, özellikle de Batı emperyalizminin bu halklar üzerinde uyguladığı baskıya karşı "kalkınma" mücadelesinin bir ifadesi olarak, "devrimci ruhun" tarihsel olarak dünya proletaryasından Üçüncü Dünya halk hareketlerine aktarılacağını iddia etmektedirler. Üretim biçimlerinin tarihsel evriminin ve sınıflar arasındaki çatışmanın materyalist ve bilimsel analizinin yerine, "ruh"un iki yayılımı arasındaki mücadeleyi koyuyorlar: "azgelişmişlik" fikrine karşı "gelişme" fikri -kendinde iyi- -kendinde kötü-. Marksist kılığına girmiş bu idealistler sürekli devrimden bahsederler ve sonunda bu muazzam kavramı farklılaşmamış bir jöleye dönüştürürler. Marksizm devrim terimini yalnızca iyi tanımlanmış tarihsel olgulara atıfta bulunmak için kullanır: kölelik karşıtı devrim, anti-feodal burjuva devrimi, anti-kapitalist komünist devrim.
Sadece belirli tarihsel çağlarda sınıflar birbirleriyle açıkça mücadele eder ve tüm çatışma potansiyellerini ortaya koyarlar. Aksine, çok uzun tarihsel çağlarda sınıflar sahneden kaybolmuş gibi görünür ve antagonistik güçleri yalnızca yeraltında hareket ederek gelecekteki patlamaya hazırlanır: bu tür çağlarda, toplumun ekonomik temelinde, bu tür olayları devrim terimiyle adlandırmaya tek başına hak veren ayaklanmaları aramak boşuna olacaktır. En ufak bir "hareket" imasında bile devrimden bahseden oportünizm, ekonomik temel ile üstyapı arasındaki temel bağı ve ilişkiler kümesini tamamen unutmuştur. Dahası: artık bu tür terimlerin anlamını bile yolda kaybetmiştir.
Olası bir terminoloji karışıklığından kaçınmak için, Marksizmin maddi insani ve doğal fiziksel güçlere atıfta bulunan üretici güçlerden söz ettiği hatırlanmalıdır; üretim ilişkileri, toplumsal üretim tarafından belirlenen toplumsal ilişkilerdir ve üretim biçimlerine (Asyatik, antik, feodal, burjuva) göre değişir. Ekonomik değil hukuki yönü yansıtan bir ifadeyle ve tamamen benzer bir şekilde, üretim ilişkileri (toprak üzerinde, köle üzerinde, hizmetçinin emeğinin ürünü üzerinde, metalar üzerinde) mülkiyet ilişkileri olarak adlandırılır ve sınıflar arasındaki aynı toplumsal ilişkiyi ifade eder. Bu ekonomik temel üzerinde, şiddet kullanımının aracını oluşturması ve çeşitli üretim tarzlarının değişiminde radikal bir şekilde değişmesi bakımından kendi maddi yönüne sahip olan hukuki-siyasi üstyapı (yargı, merkezi iktidar) durmaktadır.
Toplumsal şiddetin kullanıldığı yöndeki bu maddi değişimin, insanların ve hatta egemen sınıfın üyelerinin zihninde bu tür değişimlerin yarattığı bilinçle hiçbir ilgisi yoktur: bu çarpıtılmış bilinç, zamanın kültürü tarafından temsil edilir ve egemen sınıfın ideolojisinde yoğunlaşır, dolayısıyla üstyapının bir üstyapısını oluşturur.
Burjuva devrimlerinde devrimci geçiş, iktidarın seçimli parlamenter demokrasi tarafından temsil edilen yeni hukuki-siyasi üstyapı aracılığıyla eski kastlardan burjuvaziye geçişi olarak sunulur. Eski üretim ilişkileri ve mülkiyet biçimleri devrimci olaylar sırasında parçalanır: serfliğin yerini ücretli emek ve toprak da dahil olmak üzere serbest iç ticaret alır. Eski serf çiftçilerin ve zanaatkarların fabrika işgücüne katılmasıyla üretici güçler artar. İdeolojik üstyapı o kadar çabuk değişmez, daha ziyade devrimci olgudan önce başlayan ve ancak komünist devrimle sona erecek olan yavaş bir evrim geçirir. Bu nedenle, burjuvazinin özbilincinden devrimci işlevinin bir açıklamasını istemek tamamen yararsız olacaktır: yalnızca Marksizm, ekonomik yapı ile yasal-siyasal üstyapı arasındaki maddi ilişkileri analiz etmek için burjuva kültürünün ideolojik sınırlarının ötesine geçebilir. Bu nedenle burjuvazi için devrimiyle ilişkili olaylar maddi güçler tarafından değil, ebedi ilkelerin onaylanması, "insan doğası "nın ifadesi, "Akıl "ın onaylanması, "doğal haklar "dan türetilen mutlak değerlerin tüm insanlar tarafından tanınması ile belirlenir.
"Ulusların özgürlük ve özerklik hakkı", devrimci evresinde burjuvazinin özbilincini tam olarak özetlemektedir. Burjuvazi için böyle bir hak "doğal hakkın" bir tezahürüdür, Marksizm için ise böyle bir istek, aynı pozitif yasaya tabi olarak üretici güçlerin burjuva devriminin kendisini proleter devrim yönünde aşmak için gelişmesine izin veren belirli bölgesel sınırlar içinde ulusal pazarın yaratılmasının devrimci gerçeğine karşılık gelir. Dolayısıyla her türlü milli talep Marksizm tarafından tamamen geçici bir şekilde, çifte devrimin anlık bir aşaması olarak desteklenir.
"Burjuvazi her yerde milli bir karaktere sahiptir ve programı topluma milli bir karakter kazandırmayı amaçlar. Mücadelesi millidir ve bu mücadeleye önderlik etmek için, proletaryayı müttefik olarak kullandığı ölçüde, proletaryanın kendisine kadar uzanan bir birlik oluşturur. Burjuvazi siyasi mücadelesine, her modern devlette kendisini devrimci bir milli sınıf olarak kurarak başlar. Ancak proletarya ulusal değil, uluslararası bir karaktere sahiptir.
Bu, proletaryanın milli mücadelelere katılmadığı hipotezine değil, daha ziyade şu diğer hipoteze dönüşür: burjuvazinin devrimci programı milli talebi içerir; zaferi ortaçağ toplumunun ulusal olmayan karakterini yok eder. Proletaryanın devrimiyle ve siyasi iktidarın fethiyle elde edeceği program, enternasyonalizmle karşıtlık içinde olduğu milli talebi içermez. Burjuva ulusu ifadesi özel olarak Marksist bir anlama sahiptir ve belirli bir tarihsel aşamada devrimci bir taleptir. "Genel olarak" millet ifadesi idealist ve anti-Marksist bir anlama sahiptir. Proleter millet ifadesi ne Marksist ne de idealist hiçbir anlam ifade etmez" (Etkenler).
En çürümüş oportünizm de bizimle aynı sonuçlara varır, ancak bu tür tutumların yalnızca teorik ve tarihsel düzeyde geçerli olduğunu, taktik düzeyde ise bunları gerekli dolayımlarla tamamlamak gerektiğini savunur; bu da tam olarak, devrimci bir işlev gördüğü çağda burjuvazi tarafından desteklenenlerin anlamını yitirmiş olsalar bile, ulusal talepler için mücadele eden hareketleri desteklemek üzere komünistlerin fiziksel katılımını sağlar.
Böyle bir oportünizm türüne, her şeyden önce, ilke pozisyonları ile maddi faaliyet arasında çelişki olabileceği ya da başka bir deyişle pratiğin teoriyi inkar edebileceği sonucuna varırsak, Marksizmin tamamını reddetmiş olacağımız yanıtını veririz: aracılık etmek, ilkelere karşıt yönde hareket etmek anlamına gelmez, ancak pratikte, yüzeyde bazen ilkelerle çelişiyor gibi görünen, ancak dinamik olarak değerlendirildiğinde onlarla tamamen tutarlı olan araçları kullanmak anlamına gelir.
Dahası, burjuva milli taleplerine verilen destek - anlaşılır bir şekilde devrimci zemine yerleştirildiklerinde - her zaman burjuva devriminin kendisinin ve dolayısıyla milli kapsamının üstesinden gelmek amacıyla proleter örgütlenmenin güçlendirilmesini teşvik eden bir öneme sahip olmuştur.
Bu nedenle, tarihsel olarak, milli taleplerin desteklenmesine ilişkin taktiksel sorun bile, adına layık Marksistler için, diyalektik terimlerle, yani proletaryanın milli burjuva ve küçük burjuva unsurlarla birlikte mücadele etmekte başarısız olamayacağı ve böylece ulusal değil uluslararası olan özgül programıyla yeniden bağlantı kurduğu anda, bu tür taleplerin her türlü önkabule dayalı geçerliliğini reddederek ortaya çıkar.
"Meselenin diyalektik özü, burjuva ve sınıf devletleri ile işçi partisi arasında devrimci anti-feodal amaçlar için fiziksel mücadelede bir ittifakı, sınıf mücadelesi doktrini ve siyasetinin reddedilmesiyle özdeşleştirmek değildir, Ama bu ittifakın gerekli ve kaçınılmaz olduğu tarihsel koşullarda ve coğrafi bölgelerde bile, burjuva ve küçük burjuva unsurların uğruna savaştıkları amaçların ve ideolojilerin teorik programatik ve siyasi eleştirisinin bozulmadan kalması ve hatta sonuna kadar götürülmesi gerektiğini göstererek" (Devrmci Komünizmin Temelleri).
Bugün ulusal sorunun çözülmesi zor görünmektedir zira Parti’ye, yetersiz toplumsal tutarlılığının yerine getirmesini engellediği taktik görevler yüklemektedir; tıpkı sendika sorununun ve genel olarak herhangi bir taktik sorununun çözülmesi kadar zor görünmektedir. Bununla birlikte, nasıl ki Parti mümkün olan en düşük seviyeye indirilmiş olsa da sendikal eyleminden mümkün olduğunca gönüllü olarak vazgeçmiyorsa, tarihin henüz gündeme getirebileceği nihai milli devrimlerdeki pratik işlevini doğru terimlerle belirtmekten vazgeçmediğini her zaman beyan etmiş ve beyan etmektedir.
"Günümüz dünyasında etnik ve milli etkenlerin hala en büyük etkiye ve nüfuza sahip olduğunu ve kapitalizm öncesi (Asyatik, köleci, feodal) biçimlere karşı toplumsal bir devrimle bağlantılı milli bağımsızlık için ayaklanmaların, modern tipte ulusal devletlerin (örneğin Hindistan, Çin, Mısır, İran vb.) kurulmasıyla birlikte sosyalizme geçişin gerekli koşulları niteliğini taşıdığı zaman ve mekan sınırlarının tam olarak incelenmesi gerektiğini görmemek ve inkar etmek en büyük hata olacaktır" (Temeller).
Bu görevi bilinçli bir şekilde ve uluslararası proleter devrim hedefini daima göz önünde tutarak yerine getirmek için, öncelikle hangi sınıfların milli sorunun devrimci çözümü için gerçekten mücadele ettiğini anlamak gerekir. Marksizm için, aşağıdan burjuva devrimi ile yukarıdan radikal ve burjuva devrimi arasındaki ayrım temel bir öneme sahiptir; çünkü birincisi, proletarya partisi süreç boyunca etkin bir şekilde güçlendirildiği ölçüde proleter devrime dönüştürülebilirken, ikincisi için aynı şey söylenemez. Bu bağlamda, İngiliz ve Fransız devrimlerinden sonra burjuvazinin artık burjuva devrimi açısından bile radikal anlamda devrimci bir sınıf oluşturmadığı Marksizmin tarihsel pozisyonudur: muhafazakar anlamda bu tarihsel geri çekilme, hem 1848 Alman Devrimi’ne atıfta bulunan Marx hem de Rus Devrimi’ne atıfta bulunan Lenin tarafından zaten belirtilmiştir.
"1648 ve 1789 devrimleri İngiliz ya da Fransız devrimleri değildi: Avrupa tarzı devrimlerdi. Bu devrimler, toplumun belirli bir sınıfının eski siyasi düzen üzerindeki zaferini değil, yeni Avrupa toplumunun siyasi düzeninin ilanını ifade ediyordu. Bu devrimlerde burjuvazi kazandı, ama burjuvazinin zaferi yeni bir toplumsal düzenin zaferiydi (...) Prusya Mart Devrimi’nde bunların hiçbiri olmadı (...) Prusya burjuvazisi, 1789 Fransız burjuvazisi gibi, eski toplumun temsilcileri olan krallar ve soylular karşısında modern toplumun tamamını temsil eden bir sınıf değildi. Halka olduğu kadar kraliyete de karşı olan, her ikisine de direnme kaygısı taşıyan, karşıtlarının her birine karşı onları daima önde ya da arkada gördüğü için kararsız olan; başından beri halka ihanet etmeye ve kendisi de eski topluma ait olduğu için eski toplumun taçlı sembolüyle uzlaşmaya eğilimli olan; eski topluma karşı yeni bir toplumun çıkarlarını değil, eski bir toplum içinde yenilenmiş çıkarları temsil eden bir tür düzen düzeyine düşmüştü (...) Fransız burjuvazisi işe köylüleri özgürleştirerek başladı. Ve köylüleriyle birlikte Avrupa’yı fethetti. Prusya burjuvazisi en dar ve en olumsal çıkarlara öylesine kapılmıştı ki, kendi doğrudan müttefikleriyle alay etti ve böylece onları feodal karşıdevrimin elinde alet haline getirdi" (Marx, Neue Reinische Zeitung’da 10, 16 ve 31 Aralık 1848 tarihli "Burjuvazi ve Karşıdevrim" başlıklı bir dizi makale).
"Burjuva devrimi kavramı, onu yalnızca burjuvazinin gerçekleştirebileceği anlamına gelmiyor mu? Menşevikler bu görüşte sık sık sapıyorlar. Ancak bu görüş Marksizmin bir karikatürüdür. Ekonomik-sosyal içeriği nedeniyle burjuva olan kurtuluş hareketi, itici güçleri nedeniyle böyle değildir. İtici güçleri burjuvazi değil, proletarya ve köylülük olabilir. Bu neden mümkündür? Çünkü proletarya ve köylülük, serfliğin altı erdeminden geriye kalanlardan burjuvaziden daha fazla muzdariptir; özgürlüğe ve büyük toprak sahiplerinin boyunduruğunun yıkılmasına daha fazla ihtiyaçları vardır. Öte yandan burjuvazi kendisini tam özgürlüğün tehdidi altında görmektedir (...) Burjuvazinin devrimi yarı özgürlükle, eski iktidarla ve büyük toprak sahipleriyle bir alışverişle sona erdirme arzusu buradan kaynaklanmaktadır. Bu arzunun kökleri burjuvazinin sınıf çıkarlarına dayanmaktadır ve Alman burjuva devriminde o kadar canlı bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, komünist Marx o dönemde proleter politikanın tüm gücünü uzlaşmacı burjuvaziye karşı mücadelede yoğunlaştırmıştır. Burada, Rusya’da burjuvazi daha da aşağılıktır ve proletarya 1848 Alman proletaryasından çok daha bilinçlidir. Bizde burjuva demokratik hareketin tam zaferi ancak uzlaşmacı liberal burjuvaziye rağmen, ancak demokratik köylü kitlelerinin tam özgürlük ve tüm topraklar için mücadelede proletaryayı izlemesi durumunda mümkündür" (Lenin, Kır Sorunu ve Devrimin Kuvvtleri, 1 Nisan 1907; Comunismo No. 8’den aktarılmıştır).
Burjuvaziyi tarihsel ölçekte artık radikal anlamda devrimci olmayan bir sınıf haline getiren temel bir ekonomik kök vardır ve bu kök, radikal bir burjuva devriminin eski feodal ya da arkaik toprak mülkiyeti biçimlerinin tamamen yok edilmesi anlamına geldiği gerçeğinden oluşur; bu, Marx’ın Artı Değer Teorileri’nde belirttiği gibi, burjuvazinin bir sınıf olarak artık "topraksallaştığı" için ulaşamayacağı bir çözümdür ve bu olgu artık burjuva devriminin kendisinin henüz tamamlanmadığı ülkeleri bile etkilemektedir.
Dolayısıyla milli soruna devrimci-radikal bir çözüm için yalnızca proletarya ve yoksul köylülük mücadele edebilir. Bu önemlidir çünkü ezilen milliyetlerin eşit hak taleplerini haklı olarak desteklemek zorunda kaldığımızda bile burjuva partilerinin milli programlarının en keskin eleştirisini yapmamız gerektiğini açıklar. Bu tür liberal burjuva partileri, milliyetlerin "kültürel" olarak ayrılması ihtiyacını ideolojik argümanlarla desteklerlerdi. Bu ihtiyaç, örneğin Birinci Büyük Savaş’tan önceki yıllarda Ukrayna milliyetçileri ve Rusya’daki Yahudi Bund tarafından savunuluyordu. Lenin bu tür partilere, komünist devrimci programı bütünüyle ilişkili ilkeli argümanlar ortaya koyarak şiddetle yanıt verdi.
"Sonuç şudur ki, tüm burjuva liberal milliyetçiliği işçi sınıfı ortamında en derin yozlaşmayı eker ve özgürlük davasına ve proleter sınıf mücadelesine en ciddi zararı verir. Ve burjuva (ve burjuva-feodal) eğilim kendini "milli kültür" parolasının arkasına yerleştirdikçe bu daha da tehlikeli bir hal almaktadır. Milli kültür adına - Belarus, Polonya, Yahudi, Ukrayna vb. - merkezciler ve din adamları ile tüm ulusların burjuvaları kirli, gerici işlerini yapıyorlar. Bir Marksist olarak, yani sınıf mücadelesi açısından baktığımızda, parolaları boş ’genel ilkeler’, deklarasyonlar ve güzel sözlerle değil, sınıfların çıkarları ve politikalarıyla karşılaştırdığımızda, çağdaş milli yaşamın gerçekliği ile yüzleşiriz" (Lenin, Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Açıklamalar, Ekim 1913, s. 14-15).
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, yani ulusların bağımsız devletler kurma hakkı, Marksistler tarafından her zaman burjuvazinin devrimci işleviyle doğrudan ilişkili olarak savunulur, ancak bu savunma ne en ileri devletlerin kendi aralarında eşit haklara sahip olarak yürüttüğü çeşitli milliyetlerin asimilasyon süreciyle, ne de hangi milliyete mensup olurlarsa olsunlar tüm işçilerin örgütsel birliğiyle bağdaşır. Bunun aksini, yani işçilerin milliyet ilkesine göre örgütsel olarak ayrılması gerektiğini, çünkü ezilen ulusun işçilerinin ezen ulusun işçileriyle çelişen sınıf çıkarlarına sahip olacağını savunanlar, açıkça burjuva ideolojilerinin savunucuları haline gelirler.
Lenin devam ediyor: "Rus Ortodoks Marksistlerinin asimilasyonculuğuna karşı en yüksek sesle çığlık atanlar, genel olarak Rusya’nın Yahudi milliyetçileri ve bunların arasında özellikle Bundistlerdir. Şimdi, yukarıda belirtilen verilerden de anlaşılacağı üzere, tüm dünyada yaşayan on buçuk milyon Yahudi’nin yaklaşık yarısı uygar dünyada, maksimum asimilasyon koşullarında yaşarken, sadece Rusya ve Galiçya Yahudileri, talihsiz, zulme uğramış, haklarından mahrum bırakılmış, Purisckevikler (Ruslar ve Polonyalılar) tarafından ezilmiş, minimum asimilasyon, maksimum izolasyon, sabit ikamet, numerus clausus ve diğer Purisckevik tarzı zevklerle yaşamaktadır. K. Kautsky ve O. Bauer, uygar dünyada Yahudilerin bir millet olmadığını, çünkü orada azami asimilasyona uğradıklarını söylüyor. Galiçya ve Rusya’da Yahudiler bir millet değildir; ne yazık ki (kendi hatalarından değil, Purisckevic’in hatasından dolayı) hala bir kasttırlar. İşte Yahudiliğin tarihini bildiğinden kuşku duyulmayan ve yukarıda alıntılanan gerçekleri dikkate alan kişilerin tartışılmaz yargısı. Bu gerçekler neyi kanıtlıyor? "Asimilasyona" karşı sadece gerici Yahudi küçük burjuvaların çığlık atabileceğini, tarihin tekerleğini geriye doğru döndürmeye hevesli olduklarını, onu Rusya ve Galiçya rejimlerinden Paris ve New York rejimlerine değil, tam tersine hareket etmeye zorladıklarını. Asimilasyona karşı, dünya tarihinde önemli bir rol oynayan ve dünyaya demokrasi ve sosyalizmin ilerici liderlerini armağan eden en iyi Yahudiler hiçbir zaman çığlık atmadılar. Asimilasyona karşı sadece "Yahudi geçmişine" saygı duymaya devam edenler çığlık atıyor (...) Milliyetçi önyargılara saplanmamış olanlar, kapitalizm tarafından yürütülen ulusların asimilasyonu sürecinde büyük bir tarihsel ilerleme, özellikle Rusya gibi geri kalmış ülkelerde çeşitli uzak köşelerin ulusal geri kalmışlığının yok edilmesini görmezden gelemezler.
"Rusya’yı ve büyük Rusların Ukraynalılara karşı tutumunu ele alalım. Elbette her demokrat, hele hele Marksistler, Ukraynalılara yönelik duyulmamış aşağılamalara karşı şiddetle mücadele edecek ve onların tam hak eşitliğini talep edecektir. Ancak bugün tek bir devlet çerçevesinde var olan Ukrayna ve büyük Rusya proletaryası arasındaki bağı ve ittifakı zayıflatmak, sosyalizme açıkça ihanet etmek ve Ukraynalıların burjuva "milli görevleri" için bile olsa aptalca bir politika yürütmek anlamına gelecektir. Lev Iuskeviç, Ukrayna ulusal davasının anlık başarısı adına iki ulusun proletaryasının birlik, kaynaşma ve asimilasyon çıkarlarını denize attığında, gerçek bir burjuva gibi ve dahası dar görüşlü, sınırlı, kalın kafalı bir burjuva gibi, yani bir küçük burjuva gibi davranmaktadır. Önce milli dava, sonra proleter dava: diyor burjuva milliyetçileri ve onlarla birlikte Bay Iuskeviç, Dortsov ve diğer sözde Marksistler.
"Önce proleterya davası diyoruz, çünkü sadece emeğin ve insanlığın kalıcı ve radikal çıkarlarını değil, aynı zamanda demokrasinin çıkarlarını da güvence altına alıyor ve demokrasi olmadan özerk ve bağımsız bir Ukrayna düşünülemez (...) Eğer bir Ukraynalı Marksist, büyük Rus zalimlere karşı duyduğu tamamen meşru ve doğal nefrete kendisini kaptırır ve bu nefretin küçük bir parçasının bile, sadece dışsallık biçiminde bile olsa, büyük Rus işçilerinin proleter kültürüne karşı yönelmesine izin verirse, bu Marksistin kendisi de burjuva milliyetçiliği bataklığına kayacaktır. Benzer şekilde, büyük-Rus Marksisti de, Ukraynalıların tam yasal eşitliği iddiasını ya da bağımsız bir devlet kurma haklarını bir an için bile unutursa, sadece burjuva değil, hatta ceberrut milliyetçilik bataklığına kayacaktır" (a.g.e.).
Burjuva devrimlerine ve ilgili ulusal özerklik iddialarına yönelik Marksist tutumu bu pozisyonlarda özetleyebiliriz; bu pozisyonlardan aynı zamanda bu iddiaların desteklendiği sınırlar da ortaya çıkar:
1) Burjuva devrimini tamamen aşağıya itme eğiliminde olan, kapitalist üretim ilişkilerinin yukarıdan aşağıya uygulanması ihtimaline karşı aşağıdan devrimi destekleyen tüm teşebbüslere destek (Junker ve Stolypin yöntemi). Bu amaçla, tarımdaki eski üretim ilişkilerinin tamamen koparılmasını, eski toprak mülkiyetinin yok edilmesini ve özellikle kapitalist üretim tarzının geliştirilmesini en iyi destekleyen önlem olarak toprağın kamulaştırılmasına işaret etmektedirler.
2) Burjuva devrimini sonuna kadar götürebilecek her milli talebi kararlılıkla desteklerken, aynı zamanda burjuvazinin ve küçük burjuvazinin ütopik milli programlarının acımasız bir eleştirisini de yapar, üstelik bugün artık devrimci olmayan sınıflar olarak. Proleter örgütlenme diğer sınıflarınkinden oldukça farklı ve farklı milliyetlerden proleterler arasında benzersiz olmalıdır. Proleter mücadele her zaman milli mücadelenin önüne konulmalı, devrimci burjuva-milliyetçilerini, komünizm için, proleter mücadelenin uluslararası birliği için tüm milli düzenlemelerin üstesinden gelme beklentisiyle anlık müttefikler olarak görüldüğü ilan edilmelidir. Rusya’da olduğu gibi bugün de yalnızca yoksul köylüler devrimci olabilir; ancak bu, ticaret ve sanayi burjuvazisinin artık devrimci olmayan bir sınıf olduğu ve küçük köylülerin de burjuva sınıfının bir parçası olduğu yönündeki tarihsel yargıyı akılda tutarak, her bir özel duruma referansla incelenmesi gereken bir konudur.
3) Kendi kaderini tayin ve yasal-siyasi milli bağımsızlık iddiasıyla ilgili olarak, ne sözde "kendi kaderini tayin hakkı"na ne de farklı milliyetlerin olası bir "asimilasyon" sürecine yönelik hiçbir önyargıya yer verilmez. Her halükarda, bir yandan tüm milli ayrımcılığın ortadan kaldırılması için verilen mücadele, diğer yandan da bu mücadelenin uluslararası proleter mücadeleyle bağlantısı her zaman vurgulanmalıdır.
Bu bağlamda, Marx ve Engels’in İrlandalıların ve Amerikan yerlilerinin İngiliz karşıtı ya da Jön Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı mücadelelerine dair tutumları aydınlatıcıdır. Marx ve Engels, birkaç yıl boyunca, bu konuda çelişkili görünen pozisyonları savunurlar: bazen ezilen ulusların milli sorunlarının yalnızca gelişmiş uluslardaki proleter devrimle çözülebileceğini, bazen de gelişmiş uluslardaki proleter devrimin kendisinin ancak ezilen ulusların tam kurtuluşunun bir sonucu olarak mümkün olacağını savunurlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1853’teki krizi sırasında Marx ve Engels "Türk sorununun çözümünün Avrupa devrimine bırakıldığını" savunmuşlardır. Benzer şekilde Marx, Ağustos 1853 tarihli bir makalesinde, Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin sonuçlarını şöyle değerlendirir: "İngiliz burjuvazisi ne yapmaya ikna edilirse edilsin, kitlelerin toplumsal koşullarını ne özgürleştirecek ne de maddi olarak iyileştirecektir; bu koşullar yalnızca üretici güçlerin gelişmesine değil, aynı zamanda bunların Hint halkı tarafından sahiplenilmesine de bağlıdır. Ancak yapmadan edemeyeceği şey, bir ve diğer sorunun çözümünün maddi öncüllerini ortaya koymaktır. Burjuvazi hiç daha fazlasını yaptı mı? Bireyleri ve halkları kan ve pisliğe, sefalet ve vahşete sürüklemeden ileriye doğru bir adım attı mı? Hintliler, İngiltere’de egemen sınıflar sanayi proletaryası tarafından alaşağı edilinceye ya da Hindular İngiliz egemenliğinin boyunduruğundan kurtulacak kadar güçleninceye kadar, İngiliz burjuvazisi tarafından aralarına ekilen yeni toplum unsurlarının meyvelerini toplayamayacaklardır" (Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Sonuçları).
Aynı yıllarda İrlanda’nın bağımsızlığı için verilen mücadelede de aynı tutumlar sergilenmiştir. Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerine Aralık 1913 tarihli makalesinde, Marx’ın Engels’e yazdığı 10 Aralık 1869 tarihli bir mektuba atıfta bulunur; bu mektuptan Marx’ın İrlandalıların milli mücadelesi ile İngiltere’deki sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiler konusunda "fikrini değiştirdiği" ve yalnızca İrlanda’nın tam kurtuluşunun İngiliz işçi sınıfının İngiliz burjuvazisine karşı mücadele etmesini sağlayacağını savunduğu anlaşılmaktadır. "İster "uluslararası" ister "insani" olsun -Uluslararası Konsey’de söylenmeye gerek duyulmayan- herhangi bir "İrlanda için adalet" ifadesinden bağımsız olarak, İngiliz işçi sınıfının İrlanda ile mevcut bağlarından kurtulması doğrudan ve mutlak çıkarınadır. Bu, kısmen İngiliz işçilerinin kendilerine iletemediğim nedenlerden dolayı benim en derin inancımdır. Uzun bir süre boyunca, İngiliz işçi sınıfının yükselişi yoluyla İrlanda rejimini yıkmanın mümkün olduğuna inandım. New York Tribune’de her zaman bu görüşü savundum. Şimdi daha derin bir çalışma beni aksi yönde ikna etti. İngiliz işçi sınıfı İrlanda kurtulmadan asla bir şey yapmayacaktır (...) İngiltere’deki İngiliz gericiliğinin kökleri İrlanda’nın boyunduruk altına alınmasına dayanmaktadır" (Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nda alıntılanmıştır).
