|
||
Ölüm Korkutucu Olmadığında (“Quando la morte non fa paura”, Il Partito Comunista, n.149, 1987)
|
Burjuva toplumu, en yüce ve mükemmel bireyciliğin toplumudur; her insanı diğerine yabancılaştırır ve ona sadece sömüren veya sömürülen varoluş biçimlerini verir. Marx yüzyıl öncesinde şöyle dedi: «Bu toplumda milyonlarca insanın içinde en derin yalnızlık bulunur, insan fark edilmeden kendini öldürme isteğiyle ezilebilir. Bu toplum bir toplum değildir; Rousseau’nun dediği gibi, vahşi hayvanlar tarafından yerleşilmiş bir ormandır... Çıkarlar ve karakterler arasındaki ilişkiler, bireyler arasındaki gerçek ilişkiler henüz baştan sona yaratılmamıştır». İnsanlar hiçbir zaman kendilerini bugünlerde olduğu gibi yalnız, terk edilmiş, kapitalist üretici güçlerin hesaplanamaz evreninde ve düşman, üvey bir doğada dağılmış atomlar gibi hissetmezler.
«Modern devletin insan haklarını tanıması, eski devletin köleliği tanımasından farklı bir anlam taşımaz. Eski devletin temeli kölelikti; burjuva toplumun temeli ise burjuva toplumunun insanı, yani bağımsız insandır. Sadece özel çıkar ve bilinçsiz doğal gereklilik bağıyla diğer insanlara bağlı olan, faydacı emeğin köleliğini kendisinin ve başkalarının bencil ihtiyaçları doğrultusunda kullanan burjuva toplumunun insanıdır. Modern devlet, bu doğal temeli insan haklarını evrensel olarak tanıdığı gibi tanımıştır. Ve bunları yaratmamıştır. Kendi politik baskılarından öteye evrimi tarafından itilen burjuva toplumunun bir ürünü olarak, sadece kendi kökenini ve temelini, insan haklarını ilan ederek tanımıştır» (Kutsal Aile).
Hain burjuva ideolojisi bireyi ne kadar yüceltir ve kişilik kültünü ne kadar beslerse, sermayenin kölesi olan insanlar o kadar ezilir; insan kişiliği hiçbir zaman onu «havandaki toz gibi yığınlar halinde ezen» bu çağda olduğu kadar yüceltilmemiş ve aşağılanmamıştır.
«Sermaye toplumunda, insanlar arasındaki tüm ilişkiler ve insanlar ile doğa arasındaki ilişkiler, tersyüz edilmiş bir şekilde şeyler arasındaki ilişkiler olarak sunulur. İnsan ilişkileri kendileri çoklu ve çok hareketli hale gelir; (önceden egemen olan) bilinç birliği ve bilginin genelliği parçalanır; birey en aşırı şekilde bireyselleştirilir. Ürünlerin üreticilere hâkim olduğu ölçüde, insanın yabancılaşması artar... Doğru, birey kategorisi, kişilik kategorisi topluma ve kapitalist üretim tarzına özgü ve özgün değildir. Ancak burjuva sınıf hâkimiyetinin ortaya çıkması için bireycilik, tarihsel olarak en büyük genişlemesine ulaşmalı ve birey, tüm tek sesli ve insan karşıtı doğasını ortaya çıkarmalıydı. Burjuva bireyciliği, insanın yabancılaşmasının en derin noktasına dokunur» (Il Programma Comunista, Sayı: 5, 1964).
Marksist teorinin iyi açıkladığı üzere, insanı yabancılaştıran şey özel mülkiyettir. «İşgücünü para karşılığında ödünç vererek insan, kişiliğinden çıkıp bir mal biçimine dönüşmüştür, ticari bir meta olmuştur».
Özel mülkiyetin egemen olduğu, sınıflara ayrılmış bir toplumda, dinlerin hala bu denli etkisi olması şaşırtıcı değildir. Çünkü Lenin’in de dediği gibi, «acı olan yerde din vardır. Korku ve umutsuzluk: işte dinin pekiştiren unsurlar. Proletaryanın hayatının her anında onu mahveden, dilenciye, fakire, fahişeye dönüştüren, açlığa mahkum eden ani, beklenmedik, tesadüfi felakete sürüklemekle tehdit eden sermayenin kör gücü – kör çünkü halk kitleleri tarafından öngörülemez – karşısında duyulan korku».