Marksizm -bu bir aksiyomdur- özellikle bu gibi hayati önem taşıyan konularda çelişkilere tahammül etmez; taban tabana zıt görüşler ileri sürülebilseydi tüm doktriner iskeleti çökerdi; ne de Marx ve Lenin her sabah hangi politikanın izleneceğine karar verecek adamlar değildi. Bu nedenle, soruna ilişkin hakiki Marksist tutumun ayrılmaz birliğini kavramak için, yalnızca çelişkili görünen bu iki pozisyonu birleştiren diyalektik bağı kavramak gerekir. Aslında bu, komünizmin dünya zaferine götürecek olan tarihsel dönem boyunca geçerli olan temel pozisyondur: gerçekten de tezimiz, zaferin, Dünya Komünist Partisi tarafından yönetilen metropollerin proleter hareketi ile milliyetçi anti-emperyalist hareketlerin tek bir dünya mücadelesinde birleşmesi koşuluyla mümkün olacağını söylemektedir.
Aslında böyle bir pozisyonun, diğer "barbar" hareketlerle karışmaması gereken proleter mücadelenin "saflığı" adına böyle bir ittifakı reddedenlere (Serrati) karşı Komünist Enternasyonal’in bayrağı olması tesadüf değildir. Marx’ın bazı dönemlerde metropollerdeki proleter hareketlere, bazı dönemlerde ise ezilen milliyetlerin milliyetçi hareketlerine daha fazla önem atfetmesi, nihai zaferin ancak dünya mücadelesi zemininde mümkün olacağı yönündeki tartışılmaz iddianın temel gerçeğini gizlememelidir. Lenin aynı makalede bu durumu, Marx tarafından düzenlenen pratik yöndeki bu farklılıkları, proleter ve ulusal mücadele arasındaki olası karşılıklı ilişkileri önceden ve pratikte hesaplamanın zorluğuna bağlayarak açıklamaktadır.
"Marx’ın İrlanda sorunundaki politikası artık okuyucular için tamamen açık olmalıdır. "Ütopyacı" Marx o kadar "pratikten yoksundur" ki, yarım yüzyıl sonra bile uygulanamaz olduğu kanıtlanan İrlanda’nın ayrılmasından yanadır. Marx’ın bu politikası neden kaynaklanıyordu? Ve yanlış değil miydi? Marx ilk başta İrlanda’nın milli bir hareket tarafından değil, onu ezen ulusun işçi hareketi tarafından özgürleştirileceğini düşünüyordu. Marx için milli hareketler mutlak değildir, çünkü sadece işçi sınıfının zaferinin tüm milliyetlerin tam kurtuluşuna yol açabileceğini bilir. Ezilen ulusların burjuva kurtuluş hareketleri ile ezen ulusların proleter kurtuluş hareketleri arasındaki olası tüm karşılıklı ilişkileri önceden hesaplamak (ki günümüz Rusya’sında milli sorunu bu denli güçleştiren konu tam da budur) imkânsız bir şeydir. Ancak değişen koşullar, İngiliz işçi sınıfının oldukça uzun bir süre boyunca liberallerin etkisi altında kalmasına, onlarla birlikte hizaya girmesine ve liberal işçi sınıfı politikalarıyla başını kesmesine neden oldu. İrlanda’daki burjuva kurtuluş hareketi güçlenir ve devrimci bir biçim alır. Marx kendi görüşünü gözden geçirir ve düzeltir. "Bir halkın başka bir halkı boyunduruk altına alması felakettir". İngiltere’deki işçi sınıfı, İrlanda kendisini İngiliz boyunduruğundan kurtarana kadar kendisini özgürleştirmeyecektir. İrlanda’nın boyunduruk altına alınması İngiltere’deki gericiliği güçlendirir ve körükler (tıpkı birkaç milletin boyunduruk altına alınmasının Rusya’daki gericiliği körüklemesi gibi). Ve Marx, Enternasyonal’in kararına "İrlanda ulusuna", "İrlanda halkına" sempati ifadesini ekleyerek (zeki L.V. muhtemelen zavallı Marx’ı sınıf mücadelesini unuttuğu için diskalifiye ederdi!), İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını savunur, "ayrılmanın ardından federasyon gelse de". Marx’ın bu sonucunun teorik öncülleri nelerdir? İngiltere’de burjuva devrimi çoktan sona ermişti. Ama İrlanda’da bitmemişti; ancak bugün, yarım yüzyıl sonra, İngiliz liberallerinin reformları onu sona erdiriyor. Eğer Marx’ın başta umduğu gibi İngiltere’de kapitalizm bir an önce ortadan kaldırılmış olsaydı, İrlanda’da ulusal, burjuva demokratik bir harekete yer kalmazdı. Ancak, bu hareket ortaya çıktığında, Marx İngiliz işçilere onu desteklemelerini, ona devrimci bir itki vermelerini, özgürlüklerinin çıkarı için onu sonuna kadar zorlamalarını tavsiye eder".
Dahası, bu tür ilişkilerin pratikte nasıl değerlendirileceğine dair taktik sorunun, hem Birinci Enternasyonal’de örgütlü devrimci işçi hareketiyle hem de İrlanda milliyetçi hareketiyle gözle görülür bir şekilde karşı karşıya kalan Marx’ın karşısına gerçekten çıktığını ve Ekim zaferinden sonra Enternasyonal’in yeniden inşası döneminde daha da kararlı bir şekilde karşı karşıya kaldığını unutmamak gerekir. Marksizmden uzaklaşan herkesi burjuva milliyetçiliğine çeken büyük hatalara düşmemek için, bugün taktik sorunun, en azından Batı metropollerinde gerçek bir proleter ve komünist hareket yeniden dirilinceye kadar, Marx için olduğu kadar Komünist Enternasyonal için de aynı terimlerle çözülemeyeceği akılda tutulmalıdır. Bunun ne kadar önemli olduğunu anlamak için, Lenin’in klasik pozisyonlarına hiçbir itirazı olmayan ve Enternasyonal programları tarafından kendilerine mal edilen 1920’lerdeki milli soruna ilişkin tutumumuzu tekrar okumak yeterlidir.
"Komünist Enternasyonal’in, küresel komünist proletaryanın ve onun ilk devletinin, sömürgelerin ve küçük halkların kapitalizmin metropollerine karşı isyancı hareketini nasıl yönlendirmesi gerektiğine ilişkin siyasi tezi, bu nedenle, durumun geniş bir incelemesinin ve Marksist programımıza tamamen uygun olan devrimci sürecin bir değerlendirmesinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu, onu, sınıf mücadelesinden bahsetmek mümkün olmadan önce ulusal sorunların çözümüne "öncelik verilmesi" gerektiği şeklindeki burjuva-oportünist önermeden keskin bir şekilde ayırmaya hizmet eder; bunun sonucu, milli bütünlük ve özgürlüğün tehlikede olduğu düşünüldüğünde, milliyet ilkesinin hem geri kalmış ülkelerde hem de ileri kapitalizm ülkelerinde sınıf işbirliğini meşrulaştırmak için kullanılabilmesidir. Komünist yöntem, komünistlerin her yerde ve her zaman milliyetçi eğilime karşı çıkması gerektiğini söyleyecek kadar önemsiz değildir. Bu anlamsız olur ve burjuva kriterinin yalnızca "metafiziksel" bir olumsuzlaması olur. Komünist yöntem buna "diyalektik" olarak karşı çıkar, yani milli sorunu değerlendirmek ve çözmek için sınıfsal faktörlerden yola çıkar. Örneğin, sömürgelerdeki hareketlere destek, sömürgelerdeki komünist partinin özerk ve bağımsız gelişimini tavsiye ederken, böylece bağımsız bir ideolojik ve örgütsel oluşum çalışmasıyla anlık müttefiklerini aşmaya hazır olduğunda, çok daha az sınıf işbirliği kokar... Komünistler, güçlerini büyük devletlerin geri kalmış ve sömürge ülkeler üzerindeki himayesini kırmak için seferber ederler, çünkü burjuvazinin bu kalelerini yıkmanın ve daha ileri ülkelerin sosyalist proletaryasına geri kalmış ülkelerin ekonomisinin modernleşme sürecini hızlandırılmış bir şekilde ilerletme tarihsel görevini, onları sömürerek değil, yerel işçilerin hem iç hem de dış sömürüden kurtuluşu için baskı yaparak, emanet etmenin mümkün olduğunu düşünürler" (Prometo, 1924, Komünizm ve Milli Sorun’dan).
Herkes hareket halindeyken ve devrimci olmayan her hareket karşısında ajitasyon yaparken "yerimizde durmak" ve sınıf mücadelesinin patlak verdiği nadir anlarda devrimci görevlerini yerine getirebilmesi için Partinin devrimci hazırlığı üzerinde çalışmak, devrimci sınıfın kendisine, dünya proletaryasına açıklık ve kararlılıkla önderlik edebilmenin önkoşulu olduğu Marksizmin aksiyomatik bir görüşüdür. Halen yaşamakta olduğumuz şekilsiz toplumsal durağanlık anlarında, Komünist Partisi’nin sözde "hareketlerin" arkasından koşanlar tarafından sola atlandığı görülmektedir. Toplumsal durum gerçekten radikalleştiğinde, sanki sihirli bir değnek değmiş gibi, "son çığlık" hareketinin tüm eski tapıcılarının, organik ve doğal yollarla tek bilinçli liderini, Partiyi bulmakta başarısız olamayacak olan gerçek devrimci hareketin karşısına dikilerek, kararlı bir şekilde sağa doğru hareket ettiklerini göreceğiz.
2. Türk İmparatorluğu’nun Çöküşü ve Yeni İngiliz ve Fransız Etkisi
Avrupa ile Asya arasındaki iletişim ve ticaretin düğüm noktası ve gerçek bir petrol denizi olan Ortadoğu bölgesi, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte uluslararası politikada ön plana çıkmış olsa da, zaten onlarca yıldır, özellikle Süveyş Kıstağı’nın kesilmesinden sonra bölge üzerindeki baskılarını arttıran, önce Asya’daki sömürgelerine giden bu önemli yolun kontrolüyle, daha sonra da 1908’de Ġran’da keşfedilen petrol yataklarıyla ilgilenen büyük emperyalist güçlerin dikkatini çekmişti.
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, bir zamanlar Osmanlı egemenliğinde olan Süveyş’in batısındaki topraklar Avrupalı güçlerin eline geçmişti. "Kuzey Afrika’da Mağrip ülkeleri (Arapça’da ’batı’ anlamına gelir) Fransa’ya tabiydi: Cezayir 1930’dan beri koloni, Tunus 1881’den beri protektora, Fas ve Moritanya ise sırasıyla 1912 ve 1904’ten beri protektora olarak Fransa’ya bağlıydı. İtalya, Libya’yı Türk yönetiminden alarak Eylül 1911’den beri işgal ederken, Mısır’da İngiltere 1882’den beri sağlam bir şekilde yerleşmişti ve Sudan’ı da kontrol ediyordu. Süveyş Kanalı’nın doğusunda ise Türkiye sahip olduğu toprakların çoğunu elinde tutmayı başarmıştı: Gerçekten de Filistin, Lübnan, Suriye ve Irak ile Arap Yarımadası’nın bir kısmı Türkiye’nin elinde kalmıştı. Ancak Hint Okyanusu ve Basra Körfezi kıyıları boyunca Türk egemenliği yerini giderek İngiliz egemenliğine bıraktı" (P. Donini’nin "The Arab Countries" adlı eserinden). Dolayısıyla İngiltere bugünkü Güney Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn vs. topraklarını kontrol ediyordu.
Zaten bir süredir derin çürüme belirtileri gösteren Osmanlı İmparatorluğu, büyük güçlerin en gözde avlarından biri haline geldi: İngiltere her şeyden önce Hindistan’la olan bağlantılarını korumak ve İran’da keşfedildikten sonra Irak’ta var olduğu düşünülen petrol yataklarının kontrolünü ele geçirmek istiyordu; Fransa ise İngilizlerin aşırı güçlenmesinden korkuyordu ve Suriye ve Lübnan’daki Hıristiyan topluluklarla olan bağlarına güvenerek bölgede siyasi nüfuz kazanmak ve belki de kuyulara el koymak istiyordu; Rusya, İstanbul’u ele geçirmek ve böylece Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazların kontrolünü ele geçirmek için Türk İmparatorluğu’nun parçalanmasından yararlanma arzusunu gizlemiyordu; Almanya, Türk hükümetine bayındırlık işleri ve krediler için (ünlü Bağdat demiryolunun inşası gibi) büyük miktarlarda yatırım yapmıştı ve müttefik ülke üzerindeki nüfuzuyla yatırımlarının karşılığını alacağını garanti etmek istiyordu.
Savaş patlak verdiğinde Osmanlı İmparatorluğu Merkez İmparatorlukların yanında yer aldı. Mısır, Sudan ve Arap Yarımadası’ndaki mevzilerinden güç alan İngiltere, müdahale etmeye en istekli olanıydı; ancak Türk ordusu, kısmen Alman yardımı sayesinde, göz ardı edilemeyecek bir düşman olduğunu kanıtladı ve iki kez Osmanlı birlikleri Süveyş Kanalı’na ulaşarak İngiliz kontrolünü tehdit ederken, Basra Körfezi üzerinden İran petrolünün akışı da Abadan rafinerisine ulaşan boru hattının kesilmesiyle tehlikeye girdi.
Bunun üzerine İngilizler, eski sömürgeci tilkiler gibi, Arap prenslerini savaşa dahil etmeyi düşündüler ve onlara askeri yardım karşılığında, savaş sona erdiğinde büyük, özgür ve bağımsız bir Arap devleti kurmayı vaat ettiler. Bu nedenle İngiltere, merkezi hükümetin zayıflığından yararlanarak Hicaz kabilelerini yavaş yavaş kendi otoritesine tabi kılan ve böylece siyasi gücünü dini bir lider olarak prestijiyle birleştiren Mekke Şerifi Hüseyin ile ilk temasları kurdu. Hüseyin, İngiliz tekliflerine duyarlı olduğunu kanıtladı; dahası, Londra ile işbirliği kısa süre sonra çok önemli olacaktı çünkü İstanbul’un İngiltere’ye karşı kutsal savaş için yaptığı cihat çağrılarının başarısız olmasına yol açacak, Arabistan halkının Londra’nın yanında yer almasına neden olacak ve böylece bölgedeki savaşın sonucunu belirleyecekti.
L. Gaspar "Histoire de la Palestine" adlı eserinde şöyle yazmaktadır: "Hicaz kabileleri arasından toplanan silahlı güçler her iki taraf için de önemliydi. Türklere karşı ayaklanan bu güç, Arap Yarımadası’ndaki konumları göz önüne alındığında, onları sinir noktalarından vurabilirdi. Öte yandan, yarımadadaki Türk garnizonları Hüseyin’in desteğiyle Süveyş Kanalı’nı, daha uzaktaki Aden’i ve hatta Basra Körfezi’ni tehdit edebilirdi".
Hüseyin ayrıca özellikle Suriye’de aktif olan zayıf Arap milliyetçi gruplarıyla ittifak arayışına girdi ve Şam’daki milliyetçi gruplar tarafından hazırlanan ve İngiltere’ye müttefik bağımsız bir Arap devleti kurulması çağrısında bulunan bir manifestoyu İngilizlere müzakere zemini olarak sunmayı kabul etti. Tabii ki belgede gelecekteki devlete verilecek siyasi biçimden hiç bahsedilmiyordu. Uzun müzakerelerin ardından Ocak 1916’da İngiltere ile Hüseyin arasında bir anlaşmaya varıldı. Birkaç ay sonra bir Türk-Alman seferi Hicaz üzerinden Yemen’e gitmek üzere Şam’dan ayrıldı. Bu manevra, güney Arap Yarımadası’nda hem Aden’i hem de Kızıldeniz girişini tehdit edecek bir kale kurma eğilimindeydi.
İngiltere’den Suriye’den Mezopotamya’ya, Filistin’den Arap Yarımadası’na uzanacak bağımsız bir krallık vaadini alan Hüseyin, Bedevilerini Mekke’deki Türk garnizonuna saldırttı (10/6/ 1916). "Topçu birlikleri de dahil olmak üzere ağır silahlarla donatılmış Türk garnizonları karşısında ilkel ve yetersiz silahlanmaya rağmen, Bedeviler bir ay içinde Medine hariç Hicaz’daki tüm Türk kalelerini fethederler. Türk genel valisi de dahil olmak üzere 6.000 esir alırlar" (L. Gaspar). Artık savaşın sonucuna karar verilmiştir. Bölgedeki tüm kabilelerle ittifak kuran Hüseyin Akabe’yi ele geçirir ve ardından 1 Ekim 1918’de İngiliz General Allenby ile birlikte zaferle gireceği Şam’a doğru yola çıkar.
İngilizlerin vaatlerinin ne kadar samimi olduğu, Mayıs 1916’da, Hüseyin’in Türklere karşı kutsal savaş ilan etmesinden bir ay önce, İngiltere ve Fransa’nın ünlü gizli Sykes-Picot anlaşmalarıyla, göz dikilen Orta Doğu avını aralarında paylaşma konusunda anlaşmış olmalarından anlaşılmaktadır: Fransa’ya Suriye’nin bir kısmı, Kuzey Irak, Lübnan ve Anadolu kıyılarının bir kısmı (bugünkü Türkiye), İngiltere’ye ise orta ve güney Irak, Trans Ürdün ve Filistin’in bir kısmının kontrolü verilecek; Filistin’in geri kalanı ise İngiliz ve Fransız etkisi dışında uluslararası kontrolün yetkisi altına sokulacaktı. Hüseyin’e vaat edilen Arap devletine gelince, kuzey kısmı Fransa için, güney kısmı ise İngiltere için bir yardım ve tercih alanı olarak kabul edilecekti. İşlerin aslında bu şekilde sonuçlanmaması, birbirlerine saldırmak için hiçbir araçtan kaçınmayan iki Avrupalı gücün emperyalist açgözlülüğünün bir başka göstergesidir.
Rusya’daki muzaffer devrimin ilk icraatlarından biri, emperyalist devletlerin proletaryanın ve ezilen halkların sırtından imzaladıkları gizli anlaşmaların yayınlanması oldu. Daha sonra Sykes-Picot Anlaşmaları da yayınlandı; İngilizler şimdilik Hüseyin’i bunun bir propaganda hamlesi olduğuna ikna etmeyi başardılar ve yeni vaatlerle onu savaşmaya devam etmeye ikna ettiler, ancak savaşın sonunda aldatmacanın ortaya çıkacağını ve Arap dünyasında İngiliz karşıtı bir düşmanlık dalgası uyandıracağını iyi biliyorlardı. Bu tepkiyi öngörerek, "bölgenin kalbinde, kendisi de Arap düşmanlığının hedefi olacak ve bu nedenle İngiltere ile sıkı bir ittifaka zorlanacak bir üs yaratarak önlem almak gerekiyordu" (P. Donini).
Böylece daha Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı A. J. Balfour, Siyonist harekete, çoğunlukla Rus Yahudilerinden oluşan birkaç koloninin zaten onlarca yıldır kurulu olduğu Filistin’de bir "ulusal ocak" vaat ederek Fransa’ya verdiği taahhütleri yerine getirmemiş ve Siyonistlere İsrail Devleti’nin kurulmasını sağlayacak en tutarlı diplomatik dayanağı sağlamıştır. Çatışmanın sonunda elbette bu düğümler çözüldü ama İngilizler artık her türlü olasılığa karşı hazırdı, "bölgeye çok yüksek sayıda asker yığmışlardı”. Örneğin, 1917 baharında Mezopotamya’da Bağdat’ı ele geçirmelerine, Musul’u ve petrol zengini bölgeyi işgal etmelerine yol açan büyük bir saldırı başlatmışlardı; ateşkesin ardından ülke bir tür Hindistan vilayetine dönüştürüldü ve halka ağır vergiler dayatıldı: İngiliz askeri rejiminin Osmanlı’dan pek de farklı olmadığı kanıtlandı ve baskı ve zulüm gören ulusal hareket yeni işgalcilere karşı dönmeye başladı. On binlerce İngiliz askeri, bir dizi talihsiz eylemin ardından Filistin’i fethetmiş, Kudüs’ü işgal etmiş, Kızıldeniz’deki Akabe limanını ele geçiren Faysal’ın adamlarına katılmak amacıyla Ürdün’ü geçerek Amman’a ulaşmış ve çökmekte olan Türk ordusunu takip ederek Şam ve Halep’e kadar Suriye’ye varmıştı" (G. Valabrega’nın "Arap Devrimi" adlı eserinden).
İngiliz hükümeti, Şubat 1918’de Hüseyin’e gönderdiği yeni bir mektupta, 1916’da söz verdiği gibi, İngiltere’nin Arap halklarının bağımsızlık arzusuna duyduğu "sempatiyi" bir dizi uluslararası anlaşmayla, Versailles Antlaşması (1919), Sévres ve San Remo Antlaşmalarıyla (1920) teyit etmesine rağmen, Lozan (1923) ve Milletler Cemiyeti’nin ciddi yaptırımlarıyla (1922 ve 1924), sözde manda sistemi aracılığıyla, İngilizler Mezopotamya, Filistin ve Arap Yarımadası’nın büyük bölümünün etkin kontrolünü üstlenirken, Fransızlar, Hüseyin’in birlikleri tarafından işgal edilen Suriye ve Lübnan’ı elinde tutuyordu. Ürdün’ün sağ kıyısında, Londra’nın isteği üzerine Transürdün Krallığı kuruldu ve Hüseyin’le köprüleri tamamen atmamak ve Suriye’de, Suriye’yi kendi krallığı yapmak isteyen ve geniş bir halk desteğine sahip olan Hüseyin’in diğer oğlu Faysal’la hemen çatışmaya giren Fransızları rahatsız etmemek için Hüseyin’in oğullarından Abdullah’a verildi. Ancak iyi bir feodal prens olan Faysal, Arap milletinin bağımsızlığı için verilen mücadeleden çok, Abdullah gibi kendi krallığını elde etme mücadelesiyle ilgileniyordu ve Fransızlarla sürekli pazarlıklar ve kitlelerin hareketine ihanetler, tam dokuz yıl süren şiddetli çatışmalar ve acımasız baskılardan sonra Paris’in üstünlüğü ele geçirmesini sağladı. İngiliz vesayeti altına geri dönen Faysal’a Irak krallığı verildi.
’24 ve ’25 yılları arasında, görünüşe göre aşırı açgözlü ve kuşkusuz hoşnutsuz bir müttefikten kurtulmaktan yana olan İngilizlerin desteğiyle, Negev hükümdarı İbn Suud, Hüseyin’e karşı başarılı bir kampanya yürüttü ve Hicaz’ı işgal etti; ’30’da da Hicaz ve Negev ile birleşerek onuruna "Suudi" adı verilen Arabistan Krallığını kurmasını sağlayan Asir’i işgal etti.
3. Fellahların Mülksüzleştirilmesi
Böylece 1. Emperyalist Savaş ile birlikte İngiltere Ortadoğu’ya iyice yerleşirken, sadece yabancı ordular tarafından değil, Batı sermayesi ve teknolojisi tarafından da işgal edilen tüm bölge, yüzyıllardır süregelen hareketsizliğinden alınıp kapitalizmin cehennem çemberine atılır.
Savaşın bizim çalışmamızla daha doğrudan ilgili olan bir diğer sonucu ise, savaştan galip çıkan emperyalist ülkeler tarafından bölgeye dayatılan yeni düzendir; bu düzen, birkaç yüzyıl sonra "Arap ulusu"nun ("ulus" terimi burjuva öncesi anlamıyla anlaşılmalıdır) birliğini, aralarında coğrafi olarak Filistin olarak adlandırılan ve daha önce de söylediğimiz gibi İngiliz mandası altında bulunan bölgenin de bulunduğu çeşitli devlet birimlerine bölerek bozmaya başlamıştır.
Bunlar, yirmi yıldan biraz daha uzun bir süre sonra İsrail Devleti’nin kurulmasına ve çeşitli Arap devletleri arasındaki aşılmaz bölünmelere yol açacak olan öncüllerdir.
Gördüğümüz gibi, İngiliz mandasından önce bile, uluslararası Siyonist örgütler Filistin’de bazı Yahudi kolonileri kurmuşlardı, ancak aşağıdaki tablonun da gösterdiği gibi, bölgeye göç eden Yahudilerin sayısı I. Dünya Savaşı’na kadar çok düşük kalmıştır:
ùTam da Manda döneminde Yahudi göçü, Nazi Almanyası’ndaki Yahudi karşıtı zulmün artmasına paralel olarak 1932-1938 yılları arasında zirveye ulaşan eşi benzeri görülmemiş bir genişleme yaşadı. Gerçekten de İngiltere, bağımsız ve birleşik büyük bir Arap devletinin himayesi altında gelişme tehdidinde bulunan geniş anti-emperyalist hareketi kontrol altına alma ve bastırma işine yardımcı olacak, Batı emperyalizmiyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı bir devletin kurulmasını destekleyerek Siyonist hareketin ideolojisini ve sermayesini kendi amaçları doğrultusunda kullanmayı hesapladı.
Dönem |
Göçmen Sayısı (yuvarlanmış) |
Menşe ülkeler |
1882-1903 | 20.000-30.000 | Çarlık İmparatorluğu |
1904-1914 | 35.000-40.000 | Çarlık İmparatorluğu |
1919-1923 | 35.000 | SSCB, Polonya, Baltık ülkeleri |
1924-1931 | 82.000 | Polonya, SSCB, Balkan ülkeleri, Orta Doğu |
1932-1938 | 217.000 | Polonya, Orta Avrupa |
1939-1945 | 92.000 | Orta Avrupa, Balkan ülkeleri, Orta Doğu |
1946-1948 | 61.000 | Polonya, Orta Avrupa, Balkan ülkeleri |
İlk Yahudi kolonileri Filistin’e yerleşmiş, burada birkaç çiftlik edinmişlerdi; bu, Yahudilerin geri tarım yöntemlerini ve sefaletini paylaştıkları yerel halkla herhangi bir çatışmaya yol açmamıştı, ancak Yahudi göçü kitleselleştiğinde durum açıkça değişecekti; Theodor Herzl’in belirttiği gibi, Yahudilerin "topraksız bir halk için halksız bir toprağa" ihtiyacı vardı ve bu kasvetli bölgeyi Filistin’le özdeşleştirmişti, ancak bu bölgede daha yüzyılın başında yüz binlerce Arap yaşıyordu.
"Yüzyılın başında Filistin’de yaklaşık 600.000 Arap ve 50.000 Yahudi vardı. 1900 yılına kadar Filistin esas olarak tarımla geçiniyordu. Orada ticaret esasen yerel bir karaktere sahiptir. Sanayiye gelince, esasen zanaatkârlıktır. Tarımsal üretim, toprak ve ürün dağılımı 19. yüzyılın ortalarına kadar "feodal tipte" kalmıştır. Baskın özellik, büyük mülklerin varlığıdır (S.Sitton, Israel, immigration et croissance. Paris, 1936, s. 32-33. Aktaran E.Facchini-C.Pancera, İsrail’de İktisadi Bağımlılık ve Kapitalist Gelişim, Milan, 1975).
"Bu geleneksel sistemin kademeli olarak gerilemesi, bir yandan Türk İmparatorluğu’nun 1858’de Toprak Mülkiyeti Kanunu’nu yürürlüğe koymasıyla, diğer yandan da yabancı nüfuzuyla gerçekleşecektir. Kanun, tüccar sermayesinin gelişimini teşvik etmek üzere tasarlanmış çeşitli önlemler getirmiştir. Tüccarların ayni olarak ödedikleri vergiler artık para olarak tahsil edilecek, bu da onları para ekonomisine sokacaktır. Öte yandan, bu vergiler önemli ölçüde artırılarak, genellikle topraklarını terk etmek zorunda kalacak olan köylüler borçlandırılacak ve böylece bir topraksız köylüler tabakası yaratılacaktır. Dahası, kanun devletin toprak mülkiyeti hakkını güçlendirecek ve irili ufaklı özel mülkiyet yararına kolektif mülkiyetin çözülme sürecini teşvik edecektir. Borç altında ezilen fellahlar tarafından terk edilen topraklar, büyük özel toprak sahipleri ve kentli kapitalistler tarafından elden çıkarılmaktadır.
"Bu dönemde, Filistin’e "Hıristiyan azınlıkları korumak" için gelen her tarikattan dini cemaatler tarafından getirilen, esasen toprak mülkiyeti edinmek için önemli bir yabancı sermaye girişini de gözlemliyoruz. Böylece Katolik, Ortodoks ve Protestan Hıristiyan kiliseleri büyük gayrimenkul alımları ve yatırımları yaparlar. Rahipler ve keşişler fellahları çalıştırır (...) Yahudi göçü 1878’de Petakh-Tikva’nın kurulmasıyla başlar.