Marx’ın dediği gibi, «bu devlet bu toplum din üretir, din dünyanın başaşağı duran bir bilincidir çünkü insanlar başaşağı durmaktadır... İnsan özü gerçek bir gerçekliğe sahip olmadığından dolayı bu insan özünün fantastik bir gerçekleştirmesidir... Dini sefalet hem gerçek sefaletin ifadesidir hem de gerçek sefalete karşı protestodur» (“Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”).
Lenin tekrar şöyle der: «Sömürülen sınıfların sömürücülere karşı mücadelesindeki zayıflık, kaçınılmaz olarak daha iyi bir öte düşün inancını doğurur... Din, bütün ömrünü emek ve sıkıntı içinde geçirenlere bu dünyada alçakgönüllülük ve boyun eğmeyi vaaz eder, onları cennetle ödüllendirme umuduyla teselli eder. Bunun yerine başkalarının emeğinden geçinenlere din, bu dünyada cömertliği öğretir, böylece sömürücü varoluşlarını kolayca haklı çıkarmakta ve onlara cennet nimetlerine ucuz bir giriş bileti satmaktadır».
Kapitalist toplumun bireyciliği, dini kişisel ruhun ölümsüzlüğü kavramıyla tam bir uyum içindedir.
«Türün yaşamını ve tür için hayırseverliği şiddetle küçümseyen en bariz burjuva egoizmi, hiçbir dine, ruhun ölümsüz olduğunu iddia eden ve bu fantastik biçimde öznel kişinin kaderini diğerlerininkine rağmen ön plana çıkaran dinlere olduğu kadar aşılanmamıştır. Zavallı cesedimizin kıpırdanışının geçiciliğini düşünmek bize acı veriyor ve eğer kurtuluş mezarın ötesindeki yaşamın kesinliğinde değilse, her öznenin üzerine en koyunsu şekilde uysa bile sahip olduğu ya da sahip olduğuna inandığı bariz bir ize ilişkin entelektüalist ve şimdilerde de varoluşçu yanılsamalarda iyi bir ikame buluyor» “Markist Teoride Irk ve Millet Etmenleri”, Il Programma Comunista, Sayılar: 16-20, 1953).
«Türün sürekliliği hissi, para ve sınıfların takası biçimide kaybolur ve yerini özel mülkiyetin rezil sürekliliği hissine bırakır, bunun karşılığı olarak da ölümsüz ruhun varlığına çevrilir ve ruh, zengin bankasını koruyan bir tefeci gibi görülen Tanrı ile doğal olmayan mutluluğu için anlaşma yapar» (“Janitzio Ölümden Korkmaz”, Il Programma Comunista, Sayı: 23, 1961).
“İnsan toplumunun en erken dönemlerinde, ilkel barbarlık çağı, özel mülkiyet, aile ve devlet henüz var olmadığı zaman, bireysel ölüm başka bir şekilde ele alınırdı ve din de başka bir şeydi. Dindarlık, ‘hayvan psikolojisinin insan seviyesine ulaşmış ve henüz sınıf hakimiyetinin bir aracı olmamış bir evrimin daha yüksek aşamasını temsil ediyordu’” (“Atlantik Paktı Kilisesi“, Il Programma Comunista, Sayı: 22, 1959).
Henüz sınıf ayrımlı toplumun ortaya çıkmadığı dönemde din, «hayvanın içgüdüsünden tür davranışlarının yasalarının farkındalığına geçtiğimiz tarihsel bir köprüydü... insan bilgisinin ve temsilinin bir biçimi, başlangıç aşamasıydı, ancak bu nedenle birbirini yerine koyan gerçeklik beyanları arasında uzun süreli değişikliklerin ardışık dizisinde daha önemsiz ve gereksiz değildi».
Din, o zamanlar ölülerin diniydi: ilkel kabileler ölülerini gömme törenlerinden inançlarını ve mitlerini ortaya çıkarır, dinlerini oluştururlardı. Bir burjuva tarihçisi bunun hakkında şöyle yazar: ilkel toplumların «ölülerin dini dışında başka bir dini yoktu ve ölülere yemin ederler, dualarını ölülere yönlendirirler, mezarlarda uyurlardı».