"Yüzyılın başında büyük toprak mülkiyeti, efendilere (büyük Filistinli, Suriyeli, Mısırlı ve Türk toprak ağaları) ait topraklar, devlet arazileri (Padişah’a ait veya onun tarafından el konulan araziler), vakıf arazileri (devredilemezlikten etkilenen dini mülkler) ve Hıristiyan kiliselerinin topraklarından oluşuyordu. Ancak Filistin sadece büyük mülklerden oluşan bir ülke değildir. Esas olarak kolektif küçük ve orta ölçekli mülkler vardır: bunlar esasen ’mucha’ topraklarıdır, yani mülkiyeti köy topluluklarına ait olan ve periyodik kura rotasyonunun uygulandığı topraklardır. Bu toprak rejimine paralel olarak, özellikle 1860’tan sonra, Osmanlı baskısı altında ve kapitalist nüfuz nedeniyle özel mülkiyetin gelişmesi söz konusudur.
"Tarımsal faaliyetin kapitalist pazara entegrasyonu, 1860 ile 1920 yılları arasında komşu Arap bölgelerindekine benzer bir sürece göre devam eder. Tarımsal üretim giderek ticarileşir ve ihracat gelişir. Örneğin Yafa portakalının ihracat değeri 1885’te 26.500 sterlinden 1913’te 297.700 sterline yükselir. Böylece, hala büyük ölçüde baskın olan geleneksel sistemin yanında, kentsel bir kapitalist sektörün ve dolayısıyla yeni sosyal sınıfların ortaya çıktığı açıklanmaktadır. Köylülerin mülksüzleştirilmesi, kentlere büyük bir işgücü, endüstriyel gelişme için hazır gerçek bir "yedek ordu" fırlatır. Filistin’i diğer Arap ülkelerine kıyasla karakterize eden bu gelişme, Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren Filistin üzerindeki İngiliz Mandasına eşlik eden Siyonist göçle aniden durdurulur" (Bichara ve Naim Khader’in "Textes de la revolution palestinienne" adlı eserinden).
Dolayısıyla İngiliz Mandası döneminde Filistin nüfusunun büyük çoğunluğu hala köylü ya da fellahtı, bazıları küçük arazilere sahipti ama çoğunlukla tarım aristokrasisinin mülklerinde kiracı ya da ücretliydi. 1930 yılında 250 büyük toprak sahibi aile, 60.000 küçük toprak sahibinin sahip olduğu kadar toprağa sahipti. Bazı aileler 30.000 ila 60.000 dunam (1 dunam = 1/10 hektar) arasında toprağa sahipken, köylü ailelerin yüzde 30’u topraksızdı. Arazinin yaklaşık 2/3’ü kiralanmıştı ve büyük toprak ağalarına aitti. Kendi çiftliğine sahip olan köylülerin yüzde 54’ünün bir fidandan daha az toprağı vardı (fiddan, bir öküzle işlenebilen alana karşılık gelir). Birkaç yıl sonra yapılan bir istatistik de bu rakamları doğrulamaktadır:
Kategori | Şirket sayısı |
Şirket %’si |
Arazi %’si |
100 dönümden az | 65.933 | 91,8 | 36,7 |
100 ila 1.000 dönüm | 5.706 | 8,0 | 35,8 |
1.000 dönümden fazla | 150 | 0,2 | 27,5 |
5.000dönümden fazla | 13 | 0,01 | 19,2 |
("Le mouvement national palestinien" O. Carré’den) |
J.C.A. (Yahudi Kolonizasyon Derneği) tarafından Avrupa’dan gelen binlerce mülteciyi yerleştirmek için toprak satın alınması, bu nedenle yalnızca ülkede halihazırda ikamet eden nüfusun, yani nüfusun çoğunluğunu oluşturan Filistinli maraba ve işçilerin sınır dışı edilmesi anlamına gelebilirdi.
Aslında, toprak tapuları büyük çoğunluğunu Siyonist derneklere zorlanmadan satan büyük toprak ağalarının elindeyse, aşağıdaki tablonun gösterdiği gibi, bu tapuların atıfta bulunduğu topraklar yoksul Filistinli kitlelerin varlığı için vazgeçilmez temeldi.
Üç Yahudi Şirketinin 1936 yılı sonundaki arazi alımları
Alımlar | dunam | % |
Yerleşik olmayan büyük mal sahipleri | 358.974 | 52,6 |
Büyük yerleşik mal sahipleri | 167.802 | 24,6 |
Devlet, Kiliseler ve Yabancı Şirketler | 91.001 | 13,4 |
Fellahin | 64,201 | 9.4 |
Edinilen toplam arazi | 681,978 | 100.0 |
(Granott’un "Filistin’in Toprrak Düzeni" adlı kitabından) |
Böylece mülksüzleştirilen fellahlar önce Siyonist sermayenin ücretli işçileri haline geldiler, ardından göç kitleselleşince işlerinden bile oldular ve en kara sefalete sürüklendiler.
Bu durum şiddetli toplumsal sarsıntılara yol açmadan uzun süre devam edemezdi çünkü kovulan köylülere, yerlerine Yahudi yerleşimcilerin yerleşmesini izlerken ölüp gitmekten başka seçenek bırakılmamıştı. Bu nedenle 1921, 1925, 1929, 1933, 1936 yıllarında umutsuz ayaklanmalar yaşandı.
4. 1936 İsyanı: Burjuva ve Toprak Sahiplerinin İlk İhaneti
Bu isyanlar, tam üç yıl süren ve altı aylık büyük bir genel grevin damgasını vurduğu 1936’daki isyanla doruğa ulaştı.
1922’de 84.000 olan Yahudi nüfusu 1935’e gelindiğinde 320.000’e ulaşmış ve göç akını hiçbir azalma belirtisi göstermezken, o yıllarda Filistin’e yatırılan Yahudi sermayesi 1933’te 6.000.000, 1934’te 10.000.000, 1935’te 11.000.000’a ulaşmıştı. 11.000.000’luk bu sermaye, Arap nüfusuna hiçbir fayda sağlamadığı gibi aksine sefaletini arttırmaya katkıda bulunuyordu.
Bu aşırı toplumsal gerilim ortamında, Araplar ve Yahudiler arasındaki bazı çatışmalar ayaklanmayı tetikledi: 20 Nisan’da Nablus kentinde bir Arap Ulusal Komitesi kuruldu ve hemen genel grev önerdi. Ertesi gün, hepsi de toprak sahibi aristokrasiyle bağlantılı büyük Arap partilerinin temsilcilerinden oluşan ve hatta başkanlığını Kudüs Müftüsü’nün yaptığı bir Yüksek Arap Komitesi kuruldu. Bu Komite, İngilizlerden öncelikle Yahudi göçünün durdurulmasını, daha sonra da göçün yasaklanmasını, Yahudilere toprak satışının yasaklanmasını ve ulusal bir meclis önünde sorumlu bir milli hükümetin kurulmasını talep ederek genel grevi sürdürmeye karar verdi. Ancak grevin devam etmesi ve genç ama halihazırda oldukça önemli bir kent proletaryasının itici gücüyle giderek sınıfsal bir nitelik kazanan mücadelenin keskinleşmesi karşısında Yüksek Komite, İngiltere’nin üç Arap prenslik piyonundan gelen yatıştırma çağrısına uyarak grevin sona erdirilmesine karar verdi: Arabistan’dan Suud, Irak’tan Gazi ve Transürdün’den Abdullah; metinde açıkça "Majesteleri ve Ekselansları Arap kralları ve emirlerinin çağrısına uyulması ve Filistin’deki asil Arap ulusunun sükunete dönmeye ve grev ve huzursuzluğa son vermeye davet edilmesi" belirtiliyordu. Akademisyen George Antonius’a göre (Arap Uyanışı, Londra 1938), köylülerin isyanı sadece İngilizlere ve Siyonistlere karşı değil, neredeyse tamamı toprak sahibi sınıfa, yani Siyonistlere toprak satan ve böylece bir yandan Filistin’deki Siyonist varlığının güçlenmesine, diğer yandan da Siyonistlerin Yahudi çiftçilere emanet etmek üzere satın aldıkları topraklarda Arap köylülerin çalışmaktan mahrum kalmasına neden olan sınıfa mensup Arap siyasi liderlere karşıdır. Aynı konuda L.Gaspar "Histoire de la Palestine" (Paris, 1968) adlı eserinde şunları yazmaktadır: "Köylülerin öfkesi Arap toprak burjuvazisinin yanı sıra Manda yönetimini ve Siyonistleri de mülksüzleştirmekle suçluyordu. Toprak satışı toprak sahibi sınıfı kesinlikle zenginleştirmişti, ancak köylüyü yüzyıllardır işlediği topraktan mahrum bırakmadan, üstelik ona sahip olmadan".
Grevin sona ermesinin ardından, silahlı bir örgütlenme embriyosuna da sahip olan hareket dağıldı ve mücadele, İngiliz ordusuna ve onların baskıcı eylemlerini destekleyen Siyonist silahlı örgütlere aylarca zor anlar yaşatan gerilla çeteleri tarafından sürdürüldü.
Ayaklanmanın sona ermesinin ardından demokratik ve liberal İngiltere çok sert bir baskı uyguladı: Arap köy ve kasabalarının kolektif sorumluluğuna ilişkin yasalar ve ayaklanmaya mensup olduğundan ya da sempati duyduğundan şüphelenilen kişilerin evlerinin dinamitlenmesi uygulaması tam da bu yıllardan kalmadır ve bu yöntemler bugün İsrail ordusu tarafından hala kullanılmaktadır. Ayaklanma sırasında 3,000 ila 5,000 Arap öldürüldü, liderlerinden 110’u idam edildi, 6,000’i hapsedildi ve düzeni sağlamak için 30,000 İngiliz askeri görevlendirildi.
Uluslararası durumun proletaryanın ve Arap sömürülen kitlelerin isyanını hapsettiği korkunç tecrit, hareketi feodal ve dini aristokrasinin yıkıcı etkisinden koruyabilecek sınıf temelli bir liderlik ve yönelimin eksikliği, Stalinizmin artık uluslararası alanda hüküm sürmesi, isyan ateşinin Filistin’in ötesine yayılmasını engelledi ve yenilgisine yol açtı. 1939’da İngilizler, Yahudi göçünü ve Siyonistlerin Arap topraklarını satın almasını on yıl süreyle yasaklayarak Arap taleplerini kısmen kabul etti; ancak uygulamada, Arap nüfusu yenilgiyle büyük bir hayal kırıklığına uğrarken ve son derece sert baskılarla zayıflarken, Siyonist örgütler bağımsız bir Yahudi devletinin kurulması amacıyla İngiliz karşıtı bir işlev de görerek güçlenmeye devam etti.
Dünya Savaşı, emperyalizmin en yüksek kalesi olarak İngiliz devinin yerini almak üzere olan Amerikan emperyalist devinin gücünü tüm dünyaya gösterdi. Savaştan sonra İngiliz imparatorluğu hızla çökerken ve teslim olmak zorunda kaldığı ilk mevzilerden biri Filistin olurken, Amerikan sermayesine her zamankinden daha sıkı bir şekilde bağlı olan Siyonist örgütler İngiliz karşıtı zorlu bir gerilla savaşı yürütüyordu. Aslında, 1942 gibi erken bir tarihte New York’taki bir toplantıda, Filistin’de bir "Yahudi Milletler Topluluğu" kurulması, sınırsız göç ve bir Yahudi ordusu oluşturulması çağrısında bulunan "Baltimore programı "nı kabul edenler tam da Amerikan Siyonist hareketinin temsilcileriydi.
Ancak savaşın sona ermesini takip eden zor uluslararası durumda, Filistin’in tamamında bir Yahudi devletinin kurulması, hala İngiltere ve ABD tarafından desteklenen ve daha 1943’te Riyad ile "Suudi Arabistan’ın savunmasının Amerika Birleşik Devletleri’nin savunması için hayati önem taşıdığını" ilan eden bir anlaşma yapmış olan Arap devletlerinin muhalefeti nedeniyle imkansız görünüyordu. Böylece Aralık 1946’da toplanan 22. Siyonist Kongre, Filistin’in biri Yahudi diğeri Arap olmak üzere iki devlete bölünmesini önerdi. Plan, ABD ve Rusya’nın ortak baskısı altında BM (Lenin’in "hırsızar yuvası" olarak adlandırdığı "Milletler Cemiyeti "nin aldığı yeni isim) tarafından kabul edildi. Bölünme 29 Kasım 1947’de karara bağlandı ve toprakların yüzde 6’sına sahip olan Yahudi başkentine Filistin’in yüzde 56’sı tahsis edildi.
Bölge hala 15 Mayıs 1948’e kadar sona ermeyecek olan İngiliz Mandası altında kalmaya devam ediyordu. Arap Devletleri Birliği bölünmeyi tanımadı ve İngiltere doğal olarak havlu attı, sadece mücadeleden çekilmeye hevesliydi. İsrail Devleti, İngiliz Mandasının 14 Mayıs 1948’de sona ermesinden sekiz saat önce ilan edildi.
ABD 11 dakika sonra "fiili" olarak tanıdı; SSCB ise 17 Mayıs’ta fiili ve resmi olarak, muhtemelen İsrail Devleti’ni Orta Doğu’daki İngiliz ve ABD nüfuzuna saldırmanın bir aracı olarak gördüğü için tanıdı. Hatta Yahudi paramiliter örgütü Haganah’ın silahlarının çoğunun, İngiliz ablukasını zorlayan yarı gizli bir hava ikmali yoluyla Çekoslovakya’dan geldiği anlaşılmaktadır.
6. 48 Savaşı – Arap Birliği’nin Yenilgisi
BM’nin büyük stratejistleri tarafından kağıt üzerinde çizilen İsrail Devleti siyasi bir saçmalıktı; yüzölçümü açısından çok geniş sınırlara sahipti ve askeri açıdan savunulamazdı; dahası, alanı Yahudi başkentinin ihtiyaçları için çok küçüktü. Yeni devletin kurulmasından birkaç gün sonra savaş patlak verdi. İsrail ordusunun gerçek gücünü değerlendiremeyen Arap devletleri tarafından ne kadar isteniyorsa, gücünün ve güvenebileceği uluslararası desteğin farkında olan Tel Aviv hükümeti tarafından da o kadar isteniyorduu. Bununla birlikte, Golda Meir’in Kasım 1947’de Transürdün Kralı Abdullah ile yaptığı ve ülkenin bölünmesi konusunda anlaşmaya varılmasına yol açan temaslar gibi, Araplar ve İsrailliler arasında ayrı müzakereler de eksik olmuyordu.
Gerçekten de Arap hükümetleri, ülkelerindeki kışkırtıcı kitlelerin dikkatini başka yöne çekmek ve "Filistinli kardeşlerinin hakları" için mücadelede siyasi bekaretlerini geri kazanmaya çalışarak demir diktatörlüklerini meşrulaştırmak için savaşa ihtiyaç duyduysa da, bu savaşta iktidarlarını ve sınıfsal ayrıcalıklarını tehlikeye atmaya hiç niyetleri yoktu; daha büyük kaygıları koltuklarını korumak ve belki de fırsat doğarsa Yahudi devleti ve hatta bazı "kardeş" Arap ülkeleri pahasına topraklarını genişletmekti.
Bu nedenle, 1 Mayıs’ta Kahire’de kabul edilen ortak stratejik plan birkaç kez değiştirilmek zorunda kaldı; Ürdün’ün iradesiyle, işgalin kilit noktası büyük stratejik öneme sahip bir liman olan Hayfa’dan Kudüs’e kaydırılırken, örneğin Mısır ordusu saldırı çabalarını Yahudilerin ana kenti Tel Aviv’den çok Abdullah’ın iştahını kontrol altına almak için Negev çölünü fethetmeye odakladı. Dahası, "örgütsel verimsizlik ve yolsuzluk, hükümetlerin komutanlara, generallerin ve subayların da askerlere feodal bir şekilde davranması, Arap Birliği’nin umutlarına kesin bir darbe indirdi" (G. Valabrega).
Arap ülkelerinin bu savaşta uğradığı ezici yenilgi, emperyalizmle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olan egemen sınıfların siyasi yetersizliğini ortaya koyarken, "kesin görevler olmadan, yeterli silah ve malzeme olmadan, diğer sektörlerin birlikleriyle geçerli bir koordinasyon olmadan savaşa atılan ordu safları, subaylar ve askerler arasında, bu kadar ciddi hatalardan sorumlu olanlara karşı donuk bir kızgınlık olgunlaştı ve aynı zamanda coşku azaldı" (G. Valabrega).
Dolayısıyla bu savaş, İsrail devletini hem siyasi açıdan hem de önemli ölçüde toprak genişlemesine izin vererek güçlendirirken, gerici Arap rejimlerinin zayıflamasına neden oldu; bu zayıflama, bu ülkelerde yakında ayaklanmalara ve birkaç yıl içinde Ortadoğu siyasi düzenini tamamen değiştirecek gerçek devrimci girişimlere yol açacak demokratik-burjuva hareketlerin güçlenmesine katkıda bulunacaktı.
İsrail burjuvazisinin, yozlaşmış Arap yönetici kliklerinin aksine, savaşı yürütmek için kesin bir planı ve Filistin’de yeni topraklar ilhak etmek için kesin bir stratejisi vardı. Bu plan (Daled planı), toprakların fethine ek olarak, Arap nüfusunu katlederek ve terör estirerek kaçmalarına neden olacak ve İsrail işgali için yolu açık bırakacak acımasız misilleme ve terör eylemlerini içeriyordu; Siyonist tarihçiler Jon ve David Kimche, "The Clash of Destinies" adlı çalışmalarında, Ben Gurion ve Dalili gibi askeri komutanlardan misilleme eylemlerinin sınırlandırılmasına karşı artan bir baskı olduğunu ifade etmektedirler.
Bu katliamlar 9 Nisan 1948 tarihinde doruğa ulaşır: "Irgun ve Stern çetesi (Siyonist silahlı gruplar) mensupları gece Kudüs yakınlarındaki Deyr Yasin köyüne saldırır ve ele geçirir. 254 kişi katledilir ve köy yerle bir edilir. Ölenler arasında şunlar da vardı: 25 hamile kadın, birkaç aylık bebekleri olan 52 anne, 60 diğer kadın ve kız çocuğu". Köye yapılan saldırıyı yöneten, geleceğin Nobel Barış Ödülü sahibi Menachen Beghin bu katliamla ilgili olarak şunları yazmıştır: "Sadece haklı olmakla kalmadı, eğer Deir Yassin zaferi kazanılmasaydı İsrail Devleti kurulamayacaktı... Arapları panik sardı... Deir Yassin katliamının yarattığı etki altı askeri alayın gücüne eşdeğerdi. Araplar daha Yahudi kuvvetleriyle çatışmaya girmeden dehşet içinde kaçmaya başladılar.... Deir Yassin katliamı özellikle Tiberya’yı kurtarmamıza ve Hazfa’yı işgal etmemize yardımcı oldu" (Filistin Dosyası’ndan; çeşitli yazarlar).
İsrail hükümeti böylece hedeflerine ulaşmayı başarır: devletin toprakları tüm Filistin’in yüzde 56’sından yüzde 78’ine çıkar; Filistin’de yaşayan 1 milyon 380 bin Arap’tan 750 bin kadarı tüm mal varlıklarını terk ederek kaçmak zorunda kalır ve Gazze Şeridi, Ürdün, Suriye ve Lübnan’daki mülteci kamplarında BM’nin "yardımlarıyla" yaşamaya mahkum edilir. Buradan, bu umutsuzluk kamplarından, bu yüz binlerce kökünden koparılmış, işsiz, az çalışan, gerçek proleterden, İsrail burjuvazisinin olduğu kadar Arap burjuvazisinin de uykularını kaçırması gereken ve hala da kaçıran güç doğacaktır.
Arapların bir kısmı (yaklaşık 350.000) Transürdün ordusu tarafından işgal edilen Batı Şeria’da, bir kısmı da (yaklaşık 70-100.000) Mısır işgali altındaki Gazze Şeridi’nde kaldı. İsrail’de ise tehditlere ve katliamlara rağmen 170.000 Arap yaşamaya devam etti. Kaçış biçimleri de var olan sınıfsal farklılıkları yansıtıyordu; aslında 47’nin sonu ile 48’in başı arasında 30.000 Arap Filistin’den kaçmıştı, ancak İsrail devlet teröründen kaçan bu kişilerin büyük çoğunluğu, komşu bölgelere yerleşmek için güvenebilecekleri varlıklara veya sermayeye sahip olan orta ve zengin sınıflara mensuptu.
8. Filistin’deki Arapların Durumu
İsrail burjuva devletinin İsrail’de kalan Araplara yönelik politikası şu direktifleri izledi: a) Herhangi bir isyan girişimini önlemek için Arap topluluklarına yönelik sürekli bir kuşatma durumunun sürdürülmesi. b) Başka ülkelere sığınan Arap köylülerin terk ettiği toprakların aşamalı olarak kamulaştırılması ve Yahudi tarım kolonilerine tahsis edilmesi. (c) Halen Arap köylüler tarafından işgal edilen ve işlenen toprakların kamulaştırılması ve küçük köylülerin proleterlere dönüştürülmesi. (d) Arap işgücünün en zor, düşük vasıflı işlerde açlık ücretiyle çalıştırılması.
Elbette bu hedeflere, samimi bir şekilde demokratik olarak kabul edilmek isteyen her devlette her zaman olduğu gibi, özel yasaların çıkarılması yoluyla yasallığa tam olarak uyularak ulaşıldı!
(a) Olağanüstü hal yasaları
İsrail Devleti’nin ilanından hemen sonra "Geçici Hükümet 14/5/1948 tarihinde İngiliz yetkililer tarafından 1936’dan itibaren yürürlüğe konulan ve 1945’te revize edilen önemli bir hükümler bütününü yürürlükte tutmak için bazı kararlar almıştır. Bu Acil Savunma Yönetmelikleri (zamanında örgütlerine karşı uygulandığında Siyonist hukukçular tarafından şiddetle saldırıya uğramıştı - ed), Yahudi devletinin sivil halk üzerinde yargı yetkisine sahip askeri mahkemeler kurmasına ve günlük yaşamın hemen her alanına müdahale etmesine izin veriyor, basına ve özel yazışmalara sansür, hareket, fikir ve siyasi faaliyet özgürlüğünün kısıtlanması, tutuklama, köyden ve hatta İsrail’den sürgün, mallara el koyma ve evlerin yıkılmasına yetki veriyordu. Bu hükümler, daha sonraki bir hükümle birlikte, İsrail’in ağırlıklı olarak Arap nüfusun yaşadığı bölgelerde askeri yönetim rejimini üzerine inşa ettiği yasal temeli temsil etmektedir: "Savunma yönetmelikleri" aslında teorik olarak Arap ya da Yahudi olsun tüm nüfusu kapsamaktaydı, ancak uygulandıkları alanlar askeri makamların takdirine bağlı olarak sınırlandırıldığından, bunları yalnızca Filistinlileri etkileyecek şekilde manipüle etmek kolaydı. Bu nedenle, Arap nüfusunun %88’i askeri yönetim altındayken, Yahudilerin %95’inin hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaması şaşırtıcı değildir; dahası, kalan %5 bile Araplara uygulanandan oldukça farklı bir muameleye tabi tutulmuştur. En vurucu hükümlerden biri, askeri yönetim altındaki bölgelere özel bir izin olmadan seyahat etmenin yasaklanmasıydı ve bu yasak tabii ki Yahudi vatandaşlardan esirgenmemişti (...) İngilizlerin ’Yahudi’ yönetmelikleri... 45 tarihli İngiliz düzenlemeleri Aralık 1966’ya kadar resmi olarak askıya alınmadı, ancak bir yıldan kısa bir süre sonra, sokağa çıkma yasağı, gözaltı, ev hapsi, mülke el koyma ve yıkım gibi önlemlerin yasal dayanağını oluşturan Batı Şeria ve Gazze’nin işgal altındaki topraklarında uygulamaya konuldu" (International Politics: Mart 1979).
(b) Mülkiyetin kamulaştırılmasına yönelik yasalar.
’48-’49 savaşından sonra Arap nüfusun ilk göçü, İsrail devletine, yaklaşık 1/4’ü ekilebilir olan ve 1948-1953 yılları arasında İsrail tarafından kurulan 370 tarımsal yerleşim çekirdeğinden 350’sini barındıran 16.000 km2’den fazla terk edilmiş arazi (İsrail’in toplam yüzölçümünün yüzde 80’ine eşit) sağladı.
"1954’te İsrail’in Yahudi nüfusunun üçte birinden fazlası terk edilmiş Arap topraklarında yaşıyordu ve yeni göçmenlerin üçte biri de dahil olmak üzere 250.000’den fazla insan Arap sahipleri tarafından terk edilmiş kentsel mülklerde yaşıyordu (...) Toplamda İsrail ekonomisi 300.000 hektarlık terk edilmiş Arap toprağını yeniden işleyip geliştirdi. ABD yardımı, Alman-Batı tazminatları, İsrail tahvil satışları ve hayırsever kuruluşların katkıları şeklinde yurtdışından aldığı büyük miktarda ekonomik yardıma rağmen, İsrail terk edilmiş Arap mülklerini kullanmadan varlığının ilk üç yılında nüfusunu kesinlikle iki katına çıkaramazdı" (International Politics; Mart ’79’dan).
İsrail devleti bu Arap mülklerine el koymak için bir dizi yasal araç kullandı: "İlk aşamada hükümet, İngilizler tarafından 1945 yılında Yahudi terörizmiyle mücadele için çıkarılan sömürge mevzuatının 125. maddesine göre kapalı bölgeler oluşturdu (Acil Savunma Yönetmeliği). Bu bölgelere dahil edilen toprakların Arap sahiplerinin ’48 savaşından sonra geri dönmelerine izin verilmedi ve tarlaları terk edilmiş halde kaldı. Ekim ’48’de "resmi gazete" Tarım Bakanlığı’na bir yıl boyunca işlenmemiş ve ekilmemiş arazilere el koyma yetkisi veren yeni yönetmelikler yayınladı. Bu önlemler 125. Maddenin uygulanmasından sonra terk edilen arazileri kapsıyordu; Tarım Bakanlığı bu arazileri üçüncü şahıslara, yani Yahudilere devretme yetkisine sahipti. Daha sonra gaip maliklerle ilgili yönetmelikler (1950’de kanun haline geldi) çıktı. Bunlar sadece Filistinli mültecilerin mülkleri değil, aynı zamanda tuhaf bir şekilde "gaip-mevcut" olarak nitelendirilen yaklaşık 20.000 İsrailli Arap’ın mülkleriydi. Bu sonuncular aslında İsrail kimlik kartına sahip olan ancak 29 Kasım 1947 (BM’nin Filistin’in bölünmesine ilişkin kararının tarihi, İsrail Devleti’nin kurulmasından beş buçuk ay önce) ile 1 Eylül 1948 tarihleri arasında ya Filistin toprakları dışında ya da Filistin’in Arap kontrolündeki bir bölgesinde bulundukları için kanunen toprakları ve gayrimenkulleri üzerindeki haklardan mahrum bırakılan ve bu nedenle gaip olarak kabul edilen Araplardı.
"1949 yılında, "güvenlik bölgeleri" oluşturan yeni bir yasa, Savunma Bakanı’na sınırlar boyunca 10 kilometrelik bir bölgede bulunan köylüleri sınır dışı etme yetkisi verdi. Bu yasalar, daha önce bahsedilen yasa ve yönetmelikler gibi Arap sakinlerin mülkiyet haklarını tehdit etmiyor, ancak mülklerine erişimlerini engelliyordu. 1953 yılında Knesset (İsrail parlamentosu), 1/4/’52 tarihi itibariyle sahiplerinin elinde olmayan tüm toprakların hükümet tarafından sahiplenilmesini öngören bir yasa kabul etti. Eski sahiplerine ödenecek tazminat, arazilerin Ocak 1950’deki değerine göre çok düşük bir oranda belirlendi. Hükümete "yeni göçmenlerin savunması ve emilimi" için arazi ve mülklere el koyma yetkisi veren bir başka yasa da Arap mal sahiplerini kamulaştırmak için kullanıldı. Daha sonra yapılan bir değişiklikle, 1/8/’58’den sonra bu kanun hükümleri uyarınca işgal edilen toprakların devlete ait sayılacağı açıklığa kavuşturuldu (...) Son olarak, bazı durumlarda manda döneminden kalma yönetmelikler "nüfusun yararına toprak edinmek" için kullanıldı. Bu yasalar sayesinde, örneğin Yukarı Nasıra ve Karmel Yahudi kasabaları Araplardan el konulan topraklar üzerine inşa edildi" (Le Monde’dan; 1/6/76).