Bu, ilkel komünizmin çağıydı ve tabii ki cinsiyet veya yaşa bakılmaksızın tüm klan üyeleri için ortak gömü yeri, grup üyeliğinin somut farkındalığını ve «hayat tür içindir ve türün kendisi gibi doğal olarak sonsuzdur, saçma dolaşan ruh sürüleri için değildir” düsturunu, “ölülerin, yaşayanların ve henüz doğmamış olanların deneyimlerinin, tarihsel bir akışın hüznü değil, her zaman madde döngüsünün sevinci olan bir gelişiminin» değerli olduğunu temsil ediyordu (“Janitzio”).
Ölüm hala insanlar tarafından yönetiliyor, toplum sınıflara ayrılmadığı için Pisacane’nin yazdığı üzere «bireyselliğin formlarının yok edilmesini» takdir ediyordu. Üreme ilişkilerinde ve kabilenin toplumsal örgütlenme sisteminde, insanlar henüz bireysel yaşamın yabancılaşma ve yalnızlık duygularını bilmiyorlardı ve kişisel ölümden korkulmuyordu; ölüm, belirsiz bir şey değildi, nesillerin doğal bir devamıydı, çünkü «insan, diğer hayvan türleri gibi, birey de diğer zoolojik örnekler gibi yok olur ve kaybolurdu».
Özel doğal cazibesi olan yüksek yerler seçilmiş, tüm klan için kabristan olarak kullanılmıştı; burada tüm kabileler ölülerini uğurlamak ve gömme törenlerini gerçekleştirmek için bir araya gelir, yaşam törenlerini birlikte yapardı çünkü ölülerin huzurunda türün sürekliliği açıktı: cenaze törenleri ve hayat törenleri, toplu döllenme törenleri gibi, kolektif bir süreklilikte, biyolojik ve emekle ilgiliydi.
Bu kutsal ibadet mekanları, Akdeniz havzasındaki tüm ilkel halklar ve Asya halkları için bulunmuştur, benzer adetler hala ilkel bir şekilde yaşayan halklarda bulunmuştur. Bu ölülerin şehirleri, atalarımızın yaşayanların kulübelerine benzeyen mezarları, kabristanlara verdikleri özeni gösterir: yaşam ve ölüm aynı gerçekliğin yönleriydi. Bazen döngüyü tamamlamak için ölüler cenin pozisyonunda kıvrılırdı.
Büyük beceriyle kayalık duvarlar oyuldu, megalitik taşlar göğe doğru yükseltilerek klanın kolektif mezarları inşa edildi.
Gömü odası önünde genellikle bir antre bulunurdu: bu, tüm tarihöncesi topluluklar ve modern ilkel kabilelerde görülen ölülerin yanında uyuma adeti olan kuluçka ritüeli için kullanılırdı. Yaşayanlar, öğütler almak ya da terapi amacıyla veya hastalıklardan iyileşmek için ölülerin yanında uyuyarak onları uğurlarlardı. Günümüzdeki bilimsel düşünce tarafından sadece bireysel olarak kabul edilen hastalıklardan iyileşme inancıyla gerçekleşen bu adetin ne kadar köklü olduğunun kanıtını tarihçinin şu cümlesinde görebiliriz: «Orta Çağ boyunca ve ötesinde, Suriye’den İrlanda’ya kadar kiliselere giderek orada uyuyup uykuda lütuflar ve iyileşmeler elde etme adeti devam etmiştir».
Geçmiş komünizmde, ölüm, hayatı inkar eden bir zıtlık değildir çünkü insan bir birey değil, bir türdür. Bunun kanıtı, tarihöncesi topluluklarda ve günümüz ilkel kabilelerinde yaşlıları, hastaları, sakatları veya bebekleri kolektif hayatta kalma için gerekli görüldüğünde öldürme uygulamasıdır. Tarihçi, bunu tam anlamıyla anlamamakla birlikte şöyle yazar:
«Söylenir ki, Nurajik dönem öncesi Sardların arasında yetmiş yaşın üzerindeki yaşlılar, sopalar ve çubuklarla donanmış kendi çocukları tarafından dövülerek derin uçurumlara benzeyen çukurların kenarına itilerek barbarca öldürülürler ve bu zalim faaliyet insanlık dışı kahkahalarla birlikte gerçekleştirilirdi... Avustralya’daki bazı kabilelerde yaşlı erkekler hasta olurlar veya kabileyle birlikte gezintilere katılamaz hale gelirlerse, onları bitkilerden yapılan bir ip ile boğarak öldürürler; sonra büyük bir ateş yakarak onları yakarlar. Melanezya’nın bazı adalarında yaşlı erkekleri diri diri gömerek öldürürler. Ve Fiji’de çocuklar ve yakınları, yaşlı erkekleri bir ip ile boğarak öldürürler. Brezilya yerlileri de yaşlı insanları başlarına sopalarla vurarak ölüme sürüklerler. Ve benzer bir ritüel zaten İsveç’te de uygulanmaktaydı, burada yaşlı erkekler akrabaları tarafından ağır tahta sopalarla öldürülür, bunlardan bazıları daha sonra kiliselerde korunurdu».