Böylece, İsrail Devleti kurulmadan önce sahip oldukları 200.000 hektarlık araziden Arap köylerine sadece 50.000 hektar kalmıştır. Bu rakam, İsrail’in Arap nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan Bedevilerin, yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları 190.000 hektarlık arazinin 150’sinin kamulaştırılmasını önlemek için 1975 yılında çetin bir mücadele vermek zorunda kaldıkları Negev’i kapsamamaktadır. "Hükümet Negev topraklarının, çoğu çiftçiye dönüşmüş Bedevilerden oluşan Arap sakinleri adına kayıtlı olmadığını iddia ediyor. Resmi olarak hükümet haklı, ancak pratikte Negev Bedevilerinin tapu siciline kayıt yaptırma zahmetine hiç girmedikleri iyi biliniyor. Bu, Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu kadar İngiliz Mandası döneminde de böyleydi; Bedeviler İsrail Devleti kurulduktan sonra yetkililerin topraklarına göz diktiğini anlayınca durumlarını düzene sokmaya çalıştılar, ancak bu hakları reddedildi" (Le Monde; 12/13/75).
Toprak sorunu İsrail’de hem toprağı elinde tutmayı başaran az sayıdaki küçük Arap köylüsü için hem de şimdi proleterleşmiş olsalar da geçmişte topraktan mahrum bırakılmış olanlar için hala çok canlıdır. "İsrail’deki Arap nüfusun son yıllardaki en kitlesel seferberliğinin (Şubat-Mart 1976) tam da Celile’deki Arap topraklarını kamulaştırarak buralarda konut ve askeri tesisler inşa etme kararından kaynaklanması tesadüf değildir" (International Politics; Mart ’79’dan).
(c) Arap köylülerinin proleterleştirilmesi.
İngilizler tarafından 1931’de yapılan nüfus sayımı Filistinli Arapların yüzde 80’inin kırsal kesimde yaşadığını gösteriyordu; İngiliz mandasının sonunda bu oran yüzde 70’e düşmüştü, ancak 1973 nüfus sayımına göre kentleşmiş Araplar yüzde 56’ydı. Mülksüzleştirilen eski köylüler, kapitalist gelişmenin doğal sürecinde olduğu gibi, işgüçlerinin en önemsiz ve yorucu işlerde çalıştırıldığı ve en düşük fiyata satın alındığı şehirlere taşınmaya zorlandı. Arap proleterler esas olarak inşaat ve hizmet sektöründe işgücü sağladılar. Aşağıdaki tablo, 1954’ten 1972’ye kadar Arap işgücünün faaliyet gösterdiği sektörlerin gelişimini göstermektedir:
Arap emeğinin başlıca faaliyet sektörleri arasındaki % dağılımı
1954 | 1966 | 1972 | |
Tarım | 59,9 | 39,1 | 19,1 |
Sanayi | 8,2 | 14,9 | 12,5 |
İnşaat ve bayındırlık işleri | 8,4 | 19,6 | 26,6 |
Diğer sektörler | 23,5 | 26,4 | 41,8 |
(Kaynak: Annuaire statistique d’Israèl, 1955-73 |
Arap işçiler, aynı işi yapan İsrailli işçilerden önemli ölçüde daha düşük olan ücretler konusunda ayrımcılığa uğramaktadır; işten atılmaya maruz kalmaktadırlar; sürekli olarak yüksek işsizlik yaşamaktadırlar; genellikle "kötü işlerde" çalıştırılmaktadırlar. "Sürekli polis kontrolüne tabi oldukları için sendikal korumadan yoksundurlar ve resmi sendikal örgüt Histadrut bile "1966’ya kadar resmi olarak İsrail’deki Yahudi işçilerin genel konfederasyonuydu ve bu tür etnik ayrımcılığın programatik olarak kaldırılmasından sonra bile sendikanın Arap üyelerine aşırı derecede bağlı olduğu söylenemez" (Pol. Int, Mart 79).
Ancak "Arap" topraklarındaki Filistinli mültecilerin koşulları da, çeşitli Arap hükümetlerinin ve liderlerinin ağızlarını "yüce Filistin davası" ile doldurmalarına rağmen, kesinlikle daha iyi değildi. Mülteciler, bir BM kuruluşu olan UNRWA’dan gelen ve büyük ölçüde yerel yöneticilerin cebine giren sübvansiyonlarla Arap şehirlerinin eteklerinde veya İsrail sınırı boyunca uzanan kamplarda yaşıyordu. "Mülteci hayatı yeterince zor değilmiş gibi, Filistinliler Arap toplumunun her kademesinde ayrımcılığa uğruyordu. Filistinli bir mültecinin iş bulabilmesi için önce çalışma izni alması gerekiyordu. Ayrımcılığın özellikle ağır olduğu Lübnan’da böyle bir izin almak neredeyse imkansızdı" ("The Palestinian Diaspora"; Monthly Review, Kasım 1972). Öte yandan, çatışmalar sona erdiğinde, daha önce hep olduğu gibi, İsrail topraklarındaki köylerine dönmeye çalışan mülteciler genellikle vuruluyor ya da dövülerek geri gönderiliyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllar, neredeyse tüm hükümetlerin krizler, darbeler ve toplumsal ayaklanmalarla sarsıldığı, tüm Ortadoğu ülkeleri için derin çalkantıların yaşandığı yıllar olmuştur. Bölgenin üç kıta için bir menteşe görevi gören ve bu nedenle stratejik değerini artıran özel coğrafi durumu ve muazzam petrol zenginliği, dünyanın en büyük güçlerinin dikkatini çektiği için bir güçten ziyade bir zayıflık oluşturdu ve ilk büyük katliamdan sonra oraya yerleşenlerden daha güçlü olan yağmacıların dikkatini çekti: ekonomik-stratejik çıkarlarını korumak için orada kalmak için ellerinden gelen her şeyi yapan Fransa ve İngiltere’nin yerine, doların gücü sağlam bir şekilde kurulurken, rublenin daha az gücü her açılımı zorladı.
"İkinci Dünya Katliamı’nın en büyük iki galibinin birleşik müdahalesi sayesinde, Orta Doğu’daki sömürge karşıtı devrim -aslında başka yerlerde de olduğu gibi- genel tarihsel nedenler ve ilgili ülkelerin gelişimi açısından arzu edilenden daha az devrimci etki kaydetti.
"Emperyalizm çağında ’tabandan’ bir burjuva devrimi, eğer eskilerinin yerini alan yeni güçler sömürülen kitlelerin görkemli hareketlerinin dalgası üzerinde doğmaz ve bu dalganın silahlı gücüne dayanmazsa, gerçekleşebilmesi eskiden olduğundan çok daha zor bir hal alır. Ortadoğu ülkelerinde birçok feodal monarşi büyük bir sarsıntıya uğramadan burjuva monarşilerine dönüşmüştür ve yeni kılıklar altında hüküm sürmeye devam etmektedir. Ancak monarşinin yerini cumhuriyetin aldığı yerlerde bile, bu olay kitlesel siyasi hareketlerden ziyade dar askeri isyanların sonucu olarak görülmelidir" ("il Programma Comunista", 12/1965).
Lübnan, Irak, Ürdün ve Sudan’da çok sayıda işçi grevine sahne olan 1950’lerin başındaki olayların izini takip eden Temmuz 1952’de, birkaç ay süren büyük halk gösterileri ve aynı yılın Ocak ayındaki genel grevle doruğa ulaşan büyük işçi grevlerinin ardından, Mısır Kralı Faruk, "Hür Subaylar" grubunun önderliğindeki ordunun ayaklanmasının zorlamasıyla tahttan çekilir. Haziran 1953’te Mısır’da cumhuriyet ilan edilir ve Nasır’ın yıldızı parlamaya başlar.
Yine 1952’de, Batı ile yakın bağları olan ve bir yıl önce Filistinli bir Arap tarafından öldürülen Ürdün Kralı Abdullah’ın yakın arkadaşı Camille Chamoun Lübnan’da iktidara gelir.
Ancak asıl önemli olan Nasır’ın iktidara gelişidir: Mısır cumhuriyetinin tüm millileştirme politikası pan-Arabizm, büyük birleşik Arap vatanı bayrağını üstlenir, 1945’ten beri Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Transürdün, Irak, Lübnan ve Suriye arasında kurulan Arap Birliği’ni yeniden canlandırmaya çalışır; bu birlik 1948’de İsrail’e karşı savaşta tüm basiretsizliğini, tüm etkisizliğini ve federalizmin tüm sınırlarını göstermişti. Pan-Arabizm’in yeniden doğuşuna ilk darbe, Irak’ın 1954’te, iki yıl önce NATO’ya katılmış olan Türkiye ile ittifak kurması ve ardından 1955’te, Türk-Irak paktını İran, Pakistan ve İngiltere’ye kadar genişleten ve esas olarak ABD’de onay ve destek bulan Bağdat Paktı’na katılmasıyla indirildi.
Bu "Bağdat Paktı"na Mısır, Çekoslovakya ile pamuk karşılığı silah anlaşması imzalayarak karşılık verdi.
Şubat 1954’te Suriye’de bir ayaklanma Şişakli diktatörlüğünü devirerek siyasi istikrarsızlık dönemini başlattı. Ürdün’de 1955’te Bağdat Paktı’na katılmaya karşı geniş halk hareketleri oldu ve 56’daki seçimler Nasır yanlısı bir hükümetle sonuçlandı.
26 Temmuz 1956’da Nasır, Amerika’nın Asvan Barajı’nın inşası için kredi vermeyi bir kez daha reddetmesi üzerine Süveyş Kanalı’nı millileştirdi; aynı yılın 29 Ekim’inde İsrail ordusu Sina’yı işgal etmeye başlarken, birkaç gün sonra İngiliz-Fransız birlikleri hava bombardımanı ve paraşütçü birliklerin atılmasıyla kanal bölgesine saldırdı.
Saldırı dokuz gün sonra, 6 Kasım’da Rus-Amerikan ortak müdahalesinin ardından sona erdi.
1957 başlarında ABD, emperyalistler arası çekişmede giderek önem kazanan bu bölge üzerindeki etkisini pekiştirmek için yeniden öne çıktı: 5 Ocak’ta Başkan Eisenhower Kongre’ye ABD’nin M.O. politikası için bir plan sundu. "Bu plan üç noktadan oluşuyordu: bölgedeki dost hükümetleri desteklemek için kitlesel yardımlarla müdahale etme kararı; Başkan’ın kendi takdirine bağlı olarak, talep eden devletlere veya devlet gruplarına askeri destek sağlama niyeti; ve uluslararası komünizm tarafından tehdit edilen dost Orta Doğu devletlerinin yanında doğrudan müdahale etmek için Amerikan askeri güçlerini hazır tutma" (Valabrega; op. cit.).
Bu politika ilerleyen aylarda Ürdün ve Lübnan’da meyvelerini verecekti. Ürdün’de, Hükümdar tarafından desteklenen bir ordu darbesi Nabulsi yanlısı hükümeti tasfiye ederken, Akdeniz’de konuşlanmış olan ABD VI Filosu Ürdün’ün bütünlüğünü ve bağımsızlığını kurtarmak için müdahaleye hazır olduğunu ilan eder. Washington’un Batı’ya sadakati karşılığında Haşimi hükümdarına verdiği ödül on milyon dolardır.
Mayıs 58’de Lübnan’da, Chamoun’un diktatörce yönetimine bir tepki olarak patlak veren genel grev, tüm ülkeyi ateşe veren tam kapsamlı bir ayaklanmaya dönüşür. İsyan artık "sol" güçlerin lehine dönmeye başladığında, 14 Temmuz’da bir askeri saldırı halkın coşkusuyla Irak monarşisini ortadan kaldırdı. Bu olay ABD’yi doğrudan müdahale etmeye ikna etti: ertesi gün iki uçak gemisi de dahil olmak üzere yaklaşık elli Amerikan gemisinden oluşan bir filo Lübnan’a 10.000 asker indirirken, Ürdün Kralı Hüseyin’in çağrısıyla Amman’a güçlü İngiliz paraşütçü birlikleri geldi. Düzen birkaç gün içinde yeniden tesis edilecektir.
Bu olayları gazetemizde şöyle yorumlamıştık: "ABD’nin korkakça güç kullanımının hedefi, Arapların birleşmesi değil, parçalanmış Chamoun rejiminin kurtarılmasıdır. ABD’nin silahlı müdahalesinin, Irak’ta İngiliz yanlısı monarşiye ve onun kana susamış uşaklarına haddini bildiren anti-monarşist devrimden birkaç saat sonra kararlaştırılması tesadüf değildir. Dolar gangsterlerinin en büyük kaygısı pan-Arabist hareketin arzuladığı büyük üniter devletin kurulmasını engellemek ve böylece Ortadoğu halklarının siyasi birleşmesinin önündeki en büyük engel olan askeri ittifakları korumaktır. Haşimi monarşisini idam ederek, Arap birliğine ihanet eden zalim Nuri-es Said rejimini devirerek, kışkırtıcı Ürdün-Irak federasyonunu feshederek, Bağdat Paktından çekilerek, Iraklı milliyetçi devrimciler Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ve prestijine en ağır darbeyi vurmaktadır (...) Arap ülkeleri şu anda Risorgimento İtalya’sının içinde bulunduğu durumdadır. Aynı dili konuşan, aynı gelenek ve göreneklere sahip, bölünmez bir tarihsel evrimi geride bırakmış tek ve aynı halk bir düzine devlete bölünmüş durumda (...) Devletlerin, başka zamanlarda Garibaldilerin, Kossuthların ve Bolivarların bayrağı olan yeniden birleşimi, siyasi bölücülüğün ve ayrılıkçılığın bastırılması iddiası, komünist değil, proleter değil, milli ve demokratik bir iddiadır. Tamamen milli burjuva demokratik devriminin içinde yer alır. Bilinçli proletarya ulus-devlet oluşumunun kendisiyle değil, geçişin gerektirdiği toplumsal dönüşümlerin içeriğiyle ilgilenir. Lenin’in yarı feodal ve geri kalmış ülkelerde sürdürülen anakronik siyasi yapılar tarafından kısıtlanmış ve hareketsizleştirilmiş olarak gördüğü "güçlü ekonomik faktörlerin" diyalektik olarak çözülmesiyle ilgilenir" ("il Programma Comunista"; no. 14-1958).
Arapların birleşme olasılığı o dönemde hala mümkün görünüyordu ve gördüğümüz gibi parti tarafından, olası olmasa da, ilerici olduğuna inanılıyordu ve bu yönde atılacak ilk adım, o zamana kadar Rusya’nın etki alanına girmiş olan Mısır ve Suriye’nin birleşmesi gibi görünüyordu; bu birleşme 1 Şubat 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni doğurdu. Ancak tarih sahnesine çok geç çıkan, dünya pazarına tamamen bağımlı zayıf ekonomilerin ifadesi olan durgun Arap burjuvazileri, yerlerini aldıkları eski kabile sınıflarından ve uluslararası emperyalizmin sık sık sözlerle mahkum ettiği yoksul proleter ve köylü kitlelerinden çok, ayaklanmaları iktidara gelmelerini kolaylaştıran sömürülen ve açlık çeken yoksul kitlelerden korkuyorlardı. Sonuç olarak, tüm ülkelerde yeni burjuva hükümetleri kendiliğinden gelişen her türlü kitle hareketini derhal bastırdı ve devlet çıkarlarına bağlı olarak ya eski devrik sınıflarla ya da Batı veya Doğu emperyalizmiyle anlaştı.
Aslında daha Eylül ’58’de şöyle yazabiliyorduk: "Kolayca tahmin ettiğimiz gibi, diplomatik müzakereler düzlemine taşınan Ortadoğu sorunu, en alaycı ve gülünç şekilde sonunu buldu. Özellikle de genç Arap devletleri arasında. Alıcılarını kaybetme endişesi (ki bu özellikle Irak, Tunus, Fas gibi küresel öneme sahip emtia üreticileri için geçerlidir), çatışan çıkarlar ve tarihsel geleneklerle bölünmüş, nakit oksijen sağlamaya ilk "hayırsever" bankacıya (ki bu herkes için geçerlidir) boyun eğmeye hazır, serbest bırakılmış ve kötü niyetli kitlelerin kontrolünü kaybetmeme kaygısı, Kuran üzerine yemin eden genç ve açgözlü burjuvalar, "yabancı askerlerin" geri çekilmesini daha az yabancı olmayan paranın muzaffer girişiyle takas ederek "sömürge karşıtı" tavırlarını bir kenara bıraktılar, devrimci kutsal savaşın taşıyıcıları olduklarını iddia edenler, "müdahale etmeme", "karşılıklı saygı, bütünlük ve ulusal egemenlik" ilkelerini, kısacası emperyalist tahakkümün ifadesi ve ürünü olan bir statükoyu savunarak, Batı Asya’dan tüm Kuzey Afrika’ya uzanan üniter bir Arap devleti için övünülen özlemin tersini yapıyorlar" ("il Programma Comunista; n. 16/1958).
Bu yıllarda, radikal bir burjuva devrimi olasılığı, Ortadoğu’nun birbiriyle sürekli çatışma halinde olan birkaç zayıf devlete bölünmesinin sürdürülmesini isteyen emperyalist stratejinin tam zaferi nedeniyle kapandı; bu çözüm, bu bölgedeki proletaryanın ve sömürülen kitlelerin sayıca bile zayıflığı tarafından kesinlikle zorunlu bırakıldı.
Tam da bu yenilginin ardından, Ocak ’64’te Kahire’de toplanan üst düzey Arap liderler zirvesi, çeşitli devletler arasında çözüme kavuşturulmadan gün ışığına çıkarılan birçok sorun ve zıtlık arasında, birkaç ay sonra resmen gerçekleşecek olan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurulmasına yönelik ilk adım olan Filistin varlığını tanıma yönünde önemli bir karar aldı. Bu önemli karar için seçilen zamanlama, çeşitli Arap hükümetlerinin İsrail emperyalizmine karşı topraklarından sürülen yüz binlerce Filistinli mülteci sorununu çözme isteğinden değil, tüm Arap devletlerinin kamplarda biriken ve 1958’den beri Gazze Şeridi’ndeki kamplarda ilk gerilla çekirdekleri olan El Fetih ve onun silahlı kanadı El Assifa’yı (Fırtına) doğuran toplumsal isyan potansiyelinden duydukları korkudan kaynaklandığını daha da kesin bir şekilde teyit etmektedir.
Filistin hareketi ılımlı, Nasır yanlısı ve pan-Arapçı bir gündemle doğmuş olsa da, mültecilerin içinde bulunduğu korkunç koşullar nedeniyle olası radikalleşmesinden korkan Arap devletleri tarafından başından beri şiddetle karşı çıkılıyordu. Söylediğimiz gibi ilk gerilla grupları 1950’lerin başında Gazze Şeridi’nde kurulmuştu çünkü bu bölge 49’dan beri Mısır idaresi altında olmasına rağmen hiçbir zaman resmen Mısır’a bağlanmamıştı ve bu nedenle burada bir miktar hareket özgürlüğü mümkündü.
El Fetih’in doğuşu International Politics’de şu şekilde anlatılmaktadır: "Böylece Gazze, Filistin ulusal hareketinin gelecekteki elitlerinin içinde şekillenebileceği geniş bir özerkliğe sahip oldu. Başlangıçta Nasırcılık Gazze’deki Filistinliler arasında çok geniş bir uzlaşı sağladı ve bu da kısa süre sonra faaliyetleri sürekli olarak Kahire’den kontrol edilen fedai gruplarının kurulmasıyla sonuçlandı. Birkaç ay boyunca bölgenin İsrail’in kontrolü altına girmesine neden olan Süveyş krizi ve daha sonra Mısırlı yetkililerin Gazze’den İsrail’e karşı hareket eden her türlü gerilla faaliyetine uyguladığı abluka, siyasi açıdan daha bilinçli Filistinli unsurların, Filistin’in kurtuluşunu tamamen "ilerici" Arap rejimlerinin sözde devrimci kapasitesi ve askeri potansiyeline dayandırmayı amaçlayan bir stratejinin içerdiği ciddi sınırlamaları fark etmelerini sağladı. İşte bu dönemde Yasir Arafat, geleceğin diğer pek çok Filistinli lideri gibi, gerçek bir tersine dönüş gerçekleştirdi; pan-Arabizm temel perspektifine bağlı kalmakla birlikte, Arap birliğine giden yolun Filistin’in kurtuluşu için mücadeleden geçmesi gerektiğini anladılar, tersi değil. Bu nedenle Filistin ulusal hareketi niteliksel bir sıçrama yapmak zorundaydı; çeşitli Arap ülkelerinin yedeği olmaktan çıkmalı ve kendi özerk mücadele stratejisiyle Arap birliğinin gerçek motoru haline gelmeliydi.
"En az Baasçılar kadar Nasırcılar için de Filistinliler arasında ortaya çıkan özerklik arayışı, ayrılıkçı türden ciddi bir evrilme teşkil ediyordu; sanki kendilerini o zamanlar birkaç Arap ülkesini içermeyen birleşme sürecinden koparmak istiyorlardı; sadece ideolojik olarak mücadele edilmesi değil, aynı zamanda somut olarak da bastırılması gereken taşralı bir geri çekilme. Böylece Arap devletleri, Kahire ya da Şam’dan gelen siyasi direktiflere boyun eğmek istemeyen ve daha ziyade Ürdünlü Hüseyin’in Filistin politikasına karşı çıkan Filistinli liderlere karşı ilk polis zulümlerini uygulamaya koydular. Arafat, Abu Jyad ve diğer Filistinli liderler bu nedenle kendilerini Körfez’deki Arap ülkelerine ve özellikle de diğer Arap ülkelerinde hakim olan Filistin karşıtı baskı ortamının bulunmadığı Kuveyt’e sığınmak zorunda buldular. Gelecekte diğerlerinden daha fazla gelişecek olan ve ilk sayısı 1959’da yayınlanan Filastinuna (Filistinimiz) adlı teorik dergisinin sayfalarında Filistin halkının mücadelesinin çeşitli Arap rejimlerinin isteklerine göre tamamen özerk bir yön izlemesi gerektiği fikrini yinelemekten geri kalmayan Filistin örgütü El Fetih tam da Kuveyt’te kuruldu".
Gelecekteki olaylarda çok ağır basacak olan trajik gerçek, Pan-Arabizm’in ne aşağıdan - yani Ortadoğu’ya dağılmış olan Filistinli Arap mültecilere dayanarak - ne de Nasır’ın yapmaya çalıştığı gibi yukarıdan hiçbir şekilde yeniden diriltilemeyeceğiydi.
Pan-Arabizm sona ermişti, tarihsel randevularını büyük ölçüde kaçırmıştı ve Filistin irredantizmi artık onu diriltemezdi. Kamplara tıkıştırılan binlerce Filistinli mülteci, Ortadoğu’nun tüm trajedisini yansıtıyordu: uluslardan değil (ki bunlar ne küçük bir biçimde ne de tarihi gerçeklerin gösterdiği gibi tek bir Arap milletinin tek bir büyük biçiminde mevcuttur), özel çıkarlarına bağlı, her biri şu ya da bu güce el pençe divan duran berbat devletlerden oluşan bir mozaik; her biri, petrol ya da pamuk için dünya pazarına ya da şu ya da bu dünya gücünün silah tedarikine olan gerçek bağımlılıkları nedeniyle kendilerinden esirgenen ekonomik ve siyasi bağımsızlık hakkında atıp tutuyor, her biri büyük uluslararası kodamanların eğilimli hizmetkârları oldukları kadar gururlu ve kibirli, her biri açgözlü ve yalaka sözde burjuvalar ya da hatta feodal bile olmayan ancak kabile olan bin yıllık bir geçmişin kalıntıları tarafından yönetiliyor.
El Fetih’in izlediği yol, Filistinli halkların maddi çıkarlarını, artık tarihin bir kenara attığı imkansız bir ulusal kurtuluş uğruna defalarca feda etmekten başka bir yere varamazdı. Bu yoksul ve fakir halkın önünde tek bir şans vardı: gözlerinin önünde "ırk" ya da "millet" değil, sınıf düşmanını sabitlemeyi başarmak ve tek bir kayıtsızlar ordusunda bir araya gelerek, sefaletleri ve talihsizlikleriyle eşit derecede ilgilenen yerli ve yabancı polisleri ve efendileri yok etmek için kendilerini donatmak.
Aslında, Arap rejimlerinin Eylül 1964’te İskenderiye’de İkinci Arap Zirvesi’nde kurulan FKÖ’yü tanımaları ve onu vesayetleri altına almaları tam da bu milli ve ırksal yol sayesinde oldu, çünkü aşağıdan gelen tüm pan-Arabizm açıklamalarına rağmen, yardıma olanak sağlayan onlard. Yeminlerine göre, eylemlerinin sınırı Arap devletlerinin çıkarları olacak olan bu yeni örgütün yaşamı para ve silahla sınırlandırılacak, böylece toplumsal ayaklanmaların tehlikeleri Arafat’ın Yahudi karşıtı gerilla çerçevesi tarafından etkisiz hale getirilecek, düşen ve yozlaşmış Arap rejimlerinin gevşeklik ve zayıflıklarından kurtulmalarının bir garantisi olacaktı.
Başka bir değerlendirme daha yapılmalıdır: FKÖ bu durumu tercih ederek kendi pan-Arapçılığını aşağıdan bir kalıba döküyordu, ki bu kelimenin tam anlamıyla ele alındığında mevcut Arap rejimlerini alnından vurması gerekirdi, ancak devletin nedeni FKÖ’nün kendisi için geçerliydi: onu mevcut rejimlere bağlayan göbek bağının kopması ırk ve milletle ilgiliydi ve bu kopma başka bir yol izlemeye değerdi, ancak bu durumda FKÖ veya Arafat’a yer yoktu!
Haziran 1967’de bir kez daha silahlar konuştu, bir kez daha işçiler, köylüler ve yoksul halk Yehova-Allah’ın esrarengiz emriyle birbirlerini katletti.
Savaş her iki taraf için de kutsanmıştı: İsrail Devleti hem toprak kazanımları elde etmek hem de zaten ciddi bir şekilde kendini göstermeye başlayan iç ekonomik ve siyasi krizi ertelemek için saldırıya geçtiyse de, çatışmanın tarafı olan Arap devletleri ikiyüzlü anti-emperyalist ve Filistin yanlısı sloganların tozunu atabildiler, ama sadece iç kullanım için, savaş durumunun aciliyetinde sömürülen kitleleri yozlaşmış rejimlerine bağlamak, böylece sefalet ve baskının nedenlerini İsrail yayılmacılığına yüklemek için.
Sadece altı gün içinde Tel Aviv’in birlikleri Gazze, Batı Şeria ve Sina’yı (70.000 km2) fethetmek için tam zamanında yetişirken, Arap devletleri tüm askeri zayıflıklarını ve siyasi tutarsızlıklarını sergilediler. Binlerce proleter Filistinli için, 1948’de geri kalan Filistin’deki kardeşlerinin başına gelen trajedi tekrarlandı. Gazze şeridinde 1967’de 450.000 Filistinli yaşıyordu ve bunların üçte ikisinden fazlası 1948’de sürüldükleri verimli Yafa ovasından gelen mültecilerdi. Birçoğu ikinci kez göç yolunu seçen 100,000’den fazla Gazze sakini komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. ’67’de, yani işgalden önce yaklaşık 850.000 nüfusa sahip olan Batı Şeria’nın nüfusu üç yıl sonra ancak 650.000’e düşmüştü; bu da 200.000 Filistinlinin bu bölgedeki her şeyi terk ederek mülteci kampları adı verilen ve Arap rejimlerinin modern İsrail ordusunu kontrol altına almaktaki askeri beceriksizliği göz önüne alındığında FKÖ gerillalarının milis üstüne milis çekeceği sefalet kamplarına gitmek zorunda kaldığı anlamına geliyordu.
En ufak bir şüphe duymadan ve anti-emperyalist duruştan ve savaşçılığa duyulan estetik hayranlıktan taviz vermeden, o anın sıcaklığıyla şu yorumu yaptık: "İçinden dünya kapitalist korsanlığının atardamarlarına kan pompalayan boru hatlarının geçtiği ve ’naipleri’ -burjuvalar, yeni zenginler ya da yarı feodal lordlar- kendilerini dünyanın dört bir yanındaki kasaların anahtarlarını ellerinde tutanlara satmakta, finansörlerinin ve efendilerinin doymak bilmez çakalların gözleri önünde salladıklarını komşularından -belki de kardeşlerinden- çalmakta her türlü çıkarı olan ülkeler hangi ’bağımsızlığı’ ve hangi ’barışı’ umut edebilir? Bugünlerde Ortadoğu’da söz konusu olan, sadece Nasır ve Kossigin’in yalancı ağızlarında var olan bir ’sosyalizm’ ya da İsrail’de bu taraftaki ya da Atlantik ötesindeki büyük bankerler tarafından finanse edilen başka bir ’sosyalizm’ değildir: söz konusu olan emperyalizmin ulusal ve uluslararası ekonomik ve stratejik çıkarları ve güç pozisyonlarıdır. Arap ve İsrailli proleterler karşılarında aynı düşmanı bulmaktadırlar: ya onu parçalamak için birlikte savaşacaklar ve kendi servetlerini onların vücutları üzerine inşa etmiş olan büyük emperyalist metropollerin proleterleri onlara ırk, devlet ya da din sınırı tanımayan bir savaşın örneğini verecek ilk kişiler olacaklardır, ya da orada ve her yerde, bugün ve yarın yeniden savaş olacaktır" ("il Programma Comunista", 11/1967).
"Altı gün" savaşından bu yana, Filistinli mültecilerin sayısının muazzam bir şekilde artması ve gerilla oluşumlarında kitlesel olarak yer almalarıyla birlikte, bunlar Orta Doğu’nun sorunlu bölgesinde önce askeri sonra diplomatik bir rol oynamaya başlarlar. Gerillaların ilk askeri çıkışı Mart 1968’de gerçekleşir: İsrail ordusu 15,000 asker, tanklar, zırhlı araçlar ve silahlarla Ürdün topraklarını işgal eder ve "terörist" üsleri yok etmek amacıyla helikopterler ve uçaklarla desteklenir. Tel Aviv hükümetinin resmi deyimiyle gerçek bir "misilleme" operasyonu olan saldırı 15 saat sürer, silahlı Filistinli gerilla örgütleri İsraillileri ağır kayıplarla geri çekilmeye zorlayarak (Karameh Savaşı) şiddetli bir şekilde savaşır ve Hüseyin’in kendisi de "partizanların savaşçılığına saygı gösterdiğini ve artık onların eylemlerine karşı çıkmasının mümkün olmadığını ilan etmek zorunda kalır".
Ürdün’ün yanı sıra, komando grupları da yukarı Celile’deki köylere saldırı düzenlemek üzere ayrıldıkları güney Lübnan’da bulunuyordu; İsrail ordusu terörist eylemlere güney Lübnan halkına karşı kitlesel ve ayrım gözetmeyen baskıcı müdahalelerle karşılık verirken, Lübnan ordusu sınır egemenliğini uygulayamayacak kadar zayıftı. Lübnan devleti ayrıca, siyasi ve askeri ağırlıkları olan güçlü Filistinli örgütlerin ülkedeki varlığının, sol örgütleri güçlendirerek Hıristiyan egemen sınıflar için ciddi bir tehlike oluşturabileceğinden korkuyordu. Bu nedenle Kasım 1968’de Lübnan silahlı kuvvetleri güneydeki gerilla üslerini kuşattı; gerginlik sonraki aylarda da devam etti ve Nisan ve Ekim 1969’da ciddi silahlı çatışmalara yol açtı. Bu çatışmalar, güney Lübnan’daki komando üslerinin varlığını ve Filistin gerilla hareketinin bağımsız statüsünü tanıyan Kahire Anlaşmalarının imzalanmasıyla yatıştırıldı; böylece Ürdün’ün ötesinde İsrail’i hedef alabilecekleri bir toprak parçasına daha sahip olabileceklerdi.
Ayrıca bu dönemde El Fetih’in yanı sıra, genellikle şu ya da bu Arap devleti tarafından hareket üzerinde nüfuz sahibi olmak amacıyla kurulan çok sayıda başka örgüt de ortaya çıktı. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Aralık 1967’de Şam ve Kahire’nin onayıyla kurulur; Suriye 1968’de Saika’nın (yıldırım) kurulmasına sponsor olur. Aynı yıl FHKC’deki sol kanat bölünmesinden "Marksist-Leninist" veya "Üçüncü Dünyacı" pozisyonlarda Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDKC) kurulur; ertesi yıl Irak Arap Kurtuluş Cephesini (FLA) kurar. Mart 1970’te Ürdün, Suriye ve Irak’ın komünist partileri "Partizan Güçleri "ni kurar.
Ancak El Fetih en büyük ve en etkili örgüt olarak kaldı ve 1969’da Nasır’ın yardımıyla FKÖ’nün etkin kontrolünü ele geçirdi.
Ancak Filistinlilerin en güçlü direniş hareketi olan El Fetih hareketi, mülteci kamplarında var olan mücadele isteğinden doğmuş olsa da, Ocak ’69 tarihli bir politika belgesinde belirtildiği gibi, Filistin küçük burjuvazisinin ifadesidir: 1) "Silahlı mücadele ve kapsamlı devrim, Filistin’i özgürleştirmek ve Siyonist varlığı tasfiye etmek için tek yoldur, " 2) "Arap devletleri Filistin devriminin iç işlerine hiçbir şekilde müdahale etmediği sürece Filistin devrimci öncüsü de Arap devletlerinin iç işlerine müdahale etmez. "
El Fetih bu siyasi stratejisiyle sadece sınıf temelli olmama değil, aynı zamanda sadece radikal milli düzeyde mücadele etmeme karakterini de ortaya koymaktadır. Böyle bir perspektif, FKÖ’yü sadece İsrail’in değil, bölgedeki küçük Arap devletlerinin gerici federalizmine karşı acil ve kalıcı bir çatışmaya zorlardı. Filistinli fukarasının serseri mayınlarının İsrail tarafından değil bizzat Arap rejimleri tarafından silahla etkisiz hale getirildiğini görecek ve meselenin artık ırk ya da ulus değil sınıf meselesi olduğunu daha da teyit edecek olan sonraki olayların öncülü, tek tek devletlerin "iç" işlerine karışılmamasının kabul edilmesidir.
12. Kara Eylül: Herhangi Bir Irk ve Ulus Çözümü Kapalı
Ürdün’deki siyasi durum zaten birkaç yıldır gergindi. Haşimi Krallığı, Türkiye sınırlarından güneyde Süveyş ve Kızıldeniz’e, batıda Akdeniz’den doğuda İran sınırlarına kadar bölgedeki tüm devletler gibi, İngilizler tarafından Ortadoğu’daki çıkarlarını ilerletmek için bir kalem darbesiyle yaratılmış yapay bir devlettir, "ekonomik yapısı da daha az yapay değildir. Feodalizmi toprağa dayalıdır; zenginliğini petrol üzerine inşa etmemiştir. Bölgedeki Arap devletlerinin çoğunun aksine, herhangi bir öneme sahip bir ticari burjuvaziye sahip değildir: sahip olduğu tek şey, tamamen aracı ve dışa bağımlı işlerde çalışan cılız ve boğulmuş bir ’burjuva’ sınıfıdır. Kaynak bakımından fakir olan Ürdün, sadece Amerikan ve İngiliz yardımının oksijeniyle yaşıyor, bu nedenle en önemli ve istikrarlı ayrıcalıklara sahip sosyal grup, sarayın etrafında toplanan idari ve askeri aygıttır" (R. Ledda’nın Amman Savaşı kitabından). Ürdün’de ayrıca 400.000 Transürdünlüye karşılık 800.000 Filistinli olmak üzere nüfusun üçte ikisi Filistinlilerden oluşmaktadır ve bunların yarısı da aralarından asker devşirilen göçebe Bedevilerdir.
Ürdün rejiminin karşı karşıya olduğu sorunlar iki yönlüdür:
(a) Filistin hareketi Ürdün’de, özellikle de şehirlerde kitlesel bir taban oluşturuyordu. Silahları vardı, gazeteler yayınlıyordu, okullar ve hastaneler örgütlüyordu ve Ürdünlü sömürülen kitleler için yeniden başlarını kaldırma, monarşiye, açlık ve sömürü rejimine karşı çıkma yanılsamasını temsil ediyordu.
Arafat, "Arap rejimlerinin iç işlerine karışmama" politikasına sadık kalarak, doğal olarak Ürdünlü kitleleri bu zeminde örgütlemeye hiç niyetli değildi. Katliamdan kısa bir süre önce, 9 Eylül’de şu
açıklamayı yapmıştı: "Filistinliler iktidarı istemiyor ve onu alacak güce de sahip değil (...) Kendimizi savunarak ne Hüseyin’in rejimini ne de Ürdün iktidarını zayıflatmaya çalışıyoruz. Biz sadece siyasi imha ve fiziksel yıkım tehdidi altında olan Filistin devriminin varlığını savunuyoruz" (R. Ledda).
Diğer direniş örgütleri de (FHKC ve FDKC) "devrimci" açıklamalarına rağmen nihayetinde farklı bir tutum sergileyeceklerdir. Eğilim her zaman Ürdün rejimiyle, iç politikada tarafsızlık karşılığında İsrail’e karşı mücadelenin devam etmesine izin verecek bir uzlaşmaya yöneliktir. Ancak kitleler sözde liderlerinin direktiflerine kölece uymuyor ve toplumsal bir ayaklanma tehlikesi giderek yaklaşıyor.
(b) Ürdün rejimi de İsrail devletine karşı kendi topraklarından başlayan gerilla eylemlerine müsamaha gösteremezdi. Gerillaların işgal altındaki toprakların dışında kalıcı üsler kurmaya ve komandolarını Ürdün topraklarından yola çıkarmaya zorlandığı 68’in başından beri, Ürdün ordu birlikleri ile ateşkes hattını geçmeye hazırlanan fedailer arasında bir dizi olay yaşandı. Bunun nedeni açıktır: Haşimi rejimi Amerikan ve İngiliz emperyalizmine eli kolu bağlıdır ve İsrail’in Ortadoğu’daki çıkarlarını koruduğu bu ülkelerin yardımına hayati derecede bağımlıdır; dolayısıyla Ürdün İsrail’in düşmanı olamaz.
Dahası, bu bağlamda iki devlet arasında Hüseyin’in büyükbabası Abdullah’ın Ürdünlü feodal beylerin İsrail Devleti’ne dönüşen eski Filistin’de sahip oldukları mülkleri adil bir bedel karşılığında tasfiye etmeleri için İsraillilerle anlaştığı ve Batı Şeria’nın ilhakına yeşil ışık yakılması karşılığında Negev üzerinden denize açılan koridordan vazgeçtiği 1949 yılına kadar uzanan uzun bir işbirliği geleneği vardır.
Haşimi rejimi için bu iki sorunun tek bir çözümü vardır: Ürdün’deki Filistinli gerilla üslerini tasfiye etmek, Amman’daki proletaryaya bir ders vermek ve her türlü belirsiz isyan arzusunu kırmak.
Böylece tasfiye eyleminin yöntemleri üzerinde anlaşmak için İsrail’le gizli müzakerelere başladı, ardından diğer Arap devletlerinin sözlü olanlar da dahil olmak üzere tepkilerini en aza indirecek ve aynı zamanda iki süper güç ABD ve SSCB’nin polis operasyonuna rıza göstereceğini görecek uygun bir uluslararası anı beklemeye başladı. Bu elverişli fırsat, "Rogers planı" olarak adlandırılan ve aşağıdaki hususları içeren bir başka Amerikan "barış planı" önerisiyle geldi:
(a) BM Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihli kararı (gerilla örgütleri tarafından her zaman reddedilmiştir) temelinde, ilgili her devletin Jarring’in liderliğinde müzakereler için bir temsilci ataması.
(b) İsrail’in tanınması.
(c) İsrail’in Haziran savaşı sırasında işgal altındaki topraklardan çekilmesi.
(d) Üç aydan az olmayan bir süre için ateşkesin yeniden tesis edilmesi.
Bu, Ürdün, Mısır ve İsrail’in müzakerelerin başlamasından önce yukarıdaki hususları içeren bir belgeyi imzalamaları şartına bağlıdır.
Mısır ve Ürdün Amerikan planını kabul ederken FKÖ bunu kesin bir dille reddeder.
Ancak Rogers’ın planı, Hüseyin’in birlikleri saldırıya geçemeden suya düşer. Nitekim İsrail hükümeti, Mısır’ın bazı Sam-2 ve Sam-3 füze bataryalarının hareketinden ibaret olan ateşkes ihlallerini kınadı ve 16 Eylül’de "ateşkeste yer alan askeri statükoya saygı gösterilinceye ve önceki durum yeniden tesis edilinceye kadar Dr. Jarring’in görüşmelerine katılamayacağını" açıklar.
Ancak bu arada Hüseyin ABD ile doğrudan anlaşmaya varmıştır. "Baltimore Sun Times ve Beyrut’taki etkili Sawt El Uruba daha sonra ABD’nin kendisiyle dört özel noktada anlaştığını açıklayacaktır. 1) (Filistinlilerle) çatışmanın, dış askeri müdahale sayesinde monarşinin çökmesi tehlikesiyle sonuçlanması halinde müdahale (henüz hiç kimse direnişin sert Ürdün ordusu için bir şekilde belirli bir ciddiyette sorun yaratabileceğine inanmıyor); 2) Batı Şeria’nın Haşimi krallığının ayrılmaz bir parçası olarak kalacağının garanti edilmesi; 3) Ürdün ve İsrail arasında Kudüs konusunda ayrı bir müzakerenin desteklenmesi; 4) 200 milyon dolardan fazla ekonomik ve askeri yardım" (R. Ledda; op. cit.).
Mükemmel bir eşzamanlılıkla İsrail Ürdün’e asker yığarken ve Hüseyin baskıyı hazırlarken, gerilla örgütleri, hazırlanan darbenin tamamen farkında olmalarına rağmen, savunma pozisyonunu korur ve kitleleri karşı saldırıya karşı örgütlemeyi reddeder, kendilerini rejimin meşru hükümete saygı göstermesini ve ordunun "en gerici unsurlardan" arındırılmasını talep etmekle sınırlarlar.
16 Eylül’de Hüseyin saldırıyı başlatır: başında bir Bedevi lider olan Habes el Majali’nin bulunduğu bir asker hükümeti kurulur. Filistinlilere gecikmeden silahlarını teslim etmelerini emreder, sıkıyönetim ilan eder ve her türlü halk tepkisi girişimini ezeceğini açıklar.
Gerillalar teslimiyetçi politikalarını sürdürür ve olayların provoke edilmemesi için çok katı emirler verir. "Kasabalarda, köylerde ve tarlalarda Ürdün ordusunun herhangi bir mevzisine ateş açılması yasaktır", der 16 Eylül tarihli 70/71 sayılı emir, "bu mevzilerin ateş açması durumu hariç. Bu durumda ateş, ateş açan askeri mevzilerle sınırlı kalmalıdır". Aynı zamanda Ortak Bildiri’de çok başarılı olan bir genel grev ilan edilir: "Amman derhal boşalır, tepeden tırnağa silahlanmış Filistinli milisler ve bu kez sendikalara, Komünist Partiye ve diğer ilerici gruplara bağlı Ürdünlüler de silahlanır ve savaşmaya hazırlanırlar" (R. Ledda)
Yine katliamın başlamasını beklerken, FKÖ Hüseyin’le bağlarını koparmak istemez ve yargının aşırılık yanlısı kesimlerini ve Amerikan elçiliğini suçlar. Bir kez daha anlaşma ve uzlaşma yolları aranır, böylece Ürdün ordusunun ancak birkaç ay sonra galip geleceği, kaçınılmaz bir askeri yenilgiye zemin hazırlanır.
Saldırı ayın 17’si sabahı başlatılır. Önce proleter gücün büyük bölümünün yoğunlaştığı Amman kentine saldırılır. "Civardaki tepelerden 155 mm. fosforlu ağır toplar ateş ediyor, daha yakın mesafelerden 75 mm. toplar ve 80 ve 120 mm. havanlar, 105 mm. geri tepmesiz toplar, 105 mm. toplarıyla Centurionlar. Vahdet kampı, Hüseyin ve Eşrefiye Cebelleri ana hedeflerdir, ancak saldırı tüm şehre yöneliktir, birkaç mahalle dışında hiçbir yer korunmaz" (R. Ledda).
Saldırının başlamasından 48 saat sonra, muazzam araç üstünlüğüne rağmen, Ürdün ordusu şehrin bazı dış mahallelerine girmeyi başaramadan onları kuşatmayı başardı. "Halkın seferberliği piyadelerin harekete geçmesini engelliyor ve zırhlı araçlar jebellere tırmanamıyor" (R. Ledda; op. cit.). Çatışmaların ilk gününden itibaren kentin suyu kesilir, tüm gıda ve ilaç tedariki engellenir, hastaneler, okullar, mülteci kampları bombalanır ve fosfor bombaları ve napalm ile yerle bir edilir. Savaş Ürdün’ün kuzey şehirlerinde de alevlenir; 18 Eylül’de fedayin Ramtha, İrbid, yerle bir edilecek olan Zerka ve Mafrak’ı le geçirir.
Ağır silahları olmayan ve en fazla 30.000 kişiden oluşan gerilla örgütlerinin bu direncini kimse beklemiyordu. Hüseyin’in mükemmel bir şekilde silahlanmış ve topçu, havacılık ve zırhlı araçlarla desteklenen 60.000 Bedevisi karşısında; gerilla liderleri bile böyle bir savaşçılık beklemiyordu, ancak durumu açıklayan, FKÖ’nün oportünist liderliğinin örgütlenmelerini en ufak bir şekilde teşvik etmemesine ve her zaman ulusal birliği bozmayı reddetmesine rağmen, ilk günden itibaren savaşa kitlesel olarak katılan ezilen Ürdünlü kitlelerin mücadelesine müdahalesiydi. B. Valli 14/10/70 tarihli Day’de şöyle yazıyor: "Filistinliler, fedayin gibi çerçevelenmemiş, şehrin her köşesine dağılmış, yetersiz eğitimli erkek ve kadınlardan oluşan halk milislerinin savaşta belirleyici bir rol oynadığını hayretle fark ettiler. Hatta ekmek ve mühimmat dağıtarak halkı örgütlemeyi bile başarıyorlardı".
Ülkenin kuzeyinde gerilla kontrolü altında bir "serbest bölge" kurulurken, olayların gidişatından endişe duyan ABD, Atlantik Filosu’na bağlı birliklerin VI. Filo’yu takviye etmek üzere Akdeniz’e doğru yola çıktığını duyurur. "Moskova da Bağdat’a ağır müdahalede bulunur, Ürdün’de konuşlu Irak birlikleri Zerka kentinden çekilir ve Hüseyin’in birliklerinin Ramtha’ya saldırmak üzere ilerlemesine izin verir" (Quad. of MO.; Nov. ’70).
Sadece Suriye’den Al Saika örgütü ve Hittine tugayı, yani Suriye ordusu içinde yer alan Filistinli birlikler, gerillalara yardım etmek için zırhlı araçlarla Ürdün’e girerler, ancak müdahalelerinin sınırlı bir amacı vardır: "Ürdün topraklarında 36 saat kalarak "serbest bölge "nin siyasi ve askeri olarak sağlamlaştırılmasına izin vermek". Tugay aslında 20 ve 21 Eylül’de Ramtha’da Ürdün ordusunu yener ama Jerash ve Amman’a doğru ilerlemez, Irbed hattına yerleşir" (R. Ledda; op. cit.).
El Fetih, Kahire’de toplanan Arap krallarına ve başkanlarına şu mesajı gönderir: "Sadece Amman’daki kayıplar yaklaşık 20.000 ölü ve yaralıya ulaşmıştır; bunların çoğunluğunu, evleri yıkıldığı için sığındıkları okul, cami, kilise ve hastanelerin sürekli bombalanması sonucu ölen kadın ve çocuklar oluşturmaktadır". Şehirde savaş devam eder ve Hüseyin’in birlikleri şehrin merkezini kontrol ederken, Fedayinler ülkenin kuzeyindeki pozisyonlarını güçlendirir ve Geraş bölgesini ele geçirerek başkente yaklaşır.
Ayın 23’ünde El Saika’nın zırhlı birlikleri Suriye’ye geri sürülür. 25’inde Kahire’deki Devlet Başkanları Misyonu tarafından kurulan Arap uzlaştırma heyetinin başkanı General El Nimeiri Amman’da Arafat’la bir araya gelir. Bir mutabakata varılır ve sabah geç saatlerde Amman radyosu Arafat, Hüseyin ve Nimeiri arasında Ürdün genelinde tam ve acil bir ateşkes için anlaşmaya varıldığını duyurur. Ancak anlaşmaya rağmen Hüseyin’in Bedevileri sonraki günlerde de katliamlara ve kıyıma devam eder. 27 Pazar günü Kahire’de yeni bir anlaşmaya varılır.
Anlaşma, Ürdün hükümetinin bir dizi asil ve ciddi taahhüdünü içermekte, gerilla hareketine bazı temel özgürlükleri (örgütlenme, hareket vb.) iade etmekte, ancak fedayinin üslerini daraltmak zorunda kalacağı yerleri belirlemekte, Ürdün’ün gelecekteki hükümet yapısı hakkında tek kelime etmemekte ve böylece fedayinin yanında savaşa girerek varoluş koşullarının iyileştirilmesini dayatmayı uman Ürdünlü yoksul kitlelerin beklentilerine tamamen ihanet etmektedir.
Arap devletleri için FKÖ’nün bölgedeki çok sayıda fukaranın örgütsel ve askeri kontrolünü elinde tutması ve onların çaresizliğini ulusal, İsrail karşıtı ve sınıfçı bir yöne çevirmesi gereklidir. Bu görev bilinçli olarak -görüldüğü üzere tüzüksel olarak- tüm FKÖ tarafından kabul edilmiştir.
Anlaşma, sadece Arapların değil tüm sömürülenlerin genel hareketi değil "irredantist" bir hareket olma niteliğini korumak zorunda olan FKÖ’nün rolünün bölgesel ve toplumsal sınırlarını belirlemede başarısız olamazdı. Bu ne devletler ne de Arafat tarafından ihanet değil, gerekli rollerinin teyidiydi. Bu anlaşma gerilla örgütlerini Ürdünlü kitlelerden ayırırken, Hüseyin’in çok da uzak olmayan bir zamanda belirleyici bir darbe için kendisini yeniden örgütlemesine hizmet etmektedir. Amman katliamlarından doğrudan sorumlu olan cellat Majali de torpillenmiş değildir; askeri valilik görevini bırakmak zorunda kalsa da silahlı kuvvetler komutanlığı görevini sürdürmektedir. Anlaşmalara göre Filistin kampları şehirlerden çıkarılır ve Batı Şeria sınırına doğru taşınır.
Olayların anlamı "il Programma Comunista" 17-1970’de şu şekilde açıklanmıştır: "Fedailer, burjuva ’barış’ silindirinin altında ezilen fukaranın kutsal öfkesini ifade ediyor. Ama kendi umutsuzluklarının kahramanlığından ne bekleyebilirler ki?
Kendileri de, dünya egemenliği için çılgınca bir yarışta kapitalizm tarafından fethedilen ya da zarda kaybedilen halkların sırtları üzerinde yürütülen rezil bir oyunun ürünüdür. ’Filistinliler için Filistin’ onları Ürdün’ün onları ’kurtardığından’ daha fazla kurtardı mı? Onlar toplu dramın şehitleridir: bunu isteyen ve bu yönde irade gösteren toplumun çerçevesi ve araçları içinde bir çözüm mümkün değildir - bu onların suçu değildir. Ne Kahire’de ne Şam’da, ne Moskova’da ne de Pekin’de, güvenme saflığını gösterdikleri komşu ya da uzak devletlerde ne ’kardeşleri’ ne de ’kuzenleri’ var. Dünya hırsızlığının ’metropolleri’nin, Avrupa ve Amerika’nın proleterleri, ’barış’, ’diyalog’, sefil dualar ve gözyaşı dolu dilekçelerden oluşan bir ’dayanışma’ efsanesinin sahte çobanlarının arkasında utanç içinde secde etmekten vazgeçtikleri gün kardeşleri olacak. Ve kendilerini sermayenin ve onun fırsatçı uşaklarının çifte boyunduruğundan kurtardıktan sonra, nihayet feshedilmiş burjuva toplumunun pek çok rezaletini değil ama birkaç kalıcı başarısını miras almış olanlara, asla sahip olmadıklarını verme görevini kardeşçe bir sevinçle üstlenecekler. Ortadoğu’nun artık ne Ürdünlüleri, ne Lübnanlıları, ne Suriyelileri, ne Iraklıları, ne Mısırlıları, ne de Suudileri tanıyacağı gün, her türlü sınırı havaya uçurmuş, her vatanı sahte ve yalan olarak kabul etmiş proleterler ona sahip olacaklar".
Eylül yenilgisi çeşitli Filistinli gruplar arasında sert tartışmalara neden olurken, Bichara ve Naim Khader, "Filistinli örgütler yararlı ama sonu gelmez tartışmalarla kendilerini tüketirken", diye yazıyor, "Ürdünlü yetkililer ikinci bir büyük saldırıya hazılanmaktadır. Ürdün hükümetinin başında, kralı komandolara karşı çok yumuşak davranmakla suçlayan uzlaşmaz liderler ordusunun komutanı yumruk adam Wasfi Al-Tall oturmaktadır. Acımasız önlemler alınır: Filistinlilerin devlet yönetimindeki önemli görevlerden uzaklaştırılması, Polis İstihbarat Teşkilatının yetkilerinin genişletilmesi gibi. Hüseyin’in kararlılığı sadece ordunun üzerindeki baskısıyla açıklanamaz niteliktedir.
"Kral, bazı Amerikalı ve İngiliz diplomatlar tarafından formüle edilen, Ürdün’de bir Filistin devletinin kurulmasının - bir gün Batı Şeria’nın da buna ekleneceği - Ortadoğu sorununa bir çözüm olabileceği yönündeki çalışma hipotezlerinin farkına varmıştır; bunun Haşimi monarşisinin sonu olacağı açıktır. Hüseyin’in 8. Filistin Ulusal Konseyi’ni takip eden aylardaki davranışlarına hayati bir zorunluluk yön verecektir: Arap devletleri ve büyük güçler nezdinde tek geçerli muhatap olarak görünmek. Kendisini Riyad’dan Londra’ya, Washington’a ve Paris’e götürecek olan uzun yolculukta açıkladığı şey budur. Yolculuğunu karakterize edecek olan teşvikler ya da ’suç ortağı sessizliklerle’ rahatlayan ve Arap ülkelerinin felç olduğunun farkında olan Hüseyin, bunu fedaileri kullanarak sona erdirmeye çalışabilir. İlk çatışmalar Nisan 71’de gerçekleşir. Krala bahane yaratmamak için fedayinler 8-15 Nisan tarihleri arasında Amman’ı boşaltır, ancak Ürdün’ün kuzeyinde kendilerine tahsis edilen ormanlık alanları (Ceraş, Aclun, İrbid) ellerinde tutmaya niyetlidirler. Mayıs ayında Hüseyin’in güçleri Fedayin’den kuzeydeki üslerini terk etmelerini ve Ürdün Vadisi’ne ulaşmalarını talep eder. Filistinlilerin bu talebi reddetmesi üzerine ordu Ceraş ve Dibbin önlerinde mevzilenir. Haziran ayı başlarında, sürgünde bir Filistin hükümetinin kurulabileceğine dair söylentiler yayılır. Kral buna tepki göstererek Wasf Al-Tall’a "ayrı bir Filistin devleti kurmak isteyen bu komplocuları" tereddüt etmeden bozguna uğratmasını emreder. 13-17 Temmuz ’71’de gerçekleşen Ailun Savaşı direnişe ağır bir darbe indirir. Çatışmalarda yüzlerce kişi hayatını kaybeder".
Arap ülkeleri Hüseyin’e sözle saldırır ama kıllarını kıpırdatmazlar. Kaddafi’nin acilen Trablus’ta topladığı zirveye Suudi Arabistan, Tunus, Sudan ve Lübnan katılmaz.
Bu yenilgi sonucunda Fedailer Ürdün’deki tüm üslerini kaybederler.
Mart ayında 8. Nat. Pal. Kongresi Kahire’de toplanarak Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin devleti kurulmasına karşı olduğunu yineler. Ekim ayında Arafat Moskova’ya gider; 69’dan bu yana Rusya ile ilişkiler aslında belirgin bir şekilde iyileşmiştir; artık Moskova da FKÖ’nün müzakere etmeye istekli olduğunu ve devrimcilerin yuvası olmaktan uzak olduğunu anlamıştır.
1972 yılı "Kara Eylül" örgütü tarafından gerçekleştirilen terörist saldırıların yılıdır. Bu saldırılar, Ürdün olaylarından sonra Filistinli savaşçıları ele geçiren çaresizlik ve öfkenin mantıksal sonucudur. Bu arada fedailer Ürdün’den, bağımsız olarak örgütlenmelerinin hala mümkün olduğu son Arap ülkesi olan Lübnan’a geçerler; ancak kısa süre sonra Lübnan’da da ciddi sorunlar ortaya çıkar.