Ve sonuç olarak şunu belirtir:
«Antik çağlarda, yaşlı bireyleri, iyileştirilemez hastaları ve hastalıklı insanları öldürme adeti, birçok halk arasında kanıtlanmıştır».
Amerikan Kızılderilileri veya Eskimolar arasında da, hayatın ve buna dahil olan tüm tezahürlerin ve gereksinimlerin, ölüm de dahil olmak üzere, aynı ustalıkla kontrol edildiği gözlemlenir. Yaşlı insanlar, yaşamın sona erdiği zamanı geldiğinde, kabileden ayrılıp huzurlu bir şekilde yaşayanlara veda ettikten sonra ölmek üzere kendi istekleriyle uzaklaşırlar. Ancak yine bunlar, sınıflara ayrılmamış, kapitalist üretim tarzının cehennemini yaşamayan toplumlardır ve bu yüzden insanlar bireysel ölümlerini bu kadar huzurlu bir şekilde görebilir ve hissedebilir.
Burjuva tarihçi, bu uygulamaların gerçeğini aktarırken şaşırır, bu insanlık dışı adetlere karşı tavır alır ve onaylamadığını belirtir. Medeni bir insan olarak yetiştirilmesi nedeniyle, sadece bireyi ve çok dar bir varoluş alanını görür ve yaşlıların genç nesle olan bu sevgi dolu aşırı eyleminin anlamını kavraması imkansızdır. Geçmiş komünizmden gelen dersi anlamadığı gibi, modern, medeni çağda yaşlıların gerçekten insanlık dışı bir şekilde kınandığını, vahşi kapitalist makine adına tamamen işgücünden ve diğer nesillerden ayrılmaya mahkum edildiğini de fark etmez. Bugün yaşlı insanlar, sömürüye maruz kaldıktan sonra, sermaye tarafından sıkıştırıldıktan sonra, işgücü olarak ekonomik olarak ölüme mahkum edilirler, biyolojik olarak geçerli olsalar bile. Bu anlamda, emeklilerden ayrı olarak örgütlenmeye başlamış olan CGIL (İtalyan Genel Emek Konfederasyonu) da Emekliler Sendikası’nda emeklilerin mücadelelerini ve taleplerini diğer işçilerin taleplerinden ayırarak kendini modernleştirmiştir. Her zaman yaşlı insanların ayrıcalığı olan sınıf deneyimlerini genç nesle aktarma ve gençlerin bunları öğrenme hakkına el konuşmuş yaşlı insanların geçit törenlerinden daha acıklı bir şey yoktur.
Toprak sahipliği, köle ordularının varlığı, silahla donanmış orduların yükselişi, tek eşli aile yapısının kurulması, devletin kurulması ilkel ana soylu toplumsal yaşamı yok etmiş; medeniyete geçişle birlikte insanlar kendilerine ve doğaya yabancılaşma sürecine girmiş, ilkel tür duygularını kaybetmiş, sonuç olarak yaşam ve ölüm arasındaki anlaşmazlık giderek daha dramatik hale gelmiştir. Bundan sonra, insanlar bireysel ölümden korkmaya başlamışlardır ve çeşitli dinler, egemen sınıfların çıkarlarıyla sıkı bir şekilde bağlantılı olan toplumsal baskının araçları olarak, onları bu cezadan kurtaramaz. Modern burjuva toplumunda artık sermaye ve metalar hakimdir. Ve tam da kapitalist üretim tarzının yükselişi, modern insanlar için yaşam ve ölüm arasındaki ayrımı kesinleştirmiştir.
Ortaçağ’a özgü Hüküm Günü fikri, ilk olarak ölümün bireyselliğini ve öte dünyada düzeltilecek kişisel hesabı vurgularken, her şeyi zamana, dünyanın son gününe ertelemiştir: çünkü bireysel ölüm hala varoluşun sonu anlamına gelmezdi; son, tüm türün sonuydu.