İsrail birlikleri 10 Nisan 73’te Beyrut ve Sidon’da bazı gerilla hareketlerinin karargâhlarının bulunduğu mahallelere ani bir baskın düzenler ve üç gerilla liderini evlerinde öldürür. Lübnan hükümetinin sorumlulukları kınanır: "Lübnan hükümeti Direniş liderlerinin telefonlarını kestirdi ve ayrıca İsrail saldırısından etkilenen Beyrut mahallelerine elektrik verilmesini askıya alarak Siyonistlerin eri çekilmesini kolaylaştırdı" (FDKC süreli yayını "Al Sharara "dan). Ürdün’dekine benzer bir durum Lübnan’da da yaratılıyordu ve Lübnan hükümeti, gerillaların silah taşımasını, kampları korumasını vs. yasaklayan FKÖ ile 1969 Kahire anlaşmalarını sorgulamaya başlamıştı. Ancak üç FKÖ liderinin cenazesine aralarında çok sayıda Lübnanlı proleterin de bulunduğu 250.000 kişi katıldı. Bu hükümet için ciddi bir uyarıdır, bu nedenle mülteci kamplarına, proleterlerin ve yarı proleterlerin tehlikeli yoğunluklarına karşı doğrudan saldırıya geçmeye karar verilir. Mayıs ayının ilk iki haftasında gerillalar ve ordu arasında ciddi çatışmalar yaşanır; 7 Mayıs’ta ülke genelinde sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Hava kuvvetleri de fedayin üslerine karşı konuşlandırılır, ancak saldırılar geri püskürtülür ve 12 Mayıs’ta istikrarsız bir ateşkese varılır.
13. 1973 Savaşı ve FKÖ’nün Diplomatik Olarak Tanınması
6 Ekim 1973’te Mısır ve Suriye İsrail’e saldırır. Amaç açıkça Tel Aviv’i kısmi bir askeri başarı elde ederek 67’de işgal ettiği topraklar üzerindeki tutumunu yumuşatmaya ve konuyu müzakere masasına getirmeye zorlamaktır. Ürdün de sembolik Irak, Fas ve Tunus birlikleriyle birlikte savaşa katılır. FKÖ işgal altındaki topraklarda savaşa katılır. İşgal altındaki topraklardan ve İsrail’den on binlerce işçi, Filistin Ulusal Cephesi’nin talimatıyla savaş süresince greve giderek birçok İsrail sanayisini ciddi sıkıntıya sokar.
Mısır birliklerinin Sina’ya muzaffer bir şekilde ilerlemesiyle başlayan savaş, birkaç hafta sonra Golan’da yeni topraklar ele geçiren ve Süveyş Kanalı’nı geçerek Mısır III Ordusu’nu kuşatmayı başaran İsraillilerin zaferiyle sona erer. Savaş, Arap birliği efsanesinin tutarsızlığını bir kez daha göstermişti: Ürdün ordusunun katılımı neredeyse sıfırdı; Mısır ve Suriye ordularının eylemleri arasında neredeyse hiçbir koordinasyon yoktu ve biri geri çekilirken diğeri saldırdı ve taraflar arasındaki ayrılma anlaşması bile Mısır tarafından 18 Ocak’ta, Suriye tarafından ise ancak 31 Mayıs’ta imzalandı. Ancak Arap dünyası üzerindeki psikolojik etkisi dikkate değerdir çünkü ilk kez "Arap" orduları Tel Aviv ordusunu kısmen de olsa yenmeyi başarmıştır.
"Le Monde Diplomatique’in Haziran 78 tarihli yorumuna göre, "Mısır ve Suriye rejimleri tarafından bir zafer olarak sunulan bu savaş, onlara güçlü bir pozisyondan müzakere etme imkanı verecekti; dahası, halk savaşı pahasına klasik savaşın rehabilite edilmesine hizmet edecekti. Böylece FKÖ liderliği bu iki unsuru örgüt içinde böyle bir siyasi çözüme katılımını meşrulaştırmak için kullanabildi. Bu stratejinin sonuçlarının alınması uzun sürmedi: 27 Kasım’da Cezayir’deki Arap zirvesinde FKÖ "Filistin halkının tek meşru temsilcisi" olarak tanındı.
26 Ekim 1974’te Rabat Arap Zirvesi FKÖ’yü resmen "Filistin topraklarının kurtarılmış herhangi bir parçasında Filistin halkının tek meşru temsilcisi" olarak tanıdı. Bir önceki 2 Haziran’da, 12. Nat. Pal. Konseyi kurtarılmış toprakların bir kısmında bir Filistin devletinin kurulabileceğini kabul etmişti. 14 Ekim’de BM, FKÖ’yü Filistin sorunuyla ilgili görüşmelere katılmaya davet etti; 13 Kasım’da Arafat BM’de bir konuşma yaptı; 16 Aralık’ta FKÖ Merkez Komitesi Ürdün karşıtı propaganda kampanyasının durdurulduğunu açıklar.
Sadece Halk Cephesi (FHKC) Eylül 74’te FKÖ Yürütme Komitesinden ayrılarak ve FHKC - Genel Komutanlık ve Arap Kurtuluş Cephesi (FLA) ile birlikte "Ret Cephesi "ni kurarak "mini devlet" hipotezini reddeder.
Birkaç ay öncesine kadar şiddetle kınanan ve FKÖ’nün Arap devletleri ve BM tarafından Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanınmasıyla doğrudan ilgili olan "Mini Devlet" pozisyonunun ortaya çıkması, en azından ilerici ulusal anlamda Filistin "ulusal sorununun" asılsızlığının bir başka kanıtıdır.
"Mini-Devlet" perspektifinin kabulü, gerillanın kendisini kesin olarak bölgedeki emperyalist düzene yerleştirmeyi seçtiğini ve eylem ve mücadele yöntemlerinin politikasına uyum sağlaması gerektiğinden, diplomasi ve müzakere yolunun artık silah yolunun yerini aldığını doğrulamaktadır.
14. Yeni Lübnan "Kara Eylül"ü: Tell El Zaatar Komünü
Lübnan’daki olaylar, FKÖ liderliğinin kafasında mayalanmakta olan barışçıl fetih planlarını bozdu.
Ürdün’deki gerillaların fiziksel olarak ortadan kaldırılması girişimi, Filistinlilerin sömürülen Lübnanlı Müslüman kitlelerle kaçınılmaz ve kendiliğinden teması nedeniyle aynı sorunların daha da ağırlaşarak coğrafi olarak yer değiştirmesine neden oldu. Topraklarından koparılan, kendilerini düşük ücretler karşılığında satmaya ya da sadece sınıfçı değil devrimci bile olmayan örgütlerde silahlanmaya zorlanan eski Filistinli işçiler, köylüler, zanaatkârlar ve küçük esnaf, liderlerinin oportünist direktiflerine rağmen Lübnanlı sınıf kardeşleriyle yazılı olmayan, kendiliğinden ve yerleşik bir ittifaka doğru yavaş yavaş ilerlediler. Filistinli mülteci, ister Arap toprak ağası ister İsrailli kapitalist tarafından olsun, kendisini Lübnanlı ya da Ürdünlü kardeşiyle eşit düzeyde sömürülürken bulur; ister ilerici Libya ya da Suriye rejimi ister Haşimi monarşisi tarafından olsun, mülteci statüsü onu sahip olmadığı (ve ona vermek istedikleri) sınırlara karşı yurtsever sorumluluktan kurtarır, işgücü Tel Aviv pazarında Kuveyt’e kadar kote edilir; Her gün binlerce proleter İsrail’e çalışmaya gitmek için Lübnan’ın güneyindeki sınırları geçiyor; binlercesi de Gazze ya da Batı Şeria’dan geliyor; artık o bir Filistinli değil, topraksız bir proleter. Lübnan devleti, Maruni Hıristiyan azınlığın, yani büyük ticari ve mali burjuvazinin elinde muazzam bir servet biriktiğini gören ülkedeki son derece kritik toplumsal durum göz önüne alındığında, topraklarında 400.000 kadar mültecinin varlığının yarattığı tehlikenin farkındadır. Bir yanda büyük ticaret ve finans burjuvazisi, toprak sahipleri, siyasi ve askeri kast, diğer yanda Müslüman nüfusun çoğunluğu, yoksul köylüler, işçiler, işsizler, genellikle Beyrut gibi büyük şehirlerin kenar mahallelerindeki varoşlara sıkışmış, Lübnan’ın tüm nüfusunun üçte biri gerçek sefalet koşullarında ve hatta derme çatma kamplarda toplanmıştır.
S.Turquie, Aralık 1976 tarihli "Le Monde Diplomatique "de "Hıristiyan sağın peşinde olduğu özel çıkar", diye yazıyor, "Lübnan’daki Filistin direnişinin varlığıyla tehdit edilen iktidarını korumaktı: Fedailerin İsrail sınırındaki eylemleri, üstünlüğüne meydan okuyor ve ülkeyi Lübnan burjuvazisinin her zaman dışında kalmayı bildiği bölgesel bir çatışmaya sürükleme riski taşıyan bir gerilimi kışkırtıyordu; FKÖ’nün askeri özerkliği, egemen sınıfların egemenliğinin dayandığı silah tekelini kırdı".
Önceki yıllarda Filistinli milis varlığından zorla kurtulmaya yönelik başarısız girişimlerin ardından, Ocak 1975’te Falanjlar (Hıristiyan sağcı bir örgüt) güneydeki fedayin varlığını kınadı ve ülkede kalmaya devam edip etmemeleri konusunda bir referandum yapılması çağrısında bulundu. 13 Nisan’da Filistinli ve Lübnanlıların bulunduğu bir otobüs Beyrut’un dış mahallelerinde saldırıya uğrar ve 18’i fedain olmak üzere 27 yolcu katledilir. Bu olaydan sonra gerilla örgütleri ile Hıristiyan-Maruni sağın azılı milisleri arasında açık çatışmalar başlar. Çatışmalar ciddi bir hükümet krizine neden olur ve Suriye’nin arabuluculuğuyla bir sosyo-ekonomik reform programı açıklayan ve iki ay boyunca (Temmuz ve Ağustos ’75) ateşkesi sürdürmeyi başaran bir "ulusal kurtuluş hükümeti" kurulur. Ağustos ayı sonlarında Lübnan’ın doğusundaki Bekaa vadisinde, aralarında bölgede çok sayıda tarım işçisinin de bulunduğu Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında ciddi olaylar patlak verir. Olaylar Kuzey Lübnan’a da sıçrar ve Beyrut’ta 200 Müslüman sivilin Hıristiyan milisler tarafından katledilmesiyle sonuçlanan aşırı sertlikte gelişir. Suriye’nin diplomatik müdahalesi Aralık ayında çatışmaları durdurmayı başarır. Elbette bu ateşkesler, çatışmalara yol açan nedenleri ortadan kaldırmadıkları için iyi bir amaca hizmet etmezler; tek işlevleri, ne yapacaklarına iyice karar vermiş olan sağcı örgütlerin güçlerini yeniden organize etmelerine ve yeni saldırılara geçmelerine izin vermektir. Nitekim Ocak ’76’da Falanjistler Beyrut’un eteklerindeki Tell El Zaatar Filistin kampına bir abluka düzenler. Hıristiyan sağ 14 Ocak’ta Dbaje kampını (Beyrut’un kuzeyi) ele geçirir ve Beyrut’taki Lübnanlı-Filistinli Karantina gecekondu mahallesine saldırır. Filistinli gerilla örgütleri Lübnanlı sol örgütlerle birleşerek karşı saldırıya geçer. Lübnan ordusunun sağcıların yanında birkaç kez müdahalede bulunması, üst rütbeleri çoğunlukla Maruni Hıristiyanlardan, alt rütbelerdeki subay ve askerleri ise büyük ölçüde proleter, köylü ve Müslüman kökenlilerden oluşan orduda bir isyana neden olur. İsyan ülke çapında hızla yayılır ve gerilla örgütlerinin yanında yer alan Arap Lübnan Ordusu kurulur.
Bu noktada durum Hıristiyan güçler için çok hassas hale gelir ve Filistinli milislerin zafer kazanma tehlikesi gerçek olur. Bu nedenle devlet güçlerine yardım etmek için dış müdahale gerekir.
Düzeni yeniden tesis etme görevini bu kez Suriye üstlenir. Suriye rejimi Lübnan’a müdahale ederek kendi özel hedeflerinin peşinden gitmektedir. "Şam’dan sonra hangi rejim gelirse gelsin, Suriye hiçbir zaman bağımsız bir Lübnan’ın varlığını kabul etmedi. Egemenlik hayali, daha doğrusu ’Büyük Suriye’ye dönüş hayali, Suriye siyasetinde değişmez bir unsur olmuştur. Başkan Esad’ın zırhlıları 76 Haziran’ında Lübnan sınırını geçtiğinde, Lübnan’daki hakim güç olan Hıristiyan sağ, bu girişime karşı çıkabilecek durumda değildir. Bu, çatışmaya müdahale etmek için başka bir nedeni olan Şam için umulmadık bir fırsattır: komşu Lübnan’da, kendi rejimini sola itme riskini doğuracak Filistinli ilerici bir zafere izin veremez" (Le Monde Diplomatique, Aralık ’76). Suriye devletinin bu özel güdülerine ek olarak, daha önce de belirttiğimiz gibi, Arap ülkelerinin genel iradesi de söz konusudur: "Lübnan sağ kanadının yenilgiye uğratılması, İsrail’le müzakere edilmiş bir çözüm perspektifinde karşı akım bir olay olacak ve Filistinlilerin Şam’a olan bağımlılığının azalmasına yol açacaktı. Dolayısıyla, sözlü protestoların ötesinde, en doğrudan ilgili Arap devletleri, en azından bir noktaya kadar, Esad’ın birliklerinin işlerini yapmasına izin verdiler" (Le Monde Diplomatique, Aralık ’76).
Suriye önce Saika birliklerini, yani Suriye ordusu içinde örgütlenmiş Filistinlileri getirdi, ancak bu birlikler topluca firar ederek gerilla tarafına geçti; Haziran başında Suriye ordusu 13.000 asker ve 800 tankla doğrudan müdahale etti; Filistinli milislerin elindeki Beyrut mahallelerini sıkı bir kuşatma altına aldı ve ülkenin güneyinde yeni bir cephe açtı. Suriye’nin müdahalesi hiçbir muhalefetle karşılaşmadı; Amerika’nın onayı ve Litani nehrini Şam birliklerinin aşamayacağı bir sınır olarak belirleyen İsrail’in rızasıyla gerçekleşti; Suriye’nin güçlenmesini memnuniyetle karşılayan ve Ürdün’e silah satışını müzakere eden Rusya tarafından onaylandı; ve tabii ki bir "barış" anlaşmasına varmak için zirve çağrısı yapan Arap Birliği tarafından da kabul edildi.
Ağustos ayında, 52 günlük bir kuşatmanın ardından Tell El Zaatar Filistin kampı düşer; Kızıl Haç’ın korumasını vaat ederek halkı kampı terk etmeye çağıran Falanjistler ve Chamoun milisleri (bir başka Hıristiyan örgüt) daha sonra binlerce kurban bırakacak sistematik bir katliama başlar.
Bu trajik olayları öfkeyle yorumlayarak şöyle yazmıştık: "Zavallı Filistinli kitlelerin eylemi ve varlığı, dünyanın o sorunlu bölgesinde, her an patlayabilecek bir mayındı: Filistinliler herkesin çıkarlarına ters düşüyordu, ortadan kaldırılmaları gerekiyordu ve bunu yapan, kompakt bir gerici cephede hareket eden Arap Devletleri-İsrail-Emperyalizm koalisyonuydu. "Birlik" iğrenç yorumlarında herkese ılımlılık ve cepheleşme dersleri veriyor, Lübnan’da patlak veren sınıf çatışmasını sulandırmaya ve gizlemeye çalışıyor, aynı halkın birliğini parçalayan çelişkileri örtbas etmek için Filistin halkı ve ulusunun yanıltıcı mitlerini küstahça kullanıyor. Haber ajansları Tell El Zaatar’ın gerçek bir mülteci kampından çok dev bir banliyö, Afrika, Asya ve Amerikan şehirlerinin çoğu gibi bir gecekondu mahallesi, Beyrut’taki fabrikalarda ucuz işgücü olarak çalıştırılan Lübnanlı ve Filistinli proleter ve yarı proleterlerin omuz omuza yaşadığı varoşlar haline geldiğini bildiriyor; sermaye, anonim ve devasa bir güç, önce ırkları ve milliyetleri birleştiriyor, sonra da onları sınıflara ayırıyor! (...)
"Bunlar mevcut toplumsal ve siyasi ilişkilerdir. Tek gerçek devrimci perspektif budur: Filistin ulusal sorununu sınıf sorununa bağlamak, bu da Filistinli proleterlerin ve yoksul köylülerin özerk çerçevesi anlamına gelir, herhangi bir ulusal, sınıflar arası örgütlenmenin antitezi olarak ortak cephe değil; radikal tarım reformu programı, Filistinli ve diğer Arap proleterlerin ve yoksul köylülerin gücünü ve hareketini birleştirmek için durmaksızın çaba, kurtuluşları sadece İsrail Devleti’ne karşı değil, Esadlara, Hüseyinlere, Sadatlara, Kaddafilere, Arafatlara karşı da kazanmak zorunda kalacak.
"Elbette, Filistin proletaryasının eylemini sabote eden FKÖ’ye karşı da, bunun yerine kendisine bir sınıf, işçi örgütü vermek zorunda kalacak. Bu durum, FKÖ’nün Suriye de dahil olmak üzere tüm Arap devletlerinden yalvarır gibi yaptığı, kaçınılmaz olduğu üzere hiçbir zaman tutulmayan ateşkes ve barış konferansları sözlerinin verildiği ve tek sonucu, gerçekler silahlanmaya ve kitlelerin doğrudan eylemine söz verdiğinde her zaman küçük burjuva pasifist yanılsamalara inatla sarılan gevezeler ve rahipler kitlesini arttırmak olan Tell El Zaatar katliamıyla çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştır (...)
"Arap ve Filistinli proleterlerin ve yoksul köylülerin zaferinin önkoşulu, karşıt sınıfların ve programların bir arada yaşamasını kırmak, kendilerini değiştirmek ve kendilerine her şeyden önce askeri olmak üzere özerk bir disiplin vermektir. Ancak böylesi bir hareket özgürlüğü, burjuva pan-Arabizminin aynı yıpranmış bayrağının Ortadoğu proleter kitlelerinin kızıl bayrağına dönüştürülmesini sağlayabilir.
"İleri ülkelerin proletaryasını reformist, tedrici, pasifist ve seçimci yanılsamalara zincirleyen oportünizm, yenilmesi gereken diğer düşmandır: Dünya kapitalist üretim sisteminin mevcut krizinin çok yakında müjdelediği devasa ekonomik, siyasi ve toplumsal altüst oluşların bu yanılsamaları güneşte kar gibi eriteceğine ve proletaryanın partisiyle ve burjuva rejimine yönelik devrimci saldırı programıyla yeniden birleşerek dünya ölçeğinde sınıf mücadelesi terazisine müthiş ağırlığını koyacağına olan inancımız tamdır. Tell El Zaatar her yerde işçilerin yenilgisidir, ancak bin zaferden daha değerli yenilgiler vardır... devrimin çığlığıyla anonim ve muazzam bir şekilde eskisinden daha fazla yükseldiği yenilgiler: Vardım, varım, var olacağım! Bugünün mağlupları yarının galipleri olacaktır" ("il Partito Comunista "dan; Eylül 1976)
Beyrut katliamlarının ardından Suriye birliklerinin saldırısı durdu: "Suriye ordusunun Lübnan dağlarında Filistinli ilerici güçlere karşı başlattığı saldırı, Suudi Arabistan Kralı Halid’in diplomatik girişimiyle Ekim ayı ortasında aniden durduruldu. Çatışmaların durdurulması, Şam ordusunun askeri üstünlüğünü kanıtladığı, ancak aynı zamanda Filistinli ilerici savaşçıların şiddetli direnişinin, ağır Suriye kayıpları pahasına Filistin direnişinin ezilmesiyle sonuçlanması muhtemel olan özellikle kanlı çatışmaların habercisi olduğu bir zamanda gerçekleşti. Bu koşullar altında, salt askeri bir zafer Suriye’nin açık işgaline ve kuşkusuz FKÖ liderliğinin Şam’da güçsüzleştirilmiş Saika liderleriyle değiştirilmesine yol açacaktı. Arap devletleri ne FKÖ’nün çok çarpıcı bir şekilde tasfiye edilmesini ne de Suriye’nin nüfuzunun tek başına güçlenmesini kabul edebilirdi" (Le Monde Diplomatique.; Aralık ’76). Suriye’nin Arap devletlerinin ve özellikle de şu anda politikasını yürüten Suudi Arabistan’ın iradesine boyun eğmesi kolayca açıklanabilir: "Suriye’nin kaynaklarının yaklaşık dörtte biri (Şam’ın ’76’da harcadığı 4,5 milyar doların 1 milyar doları) petrol ülkelerinden geliyor. Suriye’nin özellikle Suudi Arabistan’a aşırı mali bağımlılığı, Esad’ın Lübnan’ın içişlerine ve Filistin direnişine müdahalesinin Riyad tarafından en azından hoş görüldüğünü çok iyi göstermektedir" (Le Monde Diplomatique; Aralık ’76).
15. Ateşkesler Sırasında Emperyalist Çeteler Devletleri ve Gerillaları Harekete
Geçiriyor
Önemli bir gerçek: Lübnan’da en iyi savaşçılarını katlettikten sonra, 6 Eylül’de, Tell El Zaatar katliamından sadece üç hafta sonra, Arap Birliği FKÖ’yü oy hakkı olan tam üye olarak tanıdı. Daha önce "Kara Eylül" katliamından sonra gördüğümüz gibi, FKÖ’nün "katliamı durdurmak" için müzakerelerle sınırlı disiplinli davranışı, diplomatik alanda ona terfi kazandırır: Arap fukarasının katliamları, "Filistin milli davasının" "siyasi ilerlemesini" trajik bir şekilde noktalamaktadır.
17 Ekim’de Riyad’da Arap zirvesi toplanır: Arafat, cellat Esad, Lübnanlı korkuluk Sarkis, işbirlikçi Sedat, Kuveyt Emiri ve durumun güçlü adamı, yani Washington’un adamı gibi görünen Suudi Arabistan Kralı Kaled ile birlikte katılır. Zirve, Mısır’ın İsrail’le ikinci Sina anlaşmasını imzaladığı 2 Eylül 1975’ten beri araları açık olan Kahire ve Şam arasındaki uzlaşmanın himayesi altında açıldı.
Zirve, yokluğunda da olsa ABD tarafından maniple edilir ve Filistinlilerin temsil ettiği gerginlik odakları zorla ortadan kaldırıldıktan sonra Arap devletleri ile İsrail arasında barış ve karşılıklı tanıma temelinde Orta Doğu krizini çözme planlarının bir parçasıdır. Ateşkesin 21 Ekim’e kadar tüm Lübnan topraklarında yürürlüğe girmesi; 30,000 kişilik bir Arap barış gücünün barışı uygulamakla görevlendirilmesi; tüm savaşçıların savaşın başında işgal ettikleri mevzilere geri dönmeleri ve ağır silahlarını bu mevzilerden çekmeleri konusunda anlaşmaya varılır. FKÖ 69 Kahire Anlaşmalarına uymayı ve güney Lübnan’daki üslerine çekilmeyi kabul eder. Plan, İsrail ordusunun desteğiyle sağcı milislerin güneyde güçlü mevziler kazanmakta olduğu gerçeğinden tek kelime bile bahsetmiyor ve Filistinlilerin eski üslerine dönme olasılığı konusunda çok ciddi şüpheler yaratıyor; Suriye birliklerinin Lübnan’daki varlığını fiilen resmileştiriyor ve hatta Şam birliğinin 12’den 30,000 askere çıkarılmasının yolunu açıyor ve hatta ağır silahlar olmadan o anki kasabın insafına kalacak olan gerilla örgütlerinin silahsızlandırılmasını talep ediyor.
Riyad’ın uzlaşması belirsiz bir ateşkes sağlamayı başarırsa, geriye savaş öncesinden daha az patlayıcı olmayan bir durum bırakacaktır: Aylar süren iç savaşın ardından Filistinli ilerici güçler ağır darbe aldılar ama kesinlikle sahneden silinmediler; Lübnan’da hiçbir şey değişmedi ve "barışın" tek garantisi işgal askerlerinin devasa varlığıydı; Öte yandan İsrail, Kamp David’e hazırlanırken bölgedeki varlığını artık sadece İsrail Devleti ile sınırlamak niyetinde olmayan, aynı zamanda ılımlı Arap ülkeleriyle de ittifak yapmak isteyen ve böylece Rusya karşıtı bir işlevle bölgesel "pasifikasyon" sağlamak için taraflar arasındaki çatışma zeminini azaltmayı amaçlayan yeni Amerikan stratejisine tabi olmaya hiç de istekli görünmüyor. Bu nedenle İsrail devleti, konumunu güçlendirmek için iç savaştan mümkün olduğunca çok avantaj elde etmeyi amaçlıyor ve bu fırsat kuzeyde mevzi kazanmak için en uygun fırsatlardan biri.
Şu anda, kanlı iç savaştan yeni dönen Filistinlilerin durumu özellikle kritiktir: Gördüğümüz gibi güneyde İsrail ordusu ve paralı askerleri tarafından avlanıyorlar; merkezde ve kuzeyde sadece İsrailliler tarafından iyi güçlendirilmiş ve silahlandırılmış Falanj milisleriyle değil, her şeyden önce örgütlerini kendi güdümüne sokmak için her yolu deneyen Suriye ile de hesaplaşmak zorundalar.
Ancak Suriye’nin tutumu, Sedat’ın Kasım 1977’de Kudüs’e yaptığı ziyaretle olağanüstü bir şekilde teyit edilen Mısır’ın İsrail ile daha da yakınlaşmasıyla değişecektir.
Mısır’la bağları güçlenen İsrail, güney sınırında barışı güvence altına alıp askeri potansiyelini güvenle kuzeye kaydırabilirken, Suriye hem FKÖ’ye hem de Mısır’ın uzlaşmacı politikasını etkin bir şekilde kabul eden ılımlı Arap ülkelerine karşı kendini tamamen izole edilmiş bulma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Mart ’78’de İsrail’in güney Lübnan’a yaptığı, Tel Aviv ordusunun gücünü gösteren ve Suriye toprakları için ciddi bir tehdit oluşturan büyük saldırı; Eylül ayında Camp David Anlaşmalarının imzalanması; Şam’dan aldıkları desteğe rağmen işgaline uzun süre tahammül etmek istemeyen ve gözlerini İsrail’e diken Falanjistlerin uzlaşmaz tutumu; tüm bu gerçekler Esad rejiminin yeniden bayrak değiştirmesine ve bir kez daha FKÖ ile ittifak arayışına girmesine, aynı zamanda Moskova ile bağlarını güçlendirmesine yol açacaktır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Mart 78’de İsrailli sivillere yönelik ciddi bir terörist saldırıyı bahane eden 30,000 Tell Aviv askeri, hava kuvvetleri ve zırhlı araçların desteğiyle güney Lübnan’ı işgal ederek birkaç yüz gerilla tarafından savunulan Filistin üslerine saldırdı.
Ancak durumun Fedayin askeri gücüne kesin darbeyi vurmak için henüz olgunlaşmadığı açıktır; İsrail birlikleri, Güney Lübnan’ı birkaç ay işgal ettikten sonra, sadece kısmi bir başarıyla yetinerek geri çekilir. Filistinliler ise, tam da gücü nedeniyle sürpriz bir şekilde gerçekleşmesi mümkün olmayan büyük İsrail müdahalesine rağmen, savaştan ciddi kayıplar vermeden ve iyi bir düzen içinde geri çekilmeyi başararak çıkarlar.
Takip eden Eylül ayında, İsrail uçakları güney Lübnan’daki Filistin kamplarını ve köylerini bombalarken, Kamp David’de, Mısır’ın kesin olarak ABD yörüngesine girmesine, Kudüs ile Kahire arasında barış anlaşmasının imzalanmasına ve Sina’nın Mısır’a geri verilmesine yol açacak olan ünlü ABD-İsrail-Mısır anlaşmaları Carter’ın yüksek yönetimi altında imzalanıyordu. Dünyanın dört bir yanındaki emperyalist propaganda ajanslarının Orta Doğu’da barışa doğru kararlı bir adım olarak iddia edecekleri bu anlaşmalar, tam tersine, İsrail’in Lübnan’a saldırısının, Tsahal’ın Beyrut’u işgalinin ve güney Lübnan’daki Filistin varlığının tamamen ortadan kaldırılmasının vazgeçilmez önkoşulu olacaktır.
Bu arada, Arap devletleri ve FKÖ tarafından arzulanan BM güçlerinin müdahalesi, Lübnan çatışmasının uluslararasılaşmasına yol açmakta ve ABD emperyalizminin planlarında yer alan "küresel siyasi çözümün" önünü açmaktadır. Emperyalizm; Kamp David Anlaşmalarına ve Mısır’a karşı Arap ülkeleri arasında kurulan istikrarsız ittifak da hızla parçalanıyor ve İran’da Şah’ın düşmesi ve 79 başlarında Humeyni’nin iktidara gelmesinden sonra Irak, Suudi Arabistan ve Ürdün, İsrail ile müzakerelere karşı çıkan tek ülkeler olarak kalan Suriye, Libya ve Güney Yemen ile aralarına açıkça mesafe koyuyorlar.
Güney Lübnan’da ise İsrail’in izlediği politika, Lübnan’daki en büyük ve en yoksul etnik grup olan Şiilerin çoğunlukta olduğu nüfusun desteğini, yenilgilerinden faydalanarak Filistinlilerin elinden alma eğilimindedir. Şiiler uzun süre Lübnan solunun müttefiki oldular; ’75-’76 iç savaşında en büyük kayıpları verdiler ve güney Lübnan’daki bölgeleri en çok bombalanan yer oldu. Her zaman Filistinlilerle birlikte İsrail’in misillemelerine maruz kaldılar ve hem güneyde hem de Beyrut’un kenar mahallelerindeki bidonvillerde iki toplum arasında fiili bir dayanışma kurulma eğilimindeydi. Ancak ne Filistinli örgütler ne de Lübnanlı "sol" partiler bu topluluğa ve varoş proleterlerine dayanışmaları karşılığında hiçbir şey sunamadılar ya da daha doğrusu FKÖ ve müttefiklerinin ezilenlerin kurtuluşuna yönelik bir toplumsal programdan yoksun olmaları, onları savaşın ve sefaletin gerçek failleri olarak Filistinlileri göstererek ilerleme kaydedebilen İsrail ve Falanjist propagandaya terk etti. Bu durumda bile Filistinli proleterleri ve savaşçıları doğal müttefiklerinden izole eden ve onları zengin sınıfların saldırılarına maruz bırakan FKÖ’nün gerici politikasıdır.
Ağustos 1980’de İsrail ordusu Güney Lübnan’daki Fedayin mevzilerine yeni bir darbe vurmaya karar verdi. Yaklaşık 1.000 kişilik iki zırhlı birlik, 20 kadar helikopterin desteğiyle, Beaufort Kalesi’ni ele geçirmek amacıyla Filistin mevzilerine saldırdı; saldırı gerillalar tarafından püskürtülür, ancak İsrailli mühendis birlikleri Haddad’ın kontrolündeki bölgelerde geniş çaplı bir operasyon için gerekli çalışmaları hazırladı.
İsrail’in Lübnan’a büyük bir saldırı düzenlemesi tehlikesiyle karşı karşıya kalan ve bir önceki Ekim ayında SSCB ile imzaladığı dostluk ve işbirliği anlaşmasından güç alan Irak’la yeni tırmanan gerilimin de etkisiyle Suriye, muhtemelen Şam rejimini test etmek isteyen İsraillilerin itmesiyle Aralık ayında Zahle kentine yerleşmeye başlayan Falanjistlerin bazı girişimlerinin tehdit ettiği pozisyonlarını güçlendirmek amacıyla Lübnan’da yeniden saldırıya geçmeye karar verdi. Bu nedenle Esad’ın ordusu Zahle’deki Falanjist mevzilerine saldırdı ve kuşatma altındaki şehir ile Maruni kontrolündeki bölge arasındaki iletişimi kesmeyi başardı.
Bu savaş sırasında Suriyeliler, Filistinlilerin ve müttefiklerinin Falanjistlere destek vermek için sahaya indiği Beyrut’un doğu bölgesini yoğun bir şekilde bombalar; Maruni kasabasının bombalanması uluslararası basında "Hıristiyanların katledilmesine" karşı anında tepki yaratır. İsraillilerin ve ardından büyük emperyalist güçlerin müdahalesi ateşkesi geri getirecek, ancak Suriye’nin eline geçen Zahle Tepeleri’ne, İsrail hava kuvvetlerinin o ana kadar sahip olduğu neredeyse tüm gökyüzü hakimiyetine karşı koymaya hizmet edecek, Rusya tarafından tedarik edilen bir dizi Sam-6 füze bataryası yerleştirilecektir.
Üç ay sonra, Temmuz ayında, Kudüs ordusu güney Lübnan’daki Filistin üslerine karşı yeniden saldırıya geçecek ve Davut Yıldızı hava kuvvetleri Beyrut’taki Filistin mahallelerini ve güney Lübnan’daki mülteci kamplarını acımasızca bombalayacaktır. Katliam ancak yeni bir ABD müdahalesinin ardından duracak, İsrail ve Filistin liderliği arasında dolaylı da olsa ilk kez müzakereler başlatılarak "Lübnan ve İsrail toprakları arasındaki tüm düşmanca operasyonlara son verilmesini" öngören bir anlaşmaya varılacaktı; ancak Suriye Tsahal saldırısına karşı çıkmak için hiçbir şey yapmadı.
Lübnan cephesinde ateşkese varılmasından iki hafta sonra Suudi Arabistan Ortadoğu için bir barış planı önerdi (adını hükümdar prensinden alan Fahd planı); planın önemli noktaları şunlardı 1) İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi; 2) Bir Filistin devletinin kurulması; 3) Bölgedeki tüm devletlerin barış içinde yaşama hakkının tanınması, yani İsrail Devleti’nin zımnen tanınması. Ekim ayında plan Arafat’ın desteğini kazandı. FKÖ liderliğinin amacı ABD tarafından resmen tanınmayı sağlamaktır. İsrail’le ateşkese varmak için Temmuz ayında yapılan müzakereler sırasında Reagan’ın temsilcisi Philip Habib’le yapılan temaslar bu açıdan Filistin liderliği için büyük önem taşıyordu ve bir FKÖ bülteni olan Palestine dergisine göre bu temaslar "FKÖ’nün değilse bile en azından FKÖ’nün siyasi gerçekliğinin tanınması" anlamına geliyordu. "Samir Kassir Le Monde Diplomatique’de (12/’81) şöyle yazıyor: "FKÖ’nün siyasi liderliği için böyle bir planın çıkarı, destekçilerinin Washington’dan ABD yönetiminin arkasına saklandığı zımni anlaşma için daha etkili bir destek almaları koşuluyla, Sessizlik Cephesi’nin (Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Ürdün) aracılığı ile ABD yönünde sağlam bir geçit inşa etmektir. Ancak plana, Irak ve Sessiz Cephe müttefikleriyle giderek daha fazla anlaşmazlığa düşen Suriye karşı çıkıyor. Ayrıca Şam’ın kontrolündeki FKÖ fraksiyonu ve Arafat’a karşı oy kullanmayı başaran İnkar Cephesi de plana karşı çıkıyor. "Filistinli güç merkezi böylece Fahd planını reddetti ve bu da 25 Kasım’daki Fez zirvesinin büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmasına neden oldu" (Le Monde Diplomatique, 4/’82).
Elbette FKÖ liderliği içindeki bu bölünmeler, Filistin "halkı" içinde biri varlıklı sınıflara, diğeri mülksüz sınıfa daha yakın iki farklı sınıfsal eğilimin çatışmasından kaynaklanmıyor; her ikisi de tamamen burjuva kampının yanında yer alarak, şu ya da bu emperyalizm tarafından beslenen iki farklı tarafı temsil ediyor. Bu çerçevede, Arafat’ın konumu kuşkusuz hala daha güçlüdür ve bu nedenle, yol boyunca anlık aksiliklerin ötesinde, onun politikası galip gelmeye mahkumdur. Le monde Diplomatique (12/’81), "Arafat’ın Filistin hareketinin başındaki varlığı, muhafazakar Arap rejimleri için güven verici bir rol oynamaktadır. FKÖ’nün hayatta kalması için gerekli olan önemli sübvansiyonları almaya devam etmesini sağlayan da tam olarak bu işlevdir. Filistinlilerin büyük davalar için ayırdığı finansman kaynakları, direnişin önemli politik-askeri aygıtlarının ihtiyaçları için yeterli değildir. Zengin Arap ülkelerinin ve özellikle de Suudi Arabistan’ın maddi yardımına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır". Arafat’ın Moskova’ya yaptığı bir ziyaretin ardından ilk başta plana karşı çıkan Rusya’nın bile, görünüşe göre gelecekte plana dahil edileceğine ve Riyad ile diplomatik ilişkilerin normalleştirileceğine dair güvence karşılığında artık plana karşı çıkmamaya karar verdiği bildirildi.
Bununla birlikte, Fahd planının ana noktalarından biri İsrail’in işgal altındaki topraklardan ve özellikle de Filistin devlet gettosunun kurulması için öngörülen bölge olarak giderek daha fazla görünen Batı Şeria’dan çekilmesi çağrısında bulunuyor, ancak İsrail devletinin bu toprakları geri vermeye hiç niyeti yok ve niyetleri konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamak için Aralık ’81’in ortalarında İsrail yasalarını Suriye Golan’ına genişleterek pratikte resmi ilhakını mühürledi. Bu arada Camp David Anlaşmaları uyarınca Sina’nın son bölümünün Mısır’a iadesi için planlanan zaman yaklaşmaktadır. İsrail hükümeti bu durumdan yararlanarak, Mısır’la yapılan anlaşmalara uyma karşılığında diğer bölgelerin işgalinin devam edeceğine dair güvenceler içeren yeni müzakerelere varmaya çalışarak çekilmeye karşı bir propaganda kampanyası yürütüyor; ayrıca Kudüs’ün Arap devletleriyle gerilimi arttırmak için Lübnan’a yeniden saldırma niyetinde olduğu görülüyor, ancak ABD’nin müdahalesi Mısır rejimini kurtarmaya kararlı, Kamp David Anlaşmalarına uymadığı için ağır bir darbe alacak olan Mısır rejimini kurtarmaya kararlı olan ABD’nin müdahalesi İsrail’in girişimini engeller ve 26 Nisan ’82’de Sina usulüne uygun olarak Kahire hükümetine iade edilir.
16. İsrail Sermayesinin Ekonomik Egemenliği
Zaten ciddi bir ekonomik krizle boğuşan İsrail sermayesi bu nedenle Batı Şeria’dan çekilmeye hiç de istekli değil. Son yıllarda bu verimli bölgeyi ilhak etme çabalarını sürekli olarak artırdı; 67’den bu yana işgal altındaki topraklarda 85’i Batı Şeria’da olmak üzere 152 kadar Yahudi kolonisi kuruldu ve geçtiğimiz Kasım ayında Batı Şeria’da bir İsrail sivil idaresi kuruldu. "İşgal altındaki topraklarda hemen bir dizi genel grev ve gösteri başladı, ardından geleneksel tepki geldi: dinamitle patlatılan evler, sokağa çıkma yasakları, Bir-Zeit Üniversitesi’nin kapatılması, birçok Filistinli liderin tutuklanması, basında sansür" (Le Monde Diplomatique, 12/’8 1). İşgal altındaki topraklarda yaşayan halkların İsrail işgaline karşı böylesine derin bir muhalefet göstermesinin ve diğer yandan İsrail’in güçlü uluslararası ve hatta Amerikan baskısına rağmen vazgeçmemesinin nedenleri, bu toprakların ve halkının İsrail için taşıdığı ekonomik önem ve burada uyguladığı düpedüz soygun politikasıyla açıklanabilir.
Batı Şeria ve Gazze sırasıyla 5505 km2 ve 363 km2’lik bir alanı kaplamaktadır. Batı Şeria’da yaklaşık 700.000 kişi yaşamakta ve 127 kişi/metrekare yoğunluğa sahipken Gazze’de yaklaşık 300.000 kişi (825 kişi/metrekare) yaşamaktadır ve bunlara kamplara tıkılmış 72.500 ve 195.000 mülteciyi de eklememiz gerekmektedir. ’67 savaşından önce Batı Şeria ekonomisi esasen geçimlik bir ekonomiydi; nüfusun büyük bir kısmı, yaklaşık yüzde 50’si tarımla uğraşırken, sadece yüzde l5’i neredeyse tamamen 4 ya da 5 işçinin çalıştığı küçük atölyelerden oluşan henüz ilkel bir sanayide istihdam ediliyordu. Biraz daha gelişmiş olan Gazze Şeridi’nde ise nüfusun %33’ü tarımda istihdam ediliyordu. İsrail işgali, her emperyalizmin yaptığı gibi, İsrail devletinin her kaynağı kendi özel çıkarı için sömürmeye çalıştığı bu bölgelerin ekonomisini derinden etkiledi.
İsrail burjuvazisi, her şeyden önce, mülteci kitleleri ve köylülerin mülksüzleştirilmesiyle sağlanan büyük ucuz işgücü rezervini, yerinde ya da İsrail Devleti’nin kendisinde sömürerek, aynı zamanda nihai ilhak için zemin hazırlamak üzere fazla nüfusu yerinden etmeye çalışarak sömürme eğiliminde olmuştur.
"İşgal altındaki topraklardan ucuza temin edilen yedek Filistinli işgücünün bir kısmını ithal etmeye karar veren İsrail sermayesi, geri kalanını ise yerinde sömürdü. İsrail’e göç eden Filistinli Arapların sınırlandırılmış sayısı her yıl arttırıldı. Böylece, 67’de İsrail’de çalışan işgal altındaki topraklardan gelen işçi sayısı sadece 1.000 iken, 1973’te, Ekim Savaşı’ndan önce, İsrail çalışma ofisleri tarafından resmi olarak istihdam edilenlerin sayısı yaklaşık 80.000’di (işçiler ve diğerleri). Peki ya yasadışı olarak istihdam edilenlerin sayısı ne kadardı? Diğer veriler bize 1973’te işgal altındaki topraklardaki aktif işgücünün yaklaşık yüzde 36’sının (195.000 kişi) doğrudan İsrail ekonomisinde istihdam edildiğini göstermektedir. Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki 100.000 kol işçisinin 60.000’i, yani bu bölgelerdeki işçi sınıfının yüzde 60’ı İsrail’de çalışıyordu" ("Palestine en marche"; no. 5/’75’ten).
"Yetmiş dört bin Filistinli her gün ve her iki yönde (geceyi İsrail’de geçirmeleri kesinlikle yasaktır) 1967’de işgal edilen toprakların sınırlarını geçmektedir. Bunlara İsrail çalışma ofisleri aracılığıyla istihdam edilmeyen ve bu nedenle resmi olarak sayılmayan 10 ila 15 bin "düzensiz" eklenmelidir; bunlar genellikle İsrail yasalarına aykırı olarak istihdam edilen gençler veya yasadışı iş yapan yetişkinlerdir. Toplamda, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki çalışan nüfusun üçte birinden fazlası. İşçiler ve ücretliler skalasında en alt seviyeye indirilen, işgal altındaki topraklardan daha iyi ücret alan ancak İsrailli işçilerden daha az ücret alan bu işçiler ("Palestine en marche" verilerine göre, bir Filistinlinin günlük ücreti 22.9 İsrail lirasına karşılık bir İsrailli için 42.8’dir) inşaat (1980’de yüzde 47), sanayi (yüzde 20.5) ve tarım (yüzde 14.3) sektörlerinde kümelenmiştir. (Le monde Diplomatique, Eylül ’81’den). İşgal altındaki topraklarda sanayi sektörü gerilemediği halde durgunlaşmıştır; hatta Batı Şeria’daki sanayi işçilerinin sayısı 69’da 17.000 iken 1980’de 15.000’e düşmüştür. "İsrail hükümeti işgal altındaki toprakları giderek artan bir bağımlılık durumuna sokmuştur. Bazıları buna ’planlı durgunluk’ diyor ve Araplar için giderek zorlaşan yaşam koşullarının onları bölgeyi terk etmeye iteceğini umuyor. Aslında 67’den bu yana yaklaşık 200,000 kişi göç etmiştir ve bazı tahminlere göre son yıllardaki göç oranı yılda 10-20,000’dir" (a.g.e.).
İsrail ile bu topraklar arasındaki ticari ilişkiler de tek yönlüdür: "İşgalin ilk yılından itibaren İsrail makamları bu toprakları İsrail ürünlerine açmaya karar verdi. Bunun etkisi travmatik oldu; bugün orada İsrail’den gelmeyen mamul tüketim malları bulamazsınız. İsrailli ihracatçılar için işgal altındaki topraklar gerçek bir av sahasıdır. Kendi iç pazarlarıyla aynı gümrük engelleriyle korunan bu bölgeler, ABD’den sonra ve Batı Almanya’dan önce ikinci büyük pazarlarını oluşturuyor: ithalatın ortalama yüzde 90’ı İsrail’den geliyor (Ürdün’den sadece yüzde 1 ve dünyanın geri kalanından yüzde 9). Buna karşılık, birkaç tarım ürünü, inşaat malzemeleri ve çok sınırlı sayıda mamul mal dışında Batı Şeria ve Gazze’den gelen ürünler için İsrail pazarına erişim kapalıdır ve bu bölgelerin ticaret dengesi, ihracatın ithalatın sadece %35’ini karşılaması ve İsrail’de çalışan Filistinlilerin ücretlerinin bu açığı kapatmaya yetmemesi nedeniyle kronik olarak açık vermektedir. İşgal altındaki topraklar ödemeler dengesini ancak yurtdışındaki göçmenlerden, özellikle de Körfez ülkelerinden gelen dövizler ve tarım ürünleri ihraç ettikleri Ürdün’le olan aktif ticaret dengeleri sayesinde yeniden dengeleyebilir" (a.g.e.).
Geleneksel tarımsal yapı da İsrailliler tarafından, özellikle de ilhak yolunda kararlı bir adım olan büyük çaplı toprak müsadereleri yoluyla büyük ölçüde değiştirilmiştir:
"Ürdünlü kaynaklara göre, Altı Gün Savaşı’ndan bu yana İsrailliler Batı Şeria’da 203.000 hektarlık bir alana, yani bölgenin yüzde 37’sine el koymuş ya da kamulaştırmıştır. Örneğin Ürdün Vadisi’nde ekilebilir arazinin yüzde 40’ı şu anda İsrailli yerleşimcilerin elinde. Filistinliler on dört yıldır askeri hükümetten izin almadan tek bir kuyu bile kazamadı (...) Buna karşılık İsrail su şirketi Mekorot, yerleşimcilerin kullanımı için vadide 17 kuyu kazdı. Güçlü pompalarla donatılan bu kuyular, 78 gibi erken bir tarihte 16.000’den az yerleşimciye yılda 14 milyon metreküpten fazla su sağlarken, 690.000 Arap nüfusa sadece 33 milyon metreküp su sağlıyordu (...) Şu anda Batı Şeria’da Araplar tarafından ekilen arazilerin sadece yüzde 4’ü sulanıyor (...) 1970’te tarım, işgal altındaki topraklarda çalışan nüfusun yüzde 38’ini istihdam ediyordu; bugün ise yüzde 28’inden azını istihdam ediyor. Küçük toprak sahipleri, küçük çiftçiler, tarım işçileri, mülteci kamplarındaki nüfusla birlikte, yerel sanayinin kendilerine sunamadığı işi aramak için her gün İsrail’e giden birliklerin büyük bölümünü oluşturuyor" (a.g.e.).
Haziran 80’de Le monde Diplomatique’de A. Kapeliouk şöyle yazıyordu: "Toprak mücadelesi İsrailliler ve Filistinliler arasında artık her gün yaşanan çatışmanın ana teması haline geldi. Tarım Bakanı General Ariel Şaron tarafından yönetilen yerleştirme politikasının açık ve belirgin bir amacı vardır: Batı Şeria’da yeni statükoyu geri dönülmez kılacak ve bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyecek şekilde başarılı olgular yaratmak (...) İşgal altındaki topraklarda toplam 122 Yahudi kolonisi kurulmuştur ve 20.000 yerleşimciyi bir araya getirmektedir (Kudüs’ün Arap kesiminde inşa edilen yeni mahallelerde yaşayan 60.000 Yahudi sayılmaz). İsrail kolonileri, İsrail hükümetinin miras aldığını iddia ettiği devlete ait araziler üzerinde veya Filistinli mültecilere ait diğer araziler üzerinde ve "güvenlik nedenleriyle" el konulan özel şahıs arazileri üzerinde kurulmuştur (...) Filistinli mal sahiplerini kovma yöntemleri çeşitlidir (gözdağı verme, çeşitli yasalara başvurma vb.) ve aynı zamanda alışılmamış yöntemlerdir: yakın zamanda uçaklar El Halil bölgesindeki 4 köyden Filistinli çiftçilere ait yüzlerce hektar ekin (buğday, arpa ve zeytin ağaçları) üzerine yaprak dökücü maddeler yaydı; bu yöntem 1972’de Batı Şeria’daki Akraba köyünde başarıyla kullanılmıştı ve toprakları daha sonra Gitit’in yeni komşu kolonisine tahsis edilmişti". "İsrail işgalinin başlangıcından bu yana Golan’daki Arap nüfusu 130.000’den 13.000’e düşmüştür. Toprak müsaderesi politikasından etkilenen yaklaşık 200.000 Filistinli Batı Şeria’yı terk etmek zorunda kalmıştır. İsrailliler 450.000 Filistinlinin yaşadığı aşırı kalabalık Gazze Şeridi’nde bile topraklara el koymuş ve 4 koloni kurmuştur (1980’de 5)". Şu anda işgal altındaki bölgelerde 1.3 milyon kişi yaşamaktadır ve bunların 850,000’i Batı Şeria’da yaşamaktadır.
Dolayısıyla İsrail devleti bu topraklarda sadece proleterleri ve mülksüzleri değil, Arap sermayesinin kendi sanayisini, ticaretini, tarımını geliştirmesini engelleyerek diğer toplumsal sınıfları da ezmektedir.
Ancak, farklı ağırlıklarda da olsa, İsrail devleti Batı Şeria ve Gazze’nin yanı sıra Golan’daki tüm Arap nüfusunu topuğu altında ezse bile, bu gözlemden proletaryanın, yeniden kazanılacağı iddia edilen bir ulusal bağımsızlık adına, kendilerini İsraillilerden daha sert bir şekilde sömürmüş ve sömürmekte olan diğer "halk" sınıflarıyla birlikte mücadele etmesi gerektiği sonucu çıkmaz.
Tüm Ortadoğu bölgesinde, kanıtladığımız gibi, proletaryanın sorunlarına milli
mücadele çerçevesinde bir çözüm yoktur; çözüm yalnızca sınıf mücadelesinin
yeniden başlatılmasında yatmaktadır ve bu anlamda, işgal altındaki
bölgelerdekiler de dahil olmak üzere Arap proleterleri, diğer sınıflarla her
türlü işbirliğini reddetmeli ve kendi mücadele ve savaş örgütlerini kurmalıdır.
* * *
Aylık dergimiz "il Partito Comunista" da sırasıyla Temmuz, Ekim ve Ağustos ’82’de yayınlanan ve metni takip eden üç makale, Lübnan’daki son kanlı olaylar karşısında anlık olarak yazıldı; ilk perde, ilk makalenin atıfta bulunduğu "Celile’de Barış" Operasyonu; sonuç, ikinci makalede yorumlanan Sabra ve Şatilla Filistin kamplarındaki mültecilerin katliamı.
Ekim 1982’den bu yana, şehit Beyrut şehrini ve şu anda bir kez daha yeni bir savaşa sahne olmanın eşiğinde olan tüm bölgeyi etkileyen başka olaylar da oldu; ancak metin dünkü olaylarda durmaktadır çünkü iyi incelenmiş ve çerçevesi çizilmiş bu olaylar, güncel olayların - her zamanki gibi boğucu ve korkakça – devrim partisinin karşısına çıkardığı zor ve çetin tutum ve taktik sorunlarına tüm yanıtları vermektedir.
Parti, aptalca ve dedikoducu bir şekilde en son olgulardan haberdar olma becerisini göstermekle ilgilenmez. Bunun yerine her gün, yalnızca tarihin bütün bir hattının materyalist bir şekilde incelenmesiyle, yalnızca geçmiş ve anonim parti çalışmalarının hizalanmasıyla, yalnızca Solun ilkelerinin ve taktiksel çıkarımlarının "kızıl hatttını" çözümlenmesiyle, toplumsal güçlerin, devletlerin ve insan kitlelerinin devasa çatışmalarını, böyle bir çalışma yöntemini kaybetmiş olanlar için anlaşılmaz olan çatışmaları, kendi gerçekliklerine sabitlemenin ve yorumlamanın nasıl mümkün olduğunu gösterir.
Olguları okuma sorunları ve taktiksel sorunlar, sadece geçmiş verileri hizalayarak kolayca çözülebilirken, övgü, alkış ve kolay başarılar peşinde koşan ve proleterleri ve cömert savaşçıları, manevralar ve beceriksizliklerle dünya ölçeğinde proletaryanın aleyhine olan güçler dengesini tersine çevirmenin mümkün olduğuna inandırmak isteyen herkes için gerçek bir bulmaca haline gelir. Bunun yerine, dünya proletaryasının içine düştüğü karşı-devrimci uçurumu ve gerçek bir yükselişin nasıl ’irade’ ve ’kişiliği’ rahatsız eden devasa maddi güçlerin sonucu olacağını en ufak bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde tam olarak göstermek Parti’nin görevidir.
Bu nedenle Parti’nin görevi, vazgeçilmez olduğu kadar mütevazı bir görev olarak, dünün ve bugünün muhasebesini yapmaktır: bu muhasebe yapılmaksızın her türlü cömertlik ve her türlü özveri, proleter mücadelenin yeniden başlamasına ve Parti organının yeniden inşasına en ufak bir katkıda bulunmayacak ve faydasızca yeni acılara yol açacaktır.
Acı çeken, mücadele eden ve ölen devasa insan kitlelerine karşı duygusal bir
tutum takınmayan Partinin, tüm Ortadoğu’daki trajik olaylardan çıkardığı ders
budur ve bu nedenle, Ortadoğu’nun ve tüm dünyanın proletaryası ve yoksul
halkları için bu üç kısa makaleyi yeniden yayınlıyoruz.
"il Partito Comunista", No. 95, Temmuz 1982’den:
İmkansız Filistin Milliyetçiliği Değil, Dünya Proleter Devrimi Fedeyin’in Yok
Edilmesinin İntikamını Alacaktır
Lübnan’da yeni bir trajedi sona eriyor. Bir kez daha binlerce ve binlerce proleter, yoksul köylü, mülteci saldırıya uğradı, bombalandı, makineli tüfekle tarandı; 14.000 ölü, 20.000 yaralı, binlerce kayıp, on binlerce evsiz.
Celile’de Barış Operasyonu’nu yürüten İsrail Devleti ordusu, bu görevin yerine getirilmesinde Batı kampından Doğu kampına ve bizzat Arap ülkelerine kadar uluslararası emperyalizmin koşulsuz desteğine sahipti, çünkü Ortadoğu’nun tüm ülkelerine dağılmış sayısız, mücadeleci Filistin proletaryası ve yoksul kitleler, tüm devletlerin egemen sınıfları için bir tehlike ve dünya emperyal dengeleri için kilit bir bölgede istikrarsızlık faktörü oluşturmaktadır.
Emperyalizmin bombaları ve makineli tüfek ateşiyle katledilen, ezici ve acımasız bir düşmana karşı ölümüne direnen yüzlerce ve binlerce sınıf kardeşimiz için yüreğimiz yanıyor, ancak bu sayısız katliamın birincil sorumluluğunun doğrudan FKÖ ve diğer Filistinli direniş örgütlerine düştüğünü belirtmeden geçemeyiz. Beyrut’ta ister teslimiyet isterse topyekûn direniş yönünde karar verilsin, FKÖ’nün karşıdevrimci işlevi açıktır ve askeri örgütünün feda edilmesi ona yeni bir "devrimcilik" ruhsatı vermeye hizmet edemez.
Başta FKÖ olmak üzere Filistinli direniş örgütleri son yıllarda Filistin sorununun "siyasi çözümüne" giderek daha fazla odaklandılar, yani hedeflerini bölge devletleri ve iki emperyalist kampla yapılacak anlaşmalar ve pazarlıklar yoluyla elde edilecek siyasi olarak bağımsız bir Filistin devletinin kurulması talebine indirgediler.
Filistin küçük ve orta burjuvazisinin beklentilerine yanıt veren bu hedef, yoksul kitlelerin silahlı örgütlenmesini her zaman gerçek bir düşman olarak görmüştür, çünkü hem bu kendiliğinden Arap ülkelerindeki süper sömürülen proletaryayı birleştirme ve etkileme eğiliminde olacaktır (egemen sınıflar için ölümcül bir tehlike) hem de sosyal sorunu, toprak sorununu, sömürünün sona erdirilmesini gündeme getiren bu örgütlenme, diğer Arap devletlerinden hiçbir farkı olmayan bir Filistin devletinin kurulmasıyla kesinlikle tatmin olmayacaktır.
Daha altı yıl önce FKÖ’nün, Lübnanlı sağcı milisler ve Suriye ordu birliklerinin ortak saldırısıyla katledilen ’kahraman Tell El Zaatar komününden Lübnanlı ve Filistinli binlerce proleter savaşçıyı nasıl kendi haline terk ettiğini kaydetmiş ve proletaryanın bu yenilgisinin ve ihanetinin FKÖ’nün uluslararası prestijini güçlendireceğini değerlendirmiştik. Aslında, son yıllarda giderek barikatçı yönünü terk etti ve kendisini, istikrarlı bir toprak parçası olmasa da, tüm örgütsel ve baskıcı işlevlerini üstlenerek tam teşekküllü bir devlete dönüştürdü. Silahlı milisleri giderek bir "polis ve jandarma aygıtına" (Republic, 26 Haziran) dönüşürken, bir "gerilla lideri" olan Arafat bir devlet başkanı gibi davranmaktadır.