Modern çağın gelmesiyle, üretim tarzının mutlaklaşmasıyla, ölüm mutlak bir kişisel gerçek haline gelir, yaşam-ölüm ilişkisinin tam bir tersine dönüşüyle karşılaşırız: «kendi ölümünün aynasında, her insan bireyselliğinin sırrını kaplar»; ölmek, romantik bir aşırı doğrulama, bireyin son zaferi haline gelir. Bugün, sonunda, «ölüme yerleştirilen tabu (örneğin, ötanazi konusundaki çözümsüz çıkmaz), tıbbi ve aile çevresinin tepkilerini engeller; toplumumuzda ölüm, bin yıllardır ona verilen yüce yeri kaybetmiş, yalnız ve steril, insana özgü ve zalim olmuştur».
Bütünlüğü tekrar sağalayacak, insanı tekrar hayata ve ölüme kazandıracak olan komünist devrimdir.
«Komünizmde (...) bireyin ve kaderinin türle olan kimliği yeniden kazanılırken içinde aile, ırk ve milletin getirdiği tüm sınırlılıklar tamamen yok edilir (...) İlk defa refah ve mutluluk üzerine kurulu bir toplumda, acının, sıkıntının ve fedakarlığın akılcı asgariye indirgendiği, kuşaklar arasında uyumlu değişimin gizemli ve karanlık karakterinin ortadan kalktığı, türün gelişiminin doğal koşullarının olduğu bir ortamda (...) kişisel ölüm korkusu ortadan kalkar» (Janitzio).
«Özel mülkiyet insanı kendinden yabancılaştırdı: ilk adım. Komünizm, inkârın inkârı olarak özel mülkiyeti kökten kaldırır. Sonuç: insan kendine, kendi içinde geri döner; fakat uzun tarihinin başlangıcında olmadığı için, ancak tüm ardışık tekniklerin, geleneklerin, ideolojilerin, dinlerin, felsefelerin yabancılaşma alanında kalan tüm tekamüllerinden kurtularak (...) İnsan artık bireysel insan değil, toplumsal insan yani insan insandır» (“Rusya’nın Ekonomik ve Sosyal Yapısı”).
“Artık insan bireyi olarak değil, toplumun bir hücresi olarak değil, «insan toplumu tek bir organizma gibi kabul edilir, tek bir yaşam yaşar: çocukça insan düşüncesinin bireye atfettiği saf ve yüce ölümsüzlük efsanesi böylelikle bilim haline gelir» (“Aydınlanmanın Basit Yeniden Üretimi”)
Öyleyse, gelecekteki komünist toplumda, Francis’in «yaşayan hiçbir insanın kaçamayacağı kızkardeşimiz bedensel ölüm» diyerek tarif ettiği ve türlerin enerji biçimlerinin tüm akışını temsil eden ölüm, güneş, ay ve yıldız kardeşler, rüzgar ve su, ateş ve toprak ile birlikte fethedilmiş olacak.
Gelecekteki komünist toplumda dinin artık var olması için hiçbir neden olmayacak, çünkü «hayat suyunu çektiği ortam, yani sınıflara bölünmüş toplum olmadan, cehennem ve cennet şeklinde tersine çevrilmiş bir fantastik kopyası olan öbür dünyevi dünya varlığnu sürdüremeyecek». Marx bu konuda şunları yazmaktadır: «Gerçek dünyanın dinsel yansıması, ancak günlük pratik yaşamın ilişkileri her geçen gün insanlara kendi aralarında ve doğa ile aralarında açıkça rasyonel ilişkiler sunduğunda ortadan kalkabilir. Toplumsal yaşam sürecinin simgesi, yani maddi üretim süreci, ancak toplum içinde özgürce birleşmiş insanların ürünü olarak, bilinçli bir kontrol altında ve bir plana göre yürütüldüğünde mistik sis perdesinden arınır».
«Özel mülkiyette, insanın doğal maddeden farklı bir varlık olduğunu varsaymak için kendine ateist demek gerekiyordu. İnsanı tekrar doğanın içine, onun ayrılmaz bir parçası olarak yerleştirdikten sonra, Tanrı’yı onaylayan din kadar Tanrı’yı inkar eden ateizm de bizim için yararsız hale geldi. Böylelikle Tanrı da tanrıtanımazlık da emekli olabilirler» (Il Programma Comunista, Sayı: 5, 1960).