FKÖ’nün bu politikası, evet, Batı Şeria ve Gazze topraklarını gelecekteki devlete vermeyi reddeden İsrail’e karşı mücadelede tüm Arap devletlerinin desteğini aldı, ancak -kaçınılmaz olarak, milli ve burjuva temelleri göz önüne alındığında- emperyalizme ve sömürüye karşı tek zafer olasılığını, Filistin proletaryasının Arap ülkelerinin mülksüzleştirilmiş kitleleriyle tek bir cephede birleşmesinden gelebilecek bir zaferi yok etti, Son yıllarda acıları sık sık kanlı isyanlarla patlak veren İsrail proletaryası ile birlik olmaktan ve kapitalist krizden zaten ağır bir darbe almış olan İsrail proletaryası ile samimi bir devrimci hareketin kendi burjuvazisi ve devletiyle işbirliğini bozarak İsrail’i emperyalizmin temel direği olarak gösteren bölgedeki mevcut güç ilişkilerini tersine çevirmesinden.
Meselenin bir diğer düğüm noktası, Batı proletaryasının devrimci sınıf mücadelesi alanından hala neredeyse tamamen yoksun olması ve dolayısıyla yoldaşlarımızın ve sınıf kardeşlerimizin trajik katliam haberlerinin kayıtsızlıkla ya da basiretsizlikle karşılanmasında yatmaktadır.
Gerçekten de, FKÖ’nün politikasının uzun yıllardır ve şu anda Batı işçi sınıfının başındaki oportünist partilerden destek ve besin aldığı açıktır; bu partiler yarım yüzyıldan fazla bir süredir proletaryayı isyana değil, sermaye ve devletle işbirliğine itmekte, böylece halklar arasında barış ve işbirliği vaazları verirken, tıpkı İşçi Partisi’nin savaşa tam destek verdiği İsrail’de olduğu gibi, üçüncü dünya katliamının hazırlanması için çalışmakta ve ardından elbette "aşırılıklarını" kınamaktadır.
Ancak binlerce proleterin kanıyla elde edilen bu "pasifikasyon" Ortadoğu’ya barış getirmeyecektir. Mülksüzleştirilmiş Lübnanlı-Filistinli kitlelere karşı yürütülen bu savaş, emperyalizmin Ortadoğu bölgesini en önemli hedeflerinden biri olarak görecek olan devletler arasındaki bir sonraki savaşa zemin hazırlamasına hizmet etmiştir.
Biz komünistler her zaman pasifist olmadığımızı, burjuva barışını savunmak istemediğimizi söyledik ve yazdık, ancak bu rezil rejimin baskıcı gücünü gösteren bu "barıştan" daha önce hiç bu kadar nefret etmemiştik.
Bu nedenle, dünya ölçeğinde elli yıllık egemen karşıdevrimle uyuşmuş proleter
zihinleri ve kalpleri sarsmak için savaşı memnuniyetle karşılıyoruz.
Uluslararası proleter devrim sürecini yeniden harekete geçirecekse, emperyalist
savaşı memnuniyetle karşılıyoruz.
Artık herkes tarafından biliniyor: Sabra ve Şatila’daki Filistin kamplarında binlerce kadın, yaşlı ve çocuğun katledilmesi, İsrail askerlerinin attığı işaret fişeklerinin ışığında geceleri hareket eden paralı askerleri kullanarak katliamı gerçekleştiren İsrail Devleti tarafından planlanmış, kararlaştırılmış, tam bir bilgi ve acımasız bir açıklık ve kararlılıkla gerçekleştirilmiştir. İtalyan-Fransız-Amerikan barış gücü, tam da bu katliama izin vermek için "Habib planı" tarafından belirlenen son tarihten önce Beyrut şehrini terk etti.
Ancak proleterlere, sınıf kardeşlerimize yönelik bu yeni katliamın sorumluluğu sadece emperyalist devletlere, İsrail’e, Arap devletlerine, doğrudan işbirliği yapmadıkları halde pasif bir şekilde seyirci kalan Rusya’ya değil, aynı zamanda ve eğer pasifist ve demokrat oportünizmin mızmız korosuyla karıştırılmak istenmiyorsa bunu söylemek bir görevdir, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün karşıdevrimci liderliğine de aittir.
Kamplar proleterlerin, işsizlerin, evsizlerin, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan kitlelerin yoğunlaştığı yerlerdi; kamplarda örgütlenmek, saklanmak, silahlanmak kolaydı; kamplarda bir yeraltı proleter örgütü büyüyebilir ve güçlenebilirdi; kamplar mülksüzlerin sığınak gettosuydu ve Beyrut’ta burjuva düzenini sağlamak zorunda olan herkes için daimi bir tehditti. Kamplar aynı zamanda Filistin silahlı hareketini Batı Şeria ve Gazze’de karşıdevrimci getto-devlet hedefine yönlendiren ve Filistin proletaryasının sadece Lübnanlı ve Arap proleterlerle değil İsrail proletaryasının kendisiyle de bağlantı kurabilecek özerk bir örgütlenmesinin oluşumuna karşı savaşan FKÖ’nün burjuva önderliği için de, ulusal ve dini bölünmelerin ötesinde, giderek tek bir düşman olduğu kanıtlanan Arap ülkeleri ve İsrail’in hegemonik sınıflarının devletler üstü ittifakı için de bir tehditti.
Sabra ve Şatilla’daki proleter ölümler, Arafat’ın siyasi programını başarıyla yürütebilmesi için vazgeçilmez olan Amerikan partizanlığını elde etmek için ödediği bedeldi.
Kampların güvenliği için herhangi bir somut garanti olmaksızın Beyrut’un terk edilmesi, milisleri düşman ordusu tarafından sahada yenilgiye uğratılmayan, ancak diplomatik oyunları için en uygun hamle olduğu için geri çekilmeyi seçen FKÖ’nün proletarya karşıtı işlevinin en trajik kanıtıdır.
İsrail ordusu tüm çabalarına rağmen Batı Beyrut’a girmeyi başaramadı, ancak FKÖ liderliği ve onunla ittifak halindeki Lübnanlı sol partiler, hırpalanmış kentin tüm proleter nüfusunu silahlanmaya çağırmamaya, batıda açlıktan, susuzluktan ve bombalardan ölürken Lübnan burjuvazisinin güneşin tadını çıkarmaya devam ettiği Doğu Beyrut’a saldırmamaya çok dikkat ettiler.
Uzlaşma isteniyordu, İsrail tarafından da isteniyordu çünkü o da bir proleter kentine karşı amansız bir savaşa girmekten korkuyordu, bu durumda belki de hain partilerine karşı disiplini bozabilir ve katliamcılara karşı topluca ayaklanabilirdi; ve o zaman evet, İsrail askerleri sert kayaya toslamış olabilirlerdi.
Çatışmaların ilk günlerinde FKÖ liderlerinden biri, Filistinlilerin ve Lübnan solunun yeminli düşmanı, süper silahlı, savunmasız sivillere yönelik katliamlarda uzman sağcı milisler de silahsızlandırılmadıkça Filistinli savaşçıların şehri asla terk etmeyeceğini ilan etmişti. Müzakereler sırasında bu talepten vazgeçildi.
Habib planının kendisi, uluslararası müdahale gücünün görev süresinin bir ay olacağını ve sadece Lübnan hükümetinin talebi üzerine yenilenebileceğini öngörüyordu: öyleyse Arafat’ın kampların güvenliği için Amerikan tarafından aldığı garantiler ne olabilirdi? Bir "söz" mü? Ya da sağcı milislerle bağlantılı olduğu bilinen Lübnan ordusunun güçleri mi?
Dünyanın dört bir yanındaki kamuoyu ve demokratik hükümetler, İsrailli subayların ve haydutlarının bu normal baskı tekniklerini Alman, Fransız, İngiliz, Amerikalı ya da İtalyan meslektaşlarından öğrendiklerini unutarak katliama öfkelendiler ve kızgınlıklarını, şimdi "savaş suçlusu", düne kadar Nobel ödüllü ve ulusal kahraman olan Begin ve Şaron’un kellelerini (yani istifalarını) isteyerek dışa vurdular.
Katliamdan sonra, dünya kamuoyu hala bu "Orta Çağ’ın yeniden canlandırılması "nın şokunu yaşarken, Lübnan ve İsrail ordularının işbirliği yaptığı bir eylem olarak, Lübnanlı ve Filistinli savaşçılara yönelik toplu arama ve tutuklamalar şehirde sessizce devam etti. İş bitmiş, Gemayel soyundan yeni bir temsilci seçilmiş, o da bir faşist ama "dürüst" ve "iyi huylu", ölüler gömülmüştü, artık insanın yüreğini yeniden barışa, bu kez herkesin, hatta ilk turda onu biraz eleştirenlerin bile istediği yeni çokuluslu güç tarafından korunan bir barışa koyması için hiçbir şey eksik değildi.
Ancak, İsrail’in süper silahlı ordusunun yeterli olmadığını kanıtladığı gibi,
3,000 çok renkli paralı askerin ne Orta Doğu’da ne de başka bir yerde üstün
emperyal düzeni yeniden tesis etmesi yeterli olmadığı anlaşılacaktı. Sabra ve
Chatila kampları yıkılıp yerle bir edildi, nüfusları terörize edildi ve
dağıtıldı, ancak acı çeken, inleyen ve bu rezil rejimden nefret eden milyonlarca
proleterin kabusu başınızın üzerinde asılı kalmaya devam edecek. Dünyanızın
içinde debelendiği ekonomik kriz, bugün hala mücadeleden uzak ve Ortadoğu’daki
kardeşlerinin kaderine bile kayıtsız olan Batı’nın emekçi kitlelerini de yeniden
harekete geçirecektir.
Bir kez daha Filistin’den gelen Arap mültecilerin trajedisine çaresizce tanıklık etmek zorunda kaldık. Hareketimiz, 1930’lu ve 1940’lı yılların başındaki ilk Arap-Filistin diasporasından bu yana, böyle bir çözümün temel koşulları eksik olduğu için, Filistin sorununun mevcut güç ilişkileri ışığında çözülmesinin ne kadar zor olduğuna birçok kez dikkat çekmiştir.
Birincisi - ki bu Marksizm gevezelerinin tüylerini diken diken edecektir - Filistin halkının kaderi büyük ölçüde emperyalizmin büyük metropollerinde, Moskova, New York, Londra, Pekin, Tokyo, Paris, Milano, vs. şehirlerde belirlenmektedir. Ve proletarya kapitalist üretimin cehennemi döngüsünü yeniden üretmeye kayıtsız kaldığı sürece, bu metropollerde Filistinlilerin kendilerini yenilgiden başka bir yola yönlendirmeleri çok zor olacaktır. Filistinli mültecilerin, silahlı mülteciler olarak, mücadele içindeki kayıtsız şartsız proleterler olarak kurtuluşu, ancak kendi kurtuluşu için mücadele eden uluslararası proletarya ile ortak eylem içinde olacaktır. Bu perspektifin dışında Filistinlilerin yeryüzünden silindiğini görebiliriz ama Filistinlilerin kurtuluşunu göremeyiz. Filistinlilerin silahlı mücadeleyi sürdürmelerine ya da bırakmalarına bağlı olarak genelleştirilmiş katliamlar, sürgünler, yer değiştirmeler, Filistinlilerin gelişmekte olan Arap endüstrisi ve İsrail tarafından emilmesi (büyük ölçüde zaten başlamış olan bir olgu) gerçekleşebilir.
Özellikle en savaşçı patlamaların tamamen silahsızlandırılması durumunda, şu ya da bu emperyalist jandarmanın kontrolü altında, çeşitli ulusal burjuvazilerin ucuz işgücü toplayacağı devasa bir lagerden başka bir şey olmayacak olan, çok arzulanan Filistin devletinin kurulmasına da tanık olunabilir.
Filistinlilerin silahlanmaya devam etmesi ve "zengin" ülkelerde bugünün devrim termometresi olarak kalması durumunda, son yılların tarihini üzücü bir şekilde dolduranlara benzer daha fazla baskıya tanık olmak zorunda kalacağız. Bölgedeki devletler, Ürdün’ün Kara Eylül ’70’te, Suriye’nin "Arap Caydırma Gücü "nün Haziran ’76’da Tell El Zaatar’da ve İsrail’in Temmuz ’82’de Beyrut’ta yaptığı gibi, sırayla "barışı koruma" infazcıları olarak hareket etmeyi düşüneceklerdir.
Bu katliamcılara, "Arap kardeşlere", yenilgileri yönetmekten başka bir şey yapmayan, dünyanın şu ya da bu emperyalizminden yardım dilenen, sanki kimsenin istemediği gelecekteki bir devletin sürgündeki hükümetiymiş gibi siyasi tanınma arayan FKÖ’nün küçük burjuva liderliği hiçbir zaman gerçekten karşı çıkmadı, hatta bugüne kadar onların suç ortağı oldu.
FKÖ, Filistinlilerin sınıfsal nefretini her zaman yalnızca Arap davasının tek düşmanı olarak gördüğü İsrail’e yöneltmiş ve böylece tüm Arap devletlerinin üstün ulusal çıkarları adına Filistinlilere defalarca sırt çevirdiği gerçeğini gizlemiştir. Bunun bir örneği, hiçbir Arap ülkesinin İsraillilerin cezalandırıcı "Celile’de barış" seferini engellemek için parmağını bile kıpırdatmamış olmasıdır. Bu bağlamda en orijinal "ahlaki" yardım, tarihe bir örnek bırakmak için Filistinlileri topluca intihar etmeye çağıran Kaddafi’den geldi: Umarız yakında dünya proletaryası Kaddafi de dahil olmak üzere tüm devlet başkanlarını intihara zorlar ve böylece insanlık tarihine kendi orijinal katkısını yapar.
Prensipte Filistinlilerin bir devlet kurma olasılığı inkar edilemez, sadece sayılarının ve güçlerinin azlığı nedeniyle şimdiye kadar bir devlet varlığını ifade edemediler.
FKÖ, ABD’nin hegemonyasındaki bir arenayı istikrarsızlaştırdıkları için Filistinlileri yem yaparak onu Ortadoğu’daki kendi manevralarında bir piyon haline getiren Rus emperyalizmiyle ittifak kurarak bu engelin üstesinden geldiğine inanıyordu. Ancak Filistinliler, tam da proleter doğaları nedeniyle, SSCB için her zaman rahatsız edici bir müttefik olmuştur; onlara her zaman güvensizlikle yaklaşmış, daha büyük garantiler veren Amerikan karşıtı devletler ve hareketlerle yaptığı gibi onları ağır ve modern bir şekilde silahlandırmayı reddetmiştir. Ruslar her zaman Filistinlilerin proleter kesiminin kontrollerinden çıkmasından korktular, ancak bunu yaparken Filistinlilerin burjuva ve küçük burjuva kesiminin Lübnan’da toprak sahibi olmalarını da engellediler, çünkü sürekli olarak bölgedeki devletlerden birinin ya da diğerinin ruh halinin insafına kalıyorlardı. Bu huzursuz durum, doğası gereği komünist davayı benimsemek için kendini düzeltmekten uzak olan ve rakip emperyalizme yönelmeyi düşünen FKÖ liderliği tarafından ele geçirilmişti. Dolayısıyla son zamanlarda FKÖ, ayartılacak atın artık SSCB değil ABD olduğunu keşfetmişti ve bugün, Amerika’nın Ortadoğu’daki en büyük müttefiki tarafından yediği son darbeye rağmen, FKÖ gözünü Washington’a dikmeye devam ediyor. Öyle görünüyor ki Filistin nüfusundan geriye kalanların transferi tam olarak ABD ordusu tarafından gerçekleştirilecek: deniz piyadeleri Beyrut’u işgal edecek ve herkes mutlu ve memnun olacak.
Ancak bu noktada her zaman olduğu gibi bir sorun ortaya çıkıyor: Bu on binlerce mülteci nereye gönderilecek? Çünkü Yahudiler Arapları Filistin’den kovmaya başladığından beri uluslararası diplomasinin çakalları bu soruyu soruyor. Ve bir cevap bulamıyorlar. Soru şu: Filistinliler silahlı ve kavgacı olmak yerine çadırlarında sessizce oturup kendilerini ev sahibi ülkenin üretken ihtiyaçlarına sunmaya hazır olsalar kimse Filistinlilerin kendi topraklarında olmasından rahatsız olmaz. İsrail bile böyle bir çözümün başlıca garantörü olacaktır, İsrail’in meşhur greyfurtunu yetiştirmek için güney Lübnan’dan Celile’ye gelen bir Arap tarım işçisine beşte bire kadar ödeme yapıldığını söylemek yeterlidir. İsrailli bir işçiye tekabül ediyor. Bu nedenle Beyrut kuşatmasında Filistinlilerin katili Ariel Şaron’un, kimse onları istemediği için Filistinlileri İsrail’e taşınmaya davet etmesine şaşırmıyoruz: "Siyonizm’in zaferini kutlamak için 18 Temmuz’da Tel Aviv’de düzenlenen okyanus ötesi bir toplantıda "Silahsız geldikleri ve İsrail vatandaşlarına karşı suç işlemediklerini kanıtladıkları sürece ’teröristler’ gelsin" dedi.
Bu nedenle dünyanın dört bir yanındaki diplomasi çevreleri sorunu bir şekilde çözmeye çalışıyor ya da daha doğrusu Filistinliler gittikten ya da çaresiz kaldıktan sonra Lübnan’ın bölünmesini müzakere ediyor. Ancak biz biliyoruz ki, özellikle üçüncü bir emperyalist kıyıma hazırlık aşamasında, bin müzakereden fazlası bir top atışına bedeldir. Genelleştirilmiş bir savaşın hazırlığını yaşıyoruz ve her yerel çatışma, müzakerelerle çözülebilir olmaktan giderek uzaklaşıyor, bu nedenle hemen savaşa dönüşme eğiliminde.
Sonuçta 1940’lardan bu yana savaşın hiç bitmediği Ortadoğu’da, silah altındaki Filistinlilerin de dahil olduğu bölgedeki çeşitli devletler arasında yeni dengeler kurmak imkansız olacaktır. İsrail Filistinlilerle savaşı bitirmek niyetindedir ve kendi ordusundan daha büyük bir güçle karşılaşmadıkça durmayacaktır. Ancak Filistinlileri Orta Doğu’dan çıkarmak Yahudilere gelecekte pahalıya mal olabilir; bunun nedeni Arapların misillemesi değil, ki buna dayanabileceklerini zaten kanıtladılar, Rusların misillemesidir. SSCB, Mısır kendi yörüngesinden Amerikan yörüngesine geçtiğinden beri bölgedeki etkisinin giderek azaldığını görüyor. Son zamanlarda birkaç kez İsrail’e Beyrut’ta ağırdan almasını çünkü Orta Doğu’nun kendi sınırlarına çok yakın olduğunu ve buranın kendisi için hayati bir bölge olduğunu ima etti. Ancak Reagan yönetiminin temkinli tutumu göz önüne alındığında bu tür uyarılar, nihai çözümden, yani Filistinlilerin silahlı kanadının yok edilmesinden ya da Lübnan’dan çıkarılmasından yana olan İsrail’den çok ABD’yi endişelendirmiş görünüyor.
Bu nedenle Yahudi burjuvazisine güllük gülistanlık gibi görünen geleceğin üzerinde puslu bulutlar toplanıyor. Bölgedeki siyasi durum, Şat El Arap’ta savaşın yeniden başlaması ve İran’ın karşı saldırısıyla giderek daha karmaşık hale geliyor. Bu savaş bir şekilde Lübnan’daki savaşla karışırsa her şeyi havaya uçuracak bir kıvılcım olabilir. Begin, burjuva ticareti sayesinde değil ama ironik bir şekilde tankları için İsrail yedek parçaları sayesinde karşı saldırıya geçebilen İranlılar, Kudüs’ü Siyonizm’den kurtarmak için Kudüs’e yürürlerse, Yahudilerin onları yürüyerek evlerine geri göndereceği konusunda iyi bir noktaya değiniyor. Gerçekte, eğer bu gerçekleşirse, Orta Doğu’daki denge iki süper gücün doğrudan müdahalesini gerektirecek kadar tehlikeye girecektir; mesele artık "birkaç kabadayı mülteciyi yerleştirme" meselesi değil, dünyanın en önemli enerji tedarik bölgesinin kontrolü olacaktır.
Bu nihayet proleter devin yarı seküler uykusundan uyanmasına vesile olabilir mi?
Biz de bunu umuyoruz. Yerini ve zamanını bugünden kestiremesek de bugün önümüzde
duran savaş, metropollerde sınıf hareketinin canlanması kadar gerekli ve
tarihsel ve ekonomik gelişme tarafından belirlenmiştir, biri diğerine zorunlu
bir süreçle bağlıdır. Ve sınıf partisinin saflarını yeniden örgütleyebilmesi ve
nihayetinde taraftarlarının sayısının arttığını görebilmesi böyle bir zeminde
mümkün olacaktır. Böyle bir zeminde Filistin sorununu tutarlı bir şekilde ortaya
koymak ve komünist perspektifle tutarlı bir şekilde çözmeye çalışmak da mümkün
olacak, böylece Filistinli kitlelerin hareketi de Batı’dan Doğu’ya proleter
devrimin başarısına diyalektik olarak katkıda bulunacaktır.
* * *
Ortadoğu Sorununa İlişkin Kesin Noktalar
1) Filistin sorununun kökenleri her şeyden önce, çatışan çıkarlarını çözüme kavuşturmak amacıyla Ortadoğu’nun siyasi haritasını planlayan emperyalist güçlerin stratejisinde aranmalıdır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa ve İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarını parçalayarak, toprak mülkiyetini ellerinde tutan gerici yarı feodal kastlara dayanarak, itaatkâr devletçiklerden oluşan bir yamalı bohça yarattılar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, eski İngiliz-Fransız emperyalizmi, yerini yeni dünya jandarmaları olarak dayatılan iki süper güç ABD ve Sovyetler Birliği’ne bırakmak zorunda kaldı.
Sonuç, Orta Doğu bölgesinde yeni bir düzenleme oldu ve bunun en önemli noktası İsrail Devleti’nin kurulmasıydı.
2) İsrail Devleti’nin kuruluşu, emperyalizmin kendisi için sağlam bir köprübaşı yaratma ihtiyacına cevap verirken, aynı zamanda bölgenin geri kalmış siyasi dengesinin ve ekonomik yapısının kırılmasında belirleyici bir faktör oldu.
Sermaye, teknik bilgi ve yüksek vasıflı işgücü bakımından zengin olan İsrail burjuvazisi, sözde bir "Siyonist doktrine" değil, kapitalizmin demir yasalarına itaat ederek hareket etti. Marksist ekolün iyi bildiği karakteristik döngüsünü ortaya çıkaran genç bir kapitalizm: Arap toprak sahibi sınıflarla suç ortaklığı yapan yoksul köylülerin zorla mülksüzleştirilmesi; komşu geri kalmış devletlere yönelik saldırganlık ve stratejik ve ekonomik açıdan önemli yeni bölgelerin fethi; modern sanayinin ortaya çıkışı ve saf proleter kitlesinin oluşumu.
3) Tarihsel süreç, bir yandan emperyalist güçlerin siyasi ve ekonomik baskısı,
diğer yandan ekonomik geri kalmışlık, tek bir Arap ulusunun yükselişini
engelledi. Pan-Arabizm sefil bir şekilde çöktü ve en büyük ifadesini, bazı
ülkelerde saray isyanlarıyla eski ve gerici toprak oligarşisini deviren askeri
diktatörlüklerin kurulmasında buldu. Modern devletler kurma eğilimini temsil
ettikleri ölçüde ilerici güçlerin ifadesi olsalar da bu askeri hiyerarşiler,
yoksul kitleleri harekete geçirip toprak mülkiyetine kesin bir darbe vurmamaya
çok dikkat etmişler, uluslararası emperyalizmin dayattığı ve şu ya da bu güce
boyun eğdikleri siyasi ve sosyal düzenin çerçevesinin dışına çıkmaya istekli
olmamışlardır.
Bu askeri rejimlerin yanı sıra, bugün hala rantla zenginleşen toprak oligarşileri tarafından yönetilen ve üretici güçleri pre-kapitalist biçimlerin gerici bir iskeletine sıkıştıran bir dizi devlet vardır.
4) Lübnan, Ürdün ve Batı Şeria’daki kamplarda ve varoşlarında yoğunlaşan
mülksüzleştirilmiş Filistinli kitleler, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap
Emirlikleri’nde çalışan Filistinli proleterler artık topraklarından sökülmüş
durumdalar, bir vatan için değil hayatta kalmak için, insanca yaşam ve çalışma
koşulları için mücadele ediyorlar.
Mülksüzleştirilmiş Filistinliler, bulundukları her yerde kendiliğinden kent proletaryasına ve yoksul köylülere katılma, sömürülenler arasındaki yapay ve tarih dışı ulusal engelleri aşma eğilimindedirler. Bu nedenle her yerde toplumsal düzen için bir tehlike oluşturmaktadırlar.
5) Filistin Kurtuluş Örgütü mülksüzleştirilmiş kitlelerin değil, Filistin
burjuvazisinin çıkarlarını temsil etmektedir. Kendi devlet benzeri örgütüne,
başlıca ülkelerde akredite büyükelçilere, BM’de kendi temsilcisine sahiptir, en gerici Arap rejimleriyle düzenli ilişkileri vardır; her burjuva devleti gibi,
büyük hırsızların milyonlarca insanın kaderini soğukkanlılıkla belirlediği
uluslararası diplomasi zemininde hareket eder.
FKÖ, askeri örgütlenmesiyle mülteci kamplarının savunmasını gerçekten de sağlamaktadır, ancak bu sadece uzlaşma politikasına bağlı olarak ve sadece kendi amaçlarıyla örtüştüğü ve diplomatik başarı karşılığında savunmasız kitleleri katliama terk etmeye her zaman hazır olduğu sürece geçerlidir.
6) Filistinliler için bir vatan iddiası, bir yandan burjuvazinin kendi devletini kurma ve proleterlerini doğrudan sömürme arzusuna, diğer yandan da kitleleri yapay ulusal bariyerlerle yerli proletaryadan ayrı tutarak toplumsal düzene karşı mücadele alanından uzaklaştırma ihtiyacına karşılık gelmektedir. Bu iddia tarih dışı ve gericidir: milli döngü sırasını savmıştır ve gerçekler tüm ezilenlerin mülk sahibi sınıflara karşı savaşını gündeme getirmektedir.
7) Filistin proleter mücadelesinde üç dönüm noktası vardır: Amman 1970, Tell El
Zaatar 1976 ve Beyrut 1982.
Amman’da FKÖ liderliği Kral Hüseyin rejimine karşı mücadeleyi devralmayı ve yönetmeyi reddetmekle kalmamış, çatışmaların ortasında şehri boşaltarak ve Kara Eylül katliamına izin vererek düşmanla bir uzlaşmaya varmıştır.
Tell El Zaatar’da Filistinli ve Lübnanlı proleterler, İsrail gemileri denizden abluka uygularken, Suriye ve Falanjist birliklerin saldırılarına karşı günlerce birlikte direndiler. Burada, bu polis operasyonunda, azılı düşmanlar proletaryaya karşı birleşti. Burada FKÖ, uluslararası ilişkilerini tehlikeye atmamak için katliamı kayıtsızca izledi.
Beyrut Savaşı’nda FKÖ, küçük düzenli ordusuyla şehri haklı olarak savundu, ancak hiçbir zaman kitleleri topyekûn bir mücadele için harekete geçirmeye çalışmadı çünkü amacı uluslararası diplomasinin kapılarını açmaktı. Nitekim İsrailliler şehre girmeyi başaramasa da sözde "barışı koruma gücü" geldiğinde FKÖ güçlerinin kamplardaki halkı savunmasız bırakarak şehri terk ettiği ve hemen ardından Arafat’ın Papa tarafından kabul edildiği sırada Sabra ve Şatilla’da terörist katliamın gerçekleştiği görüldü.
8) Filistin proletaryası, varoluş koşullarını, fiziksel hayatta kalmasını
savunmak için, her durumda, toplumsal düzene, mülk sahibi sınıfların ve
uluslararası emperyalizmin düzenine karşı durmalıdır.
Bu yolda, kendisini FKÖ tarafından temsil edilen burjuvazinin kontrolünden kurtararak, ulusal ve ırksal bölünmelerin ötesinde her ülkedeki ezilen sınıflarla bağlantı kurmalıdır. Sadece Arap ülkelerinin yoksul proleterleri ve köylüleri ile modern İsrail proletaryası, mülksüzleştirilmiş Filistinli kitlelerin müttefikleridir.
Farklı ülkelerin ezilen kitlelerinin kardeş kavgasına sürüklenmesini önlemek için tek şans burada yatmaktadır. Burjuvazinin ve uluslararası emperyalizmin kontrolü dışında sömürülen kitlelerin örgütlenmesi, yurtsever cephelerin parçalanması, devletler arası savaşlara hayır, zengin sınıflara karşı iç savaşa evet